• Sonuç bulunamadı

3. Türk Kamu Yönetiminin Özgün Sorunları

3.2. Yönetsel Zihniyetten Kaynaklanan Sorunlar

3.2.8. İnsan Haklarının Gelişim Sorunu

İnsan hakları, insanın insan olmasından doğan, onun kutsal ve dokunulmaz bir varlık olarak bizzat yaratılışından var olan değerler bütünüdür (Kocaoğlu, 1997:252) ve günümüzde, kuramsal olarak, insan haklarının geçerliliği, modern devletlerin onur ve saygınlık kıstası olarak görülmektedir. İnsan haklarının işlerliği ise, toplum içerisinde bireyin öne çıkması, bireysel hakların güvencesinin temin edilmesi ve bu kapsamda siyasal katılma, yönetsel karar oluşumlarına etkide bulunma haklarının özgürce kullanılabilmesi manasına gelmektedir (Özek, 1996:28). Bilindiği gibi, insan haklarının üç aşamadan

47 Türkiye’nin güçlü bir devlet yönetim geleneğine sahip olduğu bilinmektedir. Türkler tarafından tarihte 16 İmparatorluk, 41 Devlet, 33 Beylik, 4 Atabeylik, 17 Hanlık ve 11 Cumhuriyet kurulmuştur. Bu devletlerin tümü, aşırı merkeziyetçiliğe dayanan bir yönetim felsefesini yansıtmakta olup, tamamında asker-sivil bürokrasinin ittifak içinde olduğu görülmektedir (Aykaç, 1995:278). Bu denli güçlü bir yönetim geleneğinin değiştirilmesi elbette ki çok zor olacak, zamanlaması ve zaman ayarı iyi yapılmadığında ise büyük bir direnci beraberinde getirecektir.

geçtiği söylenmektedir. Bu aşamalardan ilkinde Fransız İhtilalinin getirmiş olduğu klasik haklar vardır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra gelişen fırsat eşitliği, refah yaygınlaştırıcı, sosyal haklar denilen ikinci aşama haklar vardır. Bir de şimdi oluşan çevre hakkı, kentli hakları gibi üçüncü tür haklar vardır. Bunlar hep birlikte yerine getirilen haklar, herkes birlikte uyduğunda yerine getirilen haklardır (Tekeli, 1995:66). Bu hakların ortaya çıkışında48 ve gelişmesinde ise öncü rolü batı toplumları oynamış, tüm bu evreleri ilk olarak onlar yaşamış ve özümsemiştir.

Daha sonra, modern Batı medeniyetinin temel kurum ve değerlerinden olan “İnsan Hakları”, evrensel bir boyut kazanarak Batı dışındaki toplumlarca da benimsenmiş ve günümüz dünyasında bütün toplumların müşterek bir değeri ve hassasiyet alanı haline gelmiştir (Dursun, 1999:231). Fakat bir toplumda, belirli bir anda geçerli olan kültürel değerler hiç şüphesiz o toplumdaki demokrasi ve insan haklarına ilişkin anlayışlar bakımından büyük bir öneme sahip (Şaylan, 1998:7) olduğundan, batı dışındaki toplumlarca insan haklarına yaklaşımlar kendi iç dinamikleri doğrultusunda olmuş ve yaşanan süreç farklılıklar arz etmiştir. Bunlardan biri de Türk toplumudur. Türk toplumu bilhassa Osmanlıdan günümüze gelinceye dek insan haklarının gelişimi sürecinde birçok aşamalardan geçmiştir.49

Bu anlamda, insan hakları anlayışının Osmanlı devletinden günümüze kadar süren gelişimini, beş aşamada özetlemek mümkündür (Gülmez, 2001:26):

1. 1876 öncesini kapsayan birinci aşamayı, “Padişahın Bağışladığı Haklar

Evresi” olarak nitelendirmek mümkündür. Bu aşama, Anayasa niteliğine sahip olmayan

fermanlar dönemidir. İlk aşamada, bir insan hakları anlayışı bulunmamaktadır. Haklar,

48 İnsan hak ve ana hürriyetlerinin sorun olarak ortaya çıkışı 1215 tarihli “Magna Carta Libertatum”a dek uzanmakla beraber, konunun Devletler Hukukunda yer alması ve uluslararası güvenceye kavuşturulma gayretleri oldukça yenidir. Kişinin uluslararası alanda klasik hak ve hürriyetlerinin belirlenmesi ve güven altına alınması için gerçekleştirilen çalışmaların ilki, Milletler Cemiyeti zamanında olmuştur. Ancak, kendi varlığını dahi devam ettiremeyen bu örgütün insan hak ve hürriyetleri alanında gerçekleştirdiği çalışmalar da başarı sağlayamamıştır. Uluslararası alanda sorunun önemle ele alınışı ve olumlu neticelerin ortaya çıkması Birleşmiş Milletler yasası ile olmuştur. 26 Haziran 1945 yılında imzalanan BM Yasasında, ilk defa insan hak ve hürriyetine geniş olarak yer verilmiştir. Daha sonra yine BM çerçevesinde hazırlanan ve 10 Aralık 1948 tarihinde ilan edilen “İnsan Hakları Evrensel Demeci” ise insan hak ve ana hürriyetini belirleyen bağımsız ilk resmi belge niteliğini kazanmıştır (Aziz, 1971:245). Bu anlamda, İkinci Dünya Savaşı, İnsan Hakları düşüncesini yeni ve büyük bir kuvvetle ortaya atmıştır. Çünkü söz konusu bu korkunç savaş, insan haklarını hiçe sayan siyasi teşekküllerin idareyi ele alması ve kendi ülkelerinde ve milletler arası alanda insan haklarının çiğnemesinden ötürü doğmuştur. O halde insan haklarını milletler arası garantiye bağlamak suretiyle bu tehlike kesin olarak engellenmelidir, fikri Savaş sonrası dönemi idarecilerine hakim olmuştur (Arık, 1960:116).

49 Türkiye bir hukuk devrimi gerçekleştirmiş; temel kanunlarını kendi kotarmamış; Batıdan olduğu gibi alarak, uygarlığın ulaşmış olduğu son değerleri topluma yansıtmaya karar vermiştir. Batı toprağında vücut bulan bu kanunlar ve dolayısıyla değerler; Rönesans, Reform, Aydınlanma ve Endüstri Devrimini yaşamamış bir toplumun değerleriyle elbette çoğu zaman çatışacaktır ve çatışmıştır (Selçuk, 1999:23).

özgür bireyler olarak “vatandaş”lara değil, “Sultanın kulu” kabul edilen “uyruk”lara bir lütuf olarak verilmiştir. 1839 Tanzimat Fermanı’nda, bazı kişi hakları bulunmaktadır (Gülmez, 2001:26). Bu anlamda, tanzimat hareketi, laik insan hakları doktrininin ilk serpintisini içinde barındırmıştır: Mutlakiyetçi Halife-Sultan, Müslüman ve Müslüman olmayan tebaaya şeriatın da dışında bazı insan hakları tanımaktadır (Savcı, 1963:94). Fakat söz konusu bu haklar, devlete karşı ileri sürülebilen dokunulmaz, devredilemez ve vazgeçilemez haklar değildir. Bu dönemde, iktidar tek kişinin elinde toplanmıştır, mutlak ve sınırsız olup Tanrısal kökene sahiptir. Güvence olarak da, hukuksal değil dinsel müeyyideler öngörülmüştür (Gülmez, 2001:26). Osmanlı devleti, kuruluş ve yönetimi itibariyle İslam dininin esaslarına dayanan teokratik bir devlet (Kapani, 1993:85) olduğu için temel hak ve özgürlüklere yaklaşımı bu doğrultuda olmuştur.50

Tanzimatın ikinci aşaması sayılabilecek olan dönem 1856 Islahat Fermanıyla başlar. Söz konusu bu Ferman, 1839’un kesilen hızını tazeleyen yeni bir atılımdır. Fakat, bu yeni atılımın doğrudan doğruya batılı devletlerin baskısı altında ve onların iteleyişi ile gerçekleştirildiğini de hemen belirtmek gerekir (Kapani, 1993:98). Islahat Fermanı, Müslüman-Hıristiyan eşitliği ana mihverinin yanı sıra, birtakım kişi haklarını da güvence altına almak istemiştir. En baştan, Gülhane Hattı ile ilan olunan, can, mal ve namusun (şerefin) korunması konusundaki temel prensip, bir kez daha “tekit ve teyit” olunmaktadır. Buna ek olarak, eziyet, işkence ve her nevi cismani ceza kati suretle yasaklanmakta, mahkumların mallarının müsadere edilmeyeceği ifade edilmekte, duruşmaların açıklığı prensibi korunmakta ve eğitim özgürlüğü kabul edilmektedir. Doğrudan doğruya kişi hakları ve güvenliğine ilişkin bu esaslardan başka, Ferman, adli, idari ve mali alanlarda hayli geniş bazı ıslahat önlemlerinin ana prensiplerini de tespit ve ilan etmektedir. Ancak burada gene de soyut ve genel bir özgürlük prensibine, bir özgürlük ideolojisine rastlanmamaktadır. Gene de sayılan somut haklar toplamı, zamanın klasik hak ve özgürlükler kataloğu ile karşılaştırılamayacak düzeyde fakir ve cılızdır. Böyle bir karşılaştırmayı yapma olanağını verecek belgenin ilanını görmek için daha uzunca bir

50 İşte, Osmanlı İmparatorluğunun siyasal kuruluşu içerisinde özgürlük ve insan hakları kavramlarının yeri ve değeri araştırılırken, İslami görüşün esaslarının dikkate alınması gerekir. Bundan da hemen anlaşılır ki, Osmanlı devletinde -19. yüzyılın ortalarına gelinceye dek- hükümdarın mutlak iktidarını sınırlayan ve bireylere insan olarak birtakım haklar tanıyan bir hürriyet anlayışı kendisini göstermemiştir. Gerçi Osmanlı uleması tarafından, genel olarak diğer İslam uleması gibi, siyasal iktidarın katılığının dini akidelerle yumuşatılması düşünülmüş ve zaman zaman Sultan-Halifeye Şeriata uyma önerisinde bulunulmaktan geri kalınılmamıştır. Ancak bu öneriler yalnızca platonik bir niteliğe sahipti ve siyasal alanda herhangi bir pratik güvence oluşturmaktan uzak bulunmaktaydı. Hükümdarın tam manasıyla mutlak yetkilerini bazı yeryüzü prensipleri ile kayıtlamak ise akıllardan dahi geçmiyordu (Kapani, 1993:88).

müddet beklemek gerekecektir (Kapani, 1993:100). Zamanın şartları gereği Osmanlı henüz buna hazır değildir.

2. 1876 Anayasası ile başlayan ikinci aşama, “Güvencesiz Anayasal Haklar

Evresi”dir. Bütün Osmanlılar “hürriyet-i şahsiyelere” sahiptir. Böylece ilk defa bireylere,

devlete karşı ileri sürebilecekleri bazı geleneksel haklar tanınmıştır ve ilk “anayasal haklar” dönemi başlamıştır. Fakat, siyasal katılma haklarının kullanılmasında cinsiyet ve servet temellerine dayanmakta olan ayrımcılıklar bulunmaktadır. İktidar, gerçek manada olmasa da “meşruti” özellik taşır; Padişahın yetkileri sınırlandırılmıştır, Padişah mutlak olan iktidarını meclis ile paylaşmayı kabul etmiştir; ama ihlallere karşı hukuksal teminatlar getirilmemiştir. 1909 yılında gerçekleştirilen değişiklikler ise, sınırlı bir adım niteliği taşımıştır (Gülmez, 2001:26-27). Bu anlamda, insan haklarının Avrupa ülkelerindeki gelişme biçimi ve temposu ile, Osmanlı devletinde bu alanda görülen gelişmeler arasında esaslı farklar dikkati çeker. Bilindiği gibi, Batıda insan hak ve hürriyetleri genel olarak halk hareketleri biçiminde gelişmiştir. Reformcu ve özgürlükçü akımlar hemen daima aşağıdan yukarıya doğru gelişim göstermiş ve kendilerini yukarıdakilere ister istemez kabul ettirmiştir. Osmanlı imparatorluğunda ise ıslahat önlemlerinin yukarıdan aşağıya doğru geldikleri görülür. Tanzimat devri olarak isimlendirilen dönemde, bireylere devlet karşısında birtakım haklar tanınması da aynı yolu izlemiştir. Bu alanda atılan adımlar, halk isteğinin ve kitleden gelen bir itişin değil, fakat başta bulunan devlet adamlarının duydukları ıslahat ve yenileşme gereksiniminin neticesidir (Kapani, 1993:91). Durum böyle olunca da insan haklarının gelişimi sorunlu olmuş, yönetimden halka bahşedilen bir özellik taşımış ve tam anlamıyla özümsenememiştir.

3. 1924 Anayasası ile, “Güvencesiz Doğal İnsan Hakları Evresi” şeklinde nitelendirilebilecek üçüncü aşamaya geçilmiştir. İlk defa doğal haklar anlayışıyla insan hakları tanınmış; “Türklerin” devlete karşı öne sürebilecekleri kamusal hakları düzenlenmiştir. Fakat, sadece birinci kuşak haklara yer verilmiştir. Egemenliğin kaynağının “millet” olduğunun 1921 yılından başlayarak vurgulandığı, ancak güvencelerin öngörülmediği bu aşamada, genel olarak yargı güvencesi bulunmamaktadır; 1924 öncesindeki güvencesizlik yoktur (Gülmez, 2001:27). 1923 Cumhuriyetinden sonra ise, kadının mebus ve hakim olmasından toplu sözleşme, grev, lokavt haklarına varıncaya dek haklar alanı her yönde gelişmeye başlamıştır. Bu da kendine has nedenlerin etkisiyle, kendisine has kaynaklardan bir teşvik edici kuvvet alarak olmuştur (Savcı, 1963:94). Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarında ise kamu özgürlükleri alanında o zamana dek

erişilememiş bir gelişme kaydedilmiştir. Bilhassa basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, dernek kurma ve toplantı özgürlükleri –klasik ölçülere nazaran tam olarak sağlanmasa dahi- aşırı ve gereksiz kayıtlamalardan sıyrılarak mutlu bir genişliğe kavuşmuştur. 15 Temmuz 1950 tarihinde çıkarılan Basın Kanunu, getirdiği liberal anlayış yönünden ileri demokratik sistemlerle mukayese edilebilecek bir seviyededir (Kapani, 1993:113). Gayet özgürlükçü ve insan haklarına saygılı bir yapı söz konusudur.

Ancak, ne yazık ki, bu özgürlükçü akım uzun sürmemiştir. Belki üç yıl gibi kısa bir zaman sonra bir ters akım başlamıştır. İktidar, daha başlangıçtan itibaren, kısa görüşlü fırsatçı bir iktisadi politika ile kitleleri maddi yönden faydalandırma ve böylece onların desteğini kazanma yolunu tutmuştur. Ancak, hemen ifade etmek gerekir ki, bu iktisadi politika emekçi kitlelere gerçek refah ve güvenlik temin edecek sosyal bir karakter taşımaktan uzaktır. (Nitekim, Demokrat Parti iktidarı, toplu sözleşme ve grev hakkı tanımak konusundaki vaatlerini hiçbir zaman yerine getirmemiştir.) 19. Yüzyıl liberalizminden esinlenen bu savruk, plansız ve programsız tutum bir müddet sonra kötü neticeler vermeye ve ülke ekonomisini dar boğazlara sürüklemeye başlayınca, iktidar, özgürlükler rejiminin kendi aleyhine işlemesi kaygısı içerisinde adım adım bu rejimden uzaklaşmaya başlamıştır. Her dikta eğilimine kapılan iktidarın yaptığı gibi, ilk olarak düşünce ve eleştiri özgürlüğünü kısıtlayıcı önlemler alma yoluna gidilmiştir. 1950 yılının demokratik Basın Kanunu, üzerinde yapılan “rötuş”lar sonunda karakterini tümüyle ağır ceza tehditleri altında basını sıkı bir cendere içerisine almıştır. Diğer önlemlerin de zincirleme olarak birbirini izlediği görülür: Toplanma özgürlüğü alabildiğine kısılmış, muhalefet partilerinin Meclis içi ve Meclis dışı çalışmaları engellenmiş, Seçim Kanunu’nda değişiklikler yapılarak seçme ve seçilme hakları daraltılmış ve seçimler otokratik rejimlere has plebisiter bir hal almıştır. Bunlarla da yetinilmeyerek hakimlik teminatı kurumu fiilen işlemez duruma getirilmek suretiyle adalet mekanizması üzerinde de ağır bir baskı kurulmuştur. Böylece Türkiye’de özgürlük, bir kez daha, onu bayrak yaparak iktidara gelmiş olanların ihanetine uğramış (Kapani, 1993:113-114), bunun neticesinde de 60 ihtilali baş göstererek tüm hak ve özgürlüklerde kesinti yaşanmıştır.

4. 1961 Anayasası ile, “Güvenceli Çağdaş İnsan Hakları Evresi” olarak nitelendirilebilecek dördüncü aşama başlamıştır. Devletin varlık sebebinin insan hakları olduğu ve insanın temel değer olarak görüldüğü (Soysal, 1986:189’den Akt: Gülmez, 2001:27), “insan haklarına dayalı devlet” ilkesiyle, anayasal ilke olarak belirtilmiştir. Tabi haklar anlayışının devam ettirildiği, hakları tanımanın “kural” sınırlamanınsa “istisna”

olduğu, öze dokunma yasağının getirildiği bir aşamadır. 1961 Anayasası, ilk defa insan haklarından geniş bir bölümü “Temel Haklar ve Ödevler” ana başlığı altında Kişi Hakları ve Ödevleri, İktisadi Haklar ve Ödevler, Siyasal Haklar ve Ödevler olmak üzere üç kümede toplayarak güvenceye almıştır. Böylece, birinci ve ikinci kuşak insan haklarının geniş bir kısmı “temel haklar” olarak yazılı hukuka girmiş, anayasal teminat altına alınmıştır. Bilhassa, sosyal devleti gerçekleştirmenin araçları olarak, temel haklar arasında ikinci kuşak sosyal haklara geniş şekilde yer verilmiş ve “özgürleştirme” yaklaşımı benimsenmiştir (Gülmez, 2001:27). Birinci ve ikinci kuşak insan haklarının bölünmezliği ve karşılıklı bağımlılığı ilkelerini benimsemiş olması da, 1961 Anayasasının çok önemli bir özelliğidir. Anayasa, insan kişiliğine gerçek saygının, insanın ancak sosyal haklardan faydalanmasını temin etmekle sağlanabileceğini vurgulamıştır. İktidarın kullanılmasına, “yetkili organlar”ı da ortak etmiş ve ayrıntılı anayasal ve yargısal teminatlar meydana getirmiştir (Gülmez, 2001:27). Ancak, tarihsel gelişim içerisinde Türk toplumunun özgürlükçü bir düzene ulaşma gayretleri inişli yokuşlu, kesintili bir grafik göstermekte olup, her “özgürlüğe açılış” dönemini, bir müddet sonra bir duraklama ve gerileme, bir otoriter tepki dönemi takip etmiştir. 1961 Anayasa düzeninin söz konusu bu “devreli” (cyclique) oluşum çemberini aşması beklenirdi, ancak ne yazık ki bu bekleyiş gerçekleşmemiş (Kapani, 1993:127), 1971’de bir muhtıra yaşanmış51 ve ardından da Anayasa değişikliği gelmiştir.

5. 1971 Anayasa değişiklikleriyle başlayıp 1982 Anayasası ile zirveye ulaşan beşinci aşama, “Sınırlamanın Kurala Dönüştüğü Evre”dir. İnsan haklarının Anayasada öngörülenleri ile, insan hakları anlayışı, sınırlı tutulmuştur. Temel hakların listesinde bir değişiklik olmamasına, hatta genişlemesine rağmen, 1961 Anayasasının benimsediği bir

51 On yıllık bir uygulamanın ardından 1961 Anayasasının getirdiği yeni demokratik düzen, 12 Mart 1971’de Silahlı Kuvvetlerin müdahalesiyle noktalandı. 12 Mart Muhtırasının görünürdeki ilk amacı, bir süredir ortaya çıkan şiddet eylemleri, anarşik olayları ve “kardeş kavgası”nı sonlandırmaktı. Fakat Muhtıra yalnızca bununla yetinmiyordu. İşbaşında bulunan iktidar ağır bir dille eleştiriliyor, ülkeyi sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içerisine sokmakla, kamuoyunda güvenirliğini kaybetmekle ve “Anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş” olmakla suçlanıyordu. İstenen şey, “mevcut anarşik durumu giderecek ve Anayasasının öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili” idi (Kapani, 1993:127-128). Muhtırada yer alan bu ifadeler, ilk günlerde birtakım çevrelerde o güne dek tam manasıyla uygulanmamış olan Anayasanın ilerici bir görüşle ele alınarak halka dönük sosyal ve ekonomik reformların gerçekleştirileceği ve sağlıklı bir demokratik düzenin temellerinin atılacağı yolunda birtakım umutların doğmasına neden olmuştur. Fakat olaylar o yönde gelişmemiştir. Tam tersine, kısa bir süre içerisinde 12 Mart Rejiminin giderek katılaşan otoriter bir tutum içerisine girdiği, namluların bu kez Anayasaya doğru çevrildiği ve “12 Mart öncesi”nin tüm suçunu ve sorumluluğunu 1961 Anayasasına yükleme kampanyasının başlatıldığı görülmüştür. Böylece, hiç değilse olayları dışarıdan izleyenler için, şu garip görüntü ortaya çıkmaktaydı: 12 Martta iktidardan uzaklaşanlarla onları uzaklaştıranlar, Anayasanın suçlanması çizgisinde ve onun mutlak suretle değiştirilmesi gerektiği fikrinde birleşiyorlardı (Kapani, 1993:128).

taraftan evrensellik, diğer taraftan özgürlüğün “kural” sınırlamanın “istisna” olması yaklaşımı terk edilmiştir. Tepkici, ayrıntıcı, baskıcı ve yasakçı bir yaklaşımla, sosyal ve sendikal haklar alanında 24 Ocak 1980 tarihinde ekonomik programının uygulanmasını temin edecek bir hukuksal çerçeve oluşturulmuştur. İnsan hakları; insana, işgörene, işçiye ve örgütlerine güvensizlik duyan bir yaklaşımla düzenlenmiştir (Gülmez, 2001:’den Akt: Gülmez, 2001:28). Bu nedenle, 1982 Anayasasıyla girilen temel haklar anlayışı birçok yönden eleştirilmiştir. 1961 döneminin “siyasal olgunluk/azgelişmişlik” çelişkisinin yanı sıra 1982 ile ortaya çıkan bir diğer temel çelişki, Anayasanın bir taraftan Batılı temel haklar yaklaşımına uygun bir düzenlemeyi korurken, diğer taraftan “Devletin bireye karşı korunması” gibi bir yaklaşımı benimsemiş olmasıdır52 (Akıllıoğlu, 1989:192). Her iki yaklaşımın da anayasada yer alması, anayasanın kendi içerisinde zıtlıklar barındırması neticesini beraberinde getirmiştir.

Bunun yanı sıra, yürürlükte bulunan Anayasa bir tepki Anayasası olup, hazırladığı ortam demokrasinin tamamen kesintiye uğradığı askeri müdahale dönemi olduğundan halk iradesini yansıtmamakta, siyasal ve toplumsal uzlaşmaya dayanmamaktadır. Topluma güvensizlik anlayışı ile hazırlanmıştır. Bu nedenle toplum yaşamını en ince ayrıntılarına dek düzenleme iddiası taşımaktadır (Erdem, 1995:29). Böyle bir iddia taşıyan bir anayasanın ise insan haklarını her yönüyle güvenceye almasını, o yönde bir bakış açısı sergileyerek insan haklarını geliştirmeye çalışmasını beklemek mümkün değildir.

Sonuç olarak, ülkemizde, tarihi, ekonomik, sosyal ve siyasal sebeplerle insan hak ve özgürlükleri ideal düzeye ulaşamamıştır (Kocaoğlu, 1997:260). Batı dışındaki toplumların anayasalarında olduğu gibi Türkiye’nin de bütün anayasalarında insan hakları konusunun, söz konusu dönemin hassasiyeti çerçevesinde, düzenlenmiş olması bu alandaki sorunların çözümüne fazla bir katkıda bulunmamıştır (Dursun, 1999:237). Çünkü “Türkiye örneğinde olduğu gibi, evrensellik kazanmış değer ve/veya ilkelerin yazılı metinlere ve altına imza konmuş sözleşmelere konu olması başka şeydir, metinlerin “yüksek yaylası”ndan fiili gerçeklerin “yaşanılan düzlüğü”ne inildiğinde söz konusu ilkelerin hayata geçirilebilmiş olması şüphesiz bambaşka şey olabilir” (Karaman, 1998:504). Bu nedenle de insan haklarının ve onlara ilişkin düzenlemelerin hak ettiği şekilde topluma yansıyabilmesi, hak ettiği değeri bulabilmesi için engellenmeden, sulandırılmadan ya da

52 Demokrasi ve özgürlük anlayışı yönünden 1961 Anayasasının çok gerisinde kalan 1982 Anayasasında dahi, Cumhuriyetin nitelikleri sayılırken (mad. 2), onun “insan haklarına saygılı … demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğu ifade edilmiştir. Fakat, aynı anayasada, temel hak ve özgürlüklerin düzenlenişinde ve devletin çoğulcu yapısının kuruluşunda getirilen aşırı sınırlamaların bu niteliklere ters düştüğünü ve onlarla uyum içerisinde olmadığını belirtmek zorundayız (Kapani, 1991:112).

yozlaştırılmadan hayata geçirilmesi, uygulamaya konulması gerekir. Bu yapılmadığı müddetçe sorunların önüne geçilmesi mümkün olmayacaktır.