• Sonuç bulunamadı

BAĞIMLILIK VE MERKEZ ÇEVRE TEORİLERİ

Neo Marksist teoriler, emperyalizmi, bir sömürü ilişkisi olarak tanımlamaktadır.

Azgelişmiş yapıların gelişip kapitalistleşerek, sınıfsal dönüşümünün sağlanacağı varsayılan sürecin sonucunda ortaya çıkan durumdur. Sermayenin uluslararası-laşması sürecinde çok uluslu şirketler de önemli rol oynamaktadır. Gelişmiş ül-kelerin aşırı kâr ve fazla sermayesinin azgelişmiş ülkeleri sanayileştirerek, pro-leter bir sınıfın doğmasını hazırlayacağı ve kominist enternasyonelin gerçekleş-mesine giden sürecin hazırlayıcısı olacağı varsayımına karşı çıkılmaktadır. Neo Marksistler bunun doğru olmadığını, az gelişmiş ülkelerin çok uluslu sermaye eliyle bağımlı hale getirilerek sürekli bir sömürü ilişkisinin kurulduğu modern emperyalizmin ortaya çıktığını ileri sürerler.

Bağımlılık, emperyalizm ve sömürü ilişkisine yol açan süreçte üretici sermaye-nin uluslararasılaşması ve çok uluslu şirketlerin doğması, üç aşamadan

oluşmak-Marks ve Lenin’e göre, finans zamanda ucuz iş gücü ve pazar imkanı da sağlamaktadır.

tadır. Birinci aşamada; ticari ilişkiler azgelişmiş ülkelerle kapitalistleşen ülkeler arasında gelişir, kapitalistleşen bölgelerin gereksinimlerini karşılamayı amaçlar.

İkinci aşama; kapitalizmin yerleştiği ülkelerden azgelişmiş ülkelere yapılan yatı-rımlarla ticaret sermayesinin geliştiği ve dünya ekonomisinin sürükleyici gücü ol-duğu dönemdir. Bu dönemde azgelişmiş bölgelerdeki ticaret sermayesi kapitalist ülkelerdeki üretici sermayesinin gereksinimlerine uygun olarak hareket eder ve uluslararasılaşır. Üçüncü aşamada; 1930’lardan itibaren özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında hızlanarak artan üretici sermaye uluslararasılaşır. Uluslararası düzey-de işbölümünü belirleyen unsur, sermayenin bütün dünya düzeyindüzey-de üretim ka-rarları alabilmesidir. Bütün dünya ekonomisinde gerçek kapitalist ilişkiler ve üre-tici sermayenin hâkim olduğu bu aşamada dünya düzeyinde ekonomik artı değer, ücretli emekten artı değer çıkarılarak elde edilir (Keyder, 1979: 31-34). Kapitalist değerlenme süreci (emekten artı değer elde edilmesi) bundan böyle dünya ekono-misi düzeyinde gerçekleşmeye başlamıştır. Artık üretim kararları alınırken dünya ekonomisi içinde herhangi bir ülke ya da bölge, olası bir üretim yeri olarak kabul edilmeye başlanmıştır.

Günümüzde bağımlılık teorileri kapsamında bakıldığında, üretici sermayenin azgelişmiş ülkelerdeki egemenliği ve sermayenin üretimi dünya pazarı temelin-de planladığı görülüyor. Çok uluslu şirketler, üretim kararlarını dünya düzeyintemelin-de alan sermayenin örgütsel düzeyini oluşturmaktadır. Doğal olarak en yüksek kâr oranını arayan sermaye, üretimi dünya düzeyinde planlayarak endüstriyel üre-timin azgelişmiş ülkelere doğru kaymasını sağlamaktadır (Palloix, 1979: 63-86;

Barren, 1979: 135).

Yeni Marksistler için bu süreç, emekten sağlanan artı değerin ülke içiyle sınırlı kalmayıp, dünya ölçeğinde gerçekleştirildiği ve azgelişmişlerden gelişmişlere doğ-ru aktarıldığı emperyalizmdir. Lenin’e göreyse sermaye transferlerinin arkasında yatan neden, kapitalist ülkelerin deniz aşırı ülkelerde pazar kapatma ve doğal kay-nakları kontrol etme yarışının bir sonucudur. Tam rekabetin bütün kurallarıyla geçerli olduğu eski kapitalizmde, uluslararası mal ihracı sistemin temel niteliğini oluştururken tekelcilerin egemen olduğu tekelci kapitalizmde, mal ihracının yeri-ni, uluslararası ölçekte sermaye ihracı alır (Alpar, 1978: 17).

Harry Magdoff tarafından yeni emperyalizm olarak nitelenen bu dönemin te-mel özelliği, ekonomik gücün dev anonim şirketler ve finans kurumlarının elle-rinde yoğunlaşmasıdır. Sermaye uluslararasılaşırken bütün endüstrilerdeki yaşam savaşı bir fethetme, hâkimiyetini kurma savaşı olmuş ve bu savaştan kendi çevresine en iyi uyabilen dev anonim şirketler sağ çıkabilmişlerdir. Acıma duygusu olmayan rakiplerin bulunduğu bir dünyada, emniyeti ve kontrolü devam ettirebilmenin bi-rinci şartı, mümkün olduğunca fazla hammadde kaynağı üzerinde kontrolün kaza-nılmasıdır. Hammadde kaynaklarının kontrolü bir taraftan rakiplerin baskılarına karşı koruyucu bir araç olup, diğer taraftan bütünleşmelerini tamamlamamış ra-kiplerin gelişimini önlemek için de bir saldırı aracıdır. Azgelişmiş ülkelerdeki emek maliyetinin düşük olması ayrı bir çekiciliğe sahiptir. Düşük maliyetlerin yanısıra hammadde kaynaklarının geliştirilmesi, ihracat için talep yaratma ve tekel durum-larından yararlanma fırsatları çok daha önemlidir. Tekel kurma açısındansa büyük işletmelerin maliyet avantajları, kendilerine ait patentler, üstün teknoloji ya da sa-tışların artırılması yoluyla istenilen markaların üretilmesi ve tercihli pazar talebi-nin harekete geçirilmesi gerekmektedir. Yabancı yatırımların gelişmesi de gümrük duvarları ya da ticaret tercihleriyle korunmuş pazarlarda ticareti geliştirmek için oluşan baskıdan kaynaklanmaktadır (Magdoff, 1975: 141-153).

Yeni Marksistlerin emperyalizme yaklaşımları, klasik Marksistlerden farklılık göstermektedir. Neo Marksistler, emperyalizmi, emekten artı değer çıkarma işlemi-nin dünya ölçeğinde gerçekleştiği ve üretici sermayeişlemi-nin uluslararasılaştığı dönemle ilişkilendirmektedir. Ayrıca uluslararası sermaye ihracının arkasında yatan neden-ler bakımından da klasik Marksistneden-lerden ayrılmaktadırlar. Marks’a göre, kapitaliz-min ilk dönekapitaliz-minde, sömürge ve diğer azgelişmiş bölgelerden kıymetli madenler ve hammaddeler şeklinde Batının kapitalist ülkelerine sermaye aktarılmış, bu durum sermaye birikimini daha da hızlandırmıştır. Daha sonra, kapitalizmin ileri aşama-sında metropollerde, bir yandan üretim içinde sermaye oranının artması sonucu kârlar düşmüş, diğer yandan azgelişmiş ülkelerdeki ucuz işgücü ve sermayenin kıt faktör olması nedeniyle kâr oranlarındaki yükseklik, sermaye ihracının bu kez ge-lişmiş ülkelerden azgege-lişmiş ülkelere doğru olmasına neden olmuştur. Dolayısıyla Marks’a göre, azgelişmişlerin sanayileşmiş Batı ekonomileriyle kapitalist sistem içinde birleşmeleri, bu iki grup ülke arasındaki gelişmişlik farkının azalmasına ne-den olur (Alpar, 1978: 18). Lenin de “Emperyalizm” adlı çalışmasında sermaye ih-racının azgelişmiş ülkelerin kapitalistleşmesini sağlayacağını belirtmektedir. “İhraç edilmiş sermaye, ihraç edildiği ülkelerde, kapitalizmin gelişmesini etkiler, hızlandı-rır. Böylece, sermaye ihracı, ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir parça durdurma eği-limi taşısa da bunun, bütün dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine yönelik olarak geliştirmek pahasına olduğunu unutmamalı” (Lenin, 1992: 9). Oysa yeni Marksistlere göre sermaye ihracı ve birleşme, az gelişmiş ülkelerin aleyhinde gelişen ve artan bir bağımlılığa neden olmaktadır.

Bir diğer düşünür Rosa Luxemburg’a göre kapitalist ülkelerin gelişmesi ancak az-gelişmiş Üçüncü Dünya ülkelerinin varlığıyla gerçekleşmiştir. Kapitalist olmayan bu bölgeler Batı ülkelerinin gereksinim duyduğu hammaddeyi sağlamışlardır. Bu tür böl-gelerin varlığı, Batı kapitalizminin hareketliliğini sağlamak için gereklidir. Dolayısıyla emperyalizm kapitalizmin vazgeçilmez bir sonucudur. Azgelişmişlik olgusu da em-peryalizmle birlikte düşünülmesi gereken bir olgudur. Zira bu süreç sonunda azgeliş-miş ülkeler geleneksel yapılarını yitirmektedirler (Cirhinlioğlu, 1999: 126).

Neo Marksistlerin sermaye akımı konusundaki görüşleri, klasik Marksist dü-şünceden oldukça farklıdır. Bu akımın önde gelen isimleri Harry Magdoff, Paul Sweezy, Paul Baran ve Andre Gunder Frank’tır. Ortak görüşleri, sermaye ihracı-nın kapitalizmin ilk dönemlerinde de XX. yüzyılda ulaştığı tekelci aşamada da da-ima tek yönlü olarak azgelişmişlerden gelişmişlere doğru olduğudur. Bu tek yönlü hareket; önceleri doğal kaynakların işlenmesi sonucu elde edilen hammaddelerin düzenli bir şekilde sanayi merkezlerine aktarımı, XX. yüzyılda ise yatırılan ser-mayeden daha fazlasının; kâr, lisans ücreti, teknik hizmet karşılığı adı altında, yeniden yatırımcı ülkeye transferi ve sermaye ihracındaki artışa paralel olarak gelişen uluslararası ticaretten, azgelişmiş ülkelerin dış ticaret dengelerindeki bo-zulma nedeniyle zararlı çıkmalarıyla açıklanmaktadır.

Paul Sweezy’ye göre, “sermaye ihracıyla ilgili olarak söylenenlerden, sermaye ihracının geri kalmış bölgelerin süratle endüstrileşmelerine doğrudan doğruya kat-kıda bulunduğu şeklinde bir sonuç çıkarılmamalıdır. Sermayenin gelme eğiliminde olduğu alanlar, hükümet garantili çeşitli bayındırlık işleri, devlet tahvilleri, demir-yolları, kamu hizmetleri, tabii kaynakların kullanımı ve ticarettir. Bu alanlar, ileri ülkelerden yapılacak mal ihracıyla rekabet edebilecek sektörler değildir (1975: 77).

Neo Marksistlere (yeni Marksistlere) göre, azgelişmişliğin arkasında yatan temel olgu, sermaye ihracının tersine işlemesidir. Marksizme yapılan önemli bir eleştiri, bu durumun öngörülmemiş olduğudur. Frank, azgelişmişlik sürecini, bir metropol

uydu ilişkileri hiyerarşisinin, tabanından tepesine doğru sürekli olarak ekonomik artığın (artı değerin) akıtılması olarak açıklamaktadır. Bu yapıyı ‘kapitalizm’ diye adlandıran Frank, kapitalizmi bu hiyerarşi ile tanımlamaktadır. Dolayısıyla ‘sö-mürü’ de artığın aktarılması olarak tanımlanır. Uydu durumunda olma ve kendi artığından yoksun kalınması azgelişmişliği doğururken metropol durumunda ol-maysa gelişmeye neden olur (Gülalp,1979: 30-31).

Neo Marksistlere göre, bir ülkenin neden gelişemediği, iç faktörlere bakılarak açıklanamaz. Örneğin; Üçüncü Dünya ülkelerinin gelişmemişliği, ne geleneksel yapının korunması, ne de feodalizmle açıklanabilir. Frank’a göre azgelişmişle-rin gerikalmışlığı, gelişmiş kapitalist ülkeleazgelişmişle-rin kolonileştirme politikalarının bir sonucudur. Kolonileştirme hareketleri azgelişmiş ülkelerin gelişmesinden çok, daha fazla azgelişmelerine neden olmuştur. Azgelişmişlik, kapitalist olmayan bir dünyanın, kapitalistleştirilmeye çalışılmasının bir sonucudur. Tarihsel süreçte, gelişmiş ülkeler tarafından uydu haline getirilen ülkeler de kendi uydularını oluş-turarak, artığın aktarılması sürecine aracılık etmeye devam ettiler. Zincirleme kurulan bu ilişkiler ağı sonucu, kapitalist ülkeler giderek zenginleşirken koloni ülkeleri yoksullaştılar. Gelişmenin ancak azgelişmiş ülkelerin, gelişmiş ülkelerle ilişki kurmasına bağlandığı görüşlerin aksine Neo Marksistler, uydu ülkelerin ge-lişmelerinin ancak merkezle olan bağlarını gevşetmeleri durumunda gerçekleşe-bileceğini savunmaktadırlar (Cirhinlioğlu, 1999: 140-42).

Metropol uydu ayrımına benzer bir diğer analiz, Samir Amin tarafından yapıl-maktadır. Amin de dünya ekonomisini merkez ve çevre sistemler olarak ikiye ayı-rarak incelemektedir. Merkez sistemler, iç dinamiklerini kurmayı başarmış, ken-dilerine yeterli ve dış faktörlerden etkilenmeyen sistemlerdir. Oysa çevre sistem-ler, merkezin gereksinimlerini karşılama işlevini yerine getiren ekonomilerdir.

Burada üretilen artı değer, çeşitli şekillerde merkeze aktarılmaktadır. Düşük ücret politikaları güdülmekte, üst sınıflar lüks tüketime yönlendirilmekte, alt kesimler çok ciddi yaşamsal zorluklarla karşılaşmakta ve çevredeki bu yoksulluk ayrıcalıklı sınıfları beslemektedir. Merkez ve çevre ülkeler arasındaki bu ilişki sonucunda, çevre ülkeler, hem ticaret hem de finans bakımından merkez ülkelere bağımlı hale gelirken merkez ülkelerin ekonomik egemenliğiyse pekişmektedir. Böyle bir ilişkide, çevre ülkelerin gelişmesi hemen hemen imkansız gibi görünmektedir.

Amin’e göre bu tür ülkelerin merkez ülkelerin arasına girmeleri oldukça zordur.

Bunun için çok ağır faturaları göze almaları gerekmektedir. Çevre ülkelerin içinde bulundukları sorunları aşmaları merkezle olan bağlarını koparmalarına bağlıdır.

Daniel Singer da hammaddeleri çıkarmak için sömürgelere gelen yabancı serma-yenin, bu ülkelerin kalkınmalarına hiçbir katkıda bulunmadığını savunur. Çünkü;

elde edilen hammaddeler, sermayenin geldiği ülkede işlenmekte, bu hammaddeleri ihracat merkezlerine aktarmak için gereken alt yapı hizmetleri de yerli ekonomiyle birleşmemektedir. Bu durumda, yatırımın çoğaltan etkisi yatırımın yapıldığı ülkede değil, sermayeyi ihraç eden gelişmiş ülkede meydana gelmektedir.

Kapitalist ekonomiler yatırdıklarından daha fazlasını kâr şeklinde ülkelerine götürdükleri için, azgelişmişlerin kalkınması Paul Baran’a göre de kapitalist ül-kelerle ilişkileri koparılmadan ve yaratılan artı değer kendi ülkelerinde üretken sektörlerde yatırıma dönüşmeden mümkün değildir (Alpar, 1978: 22). Başka bir deyişle azgelişmiş ülkelerin bu açmazdan kurtulmalarının tek koşulu, kapitalist sistemin dışına çıkmalarıdır. Baran’ın önerdiği yeni sistemse daha rasyonel ve planlamacı olarak nitelediği sosyalist sistemdir.

Klasik ve yeni Marksist düşünürlerin, azgelişmişlik sarmalından kurtulunması için öne sürdükleri çözümleri karşılaştırınız.

MODERN MARKSİST YAKLAŞIMLAR VE MERKEZ ÇEVRE