• Sonuç bulunamadı

3. Türk Kamu Yönetiminin Özgün Sorunları

3.2. Yönetsel Zihniyetten Kaynaklanan Sorunlar

3.2.3. Kamu Yönetiminin Kendisini Halka Karşı Sorumlu

Toplumun tamamını ilgilendiren bir konuda, toplumun tüm kesimlerinin bilgi sahibi olması ve hazırlık safhasından başlayarak katkıda bulunması en tabi haklarıdır. Ayrıca, kamuda yeniden yapılanmanın uygulamada başarılı olması, siyaset ve bürokrasi kurumlarının yanı sıra, tüm toplumsal kesimlerin eleştirisine, tartışmasına, katkısına ve sahiplenmesine bağlıdır (Dinçer ve Yılmaz, 2003:15). Bu nedenle, gelişmiş demokratik siyasal sistemler ve siyasal iktidarlar alacağı kararlardan ve gerçekleştireceği işlemlerden önce, vatandaşın ya da daha çok vatandaşı temsil eden örgütlerin görüşünü alma, gerekirse onları kararlara ortak etme eğilimindedir (Buran, 1995:212). Böylece alınan kararlar tüm toplum geneline yayılacağı için hayata geçme olasılığı da daha fazla olacaktır. Ancak bu erdeme sahip olmayan yönetim yapısının bulunmadığını söylemek mümkün değildir.

Bu anlamda, “yönetim, sahip olduğu kamusal güç nedeniyle, bazen vatandaşların haklarını tanımamakta, bazen de bunları ihlal etmektedir (Eken, 1998a:131). Ancak, bir yöneticinin veya bir kurumun gücü sadece makam adı ve mahkeme kararları veya görevlendirmeler ya da bütçe tahsislerinden anlaşılabilecek kadar sınırlı değildir. Yasal yetki ve bütçe bir yönetim için şart olmakla birlikte siyasi temelleri bakımından yeterli değildir. İdari gereklilikler, icra gücünü destekleyen, rıza gösteren veya o sırada engel olamayan tüm karmaşık ve değişken güçlerin eleştirel bir değerlendirmesini

35 Gerçek demokrasilerde, yetki aşağıdan yukarı doğru olup, çoğunluk tarafından verilen ya da onaylanan kararlar, azınlık bir grup tarafından uygulanır (Baransel, 1993:165) ve toplumda gerçekleştirilen uygulamaları denetler.

gerektirmektedir (Long, 2000:103). Bütün bunlar olmadığında ise yönetimde halk tarafından kabullenilip desteklenmeme, yönetsel meşruluk sorunu ortaya çıkmaktadır. Zaten bu tip bir anlayışın hakim olduğu ve bu tip durumların yaşandığı yönetim şekilleri genelde merkeziyetçi bir yapıya sahiptir.

Merkeziyetçi dikey örgütlenmenin hakim olduğu devlet ve kamu bürokrasisi içinde ise yukarıdan aşağı emir akışının hızlı olmasına karşılık, aşağıdan yukarıya talep akışının sağlıklı bir şekilde işlediğini söylemek her zaman mümkün olmamaktadır. Kamu hizmeti veren kurum ile hizmetten faydalanan vatandaş arasında bir iletişim kopukluğu, hatta daha ileri giderek tam bir ‘sağırlar diyaloğu’nun hakim olduğunu söylemek mümkündür (Tosun, 1999:92). Bu nedenle de, memurların atanmasında Merkezden Yönetim sistemi olumsuz bir rol oynayabilir. Şöyle ki, memur, kendisini, hizmete ödevli olduğu halkla doğrudan doğruya ilgili görmediği için vatandaşı memnun etme yönünde gayret edeceği yerde, Merkeze hoş görünmekle yetinerek halkın işlerine, halkın isteklerine gereken önemi vermeyebilir. Bunun neticesinde vatandaşla Hükümet ve İdare arasında gitgide artmakta olan bir uçurum ortaya çıkabilir (Giritli, 1999:7). İşte ülkemizde tam da böyle bir durum söz konusudur. Yönetim ve yönetim kademesinde görev ifa edenler kendilerini halka karşı sorumlu hissetmemekte, almış oldukları kararlarda halka dayanmadıkları gibi kararların uygulanmasında da halk desteğini pek önemsememektedir.

Çünkü, mevcut sistem, devlet memurlarına görevlerini ifa ederken halkın etkili denetimi olmaksızın rahat çalışma temin etmektedir. Hizmeti sunanlar (devlet memurları) ile hizmeti alanlar (halk) arasında bu gerekli karşılıklı etkileşimin söz konusu olmaması, devlet memurlarının halka karşı sorumluluk ve hesaba çekilebilirlik içerisinde olmasına engel olmaktadır. Çünkü hiyerarşik bağlılıkları sebebiyle kamu görevlileri siyasal ve bürokratik efendilerine karşı yalnızca sorumluluk hissedeceklerdir. Dolayısıyla, devlet memurları üstlerini mutlu ettikleri müddetçe görevlerini iyi ya da kötü yapmada hiçbir sorun olmayacaktır (Çevik, 2004:69). Yani yönetilenin mutlu ya da mutsuz olması, yönetilenle karşılıklı iyi diyaloglar geliştirilmesi pek bir mana ifade etmemektedir.

Bu yüzden de, Türkiye’de yönetenlerle yönetilenler arasında büyük bir iletişimsizliğin olduğunu ifade etmek mümkündür. Öyle ki; kamu hizmetlerinden

faydalanmak bir “vatandaşlık hakkı”ndan ziyade, bir “lütuf” şeklinde

değerlendirilmektedir. Bilhassa sosyo-ekonomik durumu göreli olarak düşük olan vatandaşlar tarafından, yönetim karmaşık ve güçlü bir nesne, kamu görevlileri de “kamu hizmetlisi”nden çok, bir “efendi” gibi görülmektedir (Karatepe, 1995b:191). Yaratıcılığın

devamlı bastırıldığı, farklılığın dışlanması gereken bir marjinallik şeklinde anlaşıldığı bir toplumda, ataerkil aile yapısının yaygınlığı da göz önüne alınırsa her kademede insanımızdan beklenmekte olan yegâne davranış örüntüsünün itaat ve uyum olduğu açıktır (Tosun, 1999:92). Vatandaş yönetim tarafından alınan kararlara, gerçekleştirilen uygulamalara itiraz göstermeden itaat ettiği müddetçe iyi ilişkiler söz konusu olmaktadır. Yönetimden hesap sorulduğunda ise yönetimin tavrı tamamen değişmekte, olumsuz bir hal almaktadır.

Bu doğrultuda, işbaşına gelen siyasal iktidarların ve bu çerçevede görev yürüten kadroların yönetim dönemlerine ilişkin uygulamalarıyla ilgili halka hesap verme sorumlulukları yeteri kadar gelişmemiş; diğer taraftan hesap verme yükümlülüğüne işlerlik kazandıracak etkili mekanizmalar oluşturulamamıştır36 (Saran, 2004:138). Bu nedenle de, ülkemizde siyaset, yanlış ve eskimiş düzeni kimin sürdüreceğine ilişkin dört beş yılda bir oy vermek ve bu oylara etkide bulunmaya çalışmaktan ibarettir. Kişiler, iki kişi, bir aile, bir köy, bir kasaba … sadece kendilerine ilişkin bir kararı dahi alma yetkisinden kamu düzeni adına mahrum edilmişlerdir. Onlar adına bu kararlar, onların hiç tanımadıkları, kendilerini de tanımayan ve yaşadıkları yere dahi gelmemiş insanlar tarafından verilir. Nasıl yaşamak ve çalışmak istedikleri, insanların kendilerine hiç sorulmamaktadır. Alınan kararların uygulamalarını da izleme ve irdeleme olanağı verilmemiştir. Kararların kim tarafından uygulanacağı, ne kadar para harcanacağı, bu paranın nereden bulunacağı, her şey Ankara’da belirlenir. TBMM kararları da beş yılda bir seçilen milletvekillerince değil, milletvekilleri adına, partiler oligarşisinin başında bulunan liderlerce alınır ve milletvekilleri de Millet adına onları tasdik eder ya da reddeder (Erdem, 1995:29). Buna rağmen her şeyin halk için, halkın iyiliği ve mutluluğu için yapıldığı iddia edilir.37 Taşradaki durum bundan farksızdır.

Ülkemizde taşra yönetiminde halkın düşüncesi ve isteklerinin çok önemli olmadığı daha ziyade merkezi yönetim düşüncesi çerçevesinde uygulamaların söz konusu olduğu görülür. Bu bağlamda devlet muhafaza edilmesi gereken bir varlık biçiminde algılanmakta

36 Ülkemizde, siyaset ve yönetim, devletin mülk sahibi olduğu ve bu kapsamda bir sınıflaşmanın toplumda meydana geldiği bir tarihsel gerçeklikten, özel mülkiyete dayanan toplum yapısına geçiş ve bu geçişte dış dinamiklerin yönlendiriciliği ve iç dinamiğin hareket yeteneğinin sınırlanmasına bağlı olarak, sınıflaşmanın yeniden biçimlenmesi doğrultusunda temel bir içeriğe sahip olmuştur (Akbulut, 2005:256).

37 İlginç bir şekilde, Türk bürokrat seçkinleri, Osmanlı Döneminde de yapmış oldukları her şeyi devlet ve millet için yaptıklarına inanmaktaydılar. Bununla birlikte genç cumhuriyetin ilk yıllarında yeni yönetici seçkinler halâ, ülke için yapılması gerekli olan şeyleri ve halkın neye gereksinim duyduğunu en iyi biçimde bildiklerine inanmaktaydılar. Bürokratların söz konusu bu özelliği devam etmiştir. Örneğin, bütün yeni reformlar yöneticilerce gerçekleştirilirken halkın desteği ya da katılımı çok gözlemlenmemiştir (Çevik, 2001:66). Buna ihtiyaç dahi duyulmamıştır.

ve bu kaygı içerisinde devletin kutsallaştırılması ve bu kutsallık doğrultusunda hareket edilmesi benimsenmektedir. Taşradaki yöneticilerle halk arasında demokratik bağ ve sorumluluk (hesap verilebilirlik) ilişkisi kurulamamaktadır (Arslan ve Mahmutoğlu, 2005:85-86). İlişkilerde sorunlar söz konusudur. Taşra yönetimi bu anlamda merkezi yönetimin mikro düzeydeki yansıması gibidir.