• Sonuç bulunamadı

3. Türk Kamu Yönetiminin Özgün Sorunları

3.2. Yönetsel Zihniyetten Kaynaklanan Sorunlar

3.2.1. Devletin Sosyal Yaşamın Ana Kaynağı Olarak Görülmesi:

Bir üst otorite olarak egemenliğin kullanımıyla ilgili (Erkan, 1997:55) olan Devlet, asıl işlevi belirli toplumsal normların uygulanmasını sağlamak ve bunu bir toplum içinde zor kullanma monopolünü elinde bulundurarak yürütmekte olan bir kurumdur (Şaylan, 1974:65) ve “bir kavram olarak, “Devlet”, çok özet olmak üzere, “siyasî- idarî

örgütlenmenin ve gücün en üst düzeyde kurumsallaşması” olarak tanımlanabilir”31 (Hocaoğlu, 1999:236). Genel olarak devlet bu şekilde tanımlanmakla birlikte devlet olgusu kişilerin algılayış tarzları doğrultusunda farklılıklar göstermektedir.

Kimine göre devlet, okul, hastane, fabrika, ordu, yargı, otorite kimine göre ise muhafazakârlık ya da milliyetçilik önkabulüdür. Esasında devlet, onu var edip yaşatan, onu gerçeğe taşıyan ve ondan hizmet bekleyenin yaşı, cinsiyeti, eğitimi, mesleği, düşüncesi kısaca toplumsal duruşu doğrultusunda değişen bir olgudur (Şentürk, 2003:44). Her insan kendi penceresinden devlete bir mana yüklemekte onu kendince anlamlandırmaktadır. Anlamlandırmada bulunurken ilişki içerisine girmiş olduğu, hizmet aldığı kamu kurumları büyük bir etken olmakta, insanların zihnindeki devlet olgusunu şekillendirmektedir. Bunun nedeni insanların devleti ancak ilişki içerisine girdiği kamu kurumları boyutunda tanıyabilmesidir.

Zaten, Devlet, ülkenin ve ulusun bölünmez bütünlüğünün korunması başta olmak üzere, ülkenin savunması, emniyet ve asayişin temini, adaletin hızlı ve etkin dağıtımı, sosyal faaliyet ve hizmetlerin verimli şekilde gerçekleştirilebilmesi maksadıyla halk tarafından kurulmuş müesseselerden oluşmaktadır. Bu sebepten ötürü devlet insanlar için vardır. Devletin, bu varoluş nedenlerinden ayrı olarak kendinden menkul bir kutsallığından bahsedilemez (Altınkaya, 2000:165). Bu durum da karşımıza devletin sosyal hayata dönük rolünü, sosyal devlet olgusunu çıkarmaktadır.

Bu anlamda, “sosyal devlet vatandaşlarının sosyal durumlarıyla, refahlarıyla ilgilenen, onlara asgari bir yaşam düzeyi sağlamayı ödev bilen devlet olarak tanımlanabilir” (Polatoğlu, 2001:82). Sosyal devlet, yurttaşlarının sosyal durumlarını

31Öztekin’e göre (2002:174) “Devlet, insanların birbirlerini korumak, dayanışmayı ve paylaşmayı sağlamak

amacı ile oluşturulmuş sosyal bir örgüttür”. Genç (1998:16) ise, tarihsel süreç içerisinde çeşitli biçimleri görülürse de, günümüzde devletin, sınırları belirli bir toprak parçası (ülke) üzerinde yaşayan, ortak bir kültüre sahip, beraber yaşama isteği içerisinde bulunan ve kendi kendini yöneten siyasi bir örgüt şeklinde tanımlanabileceğini belirtmektedir.

iyileştirmeyi, onlara belirli bir hayat standardı sağlamayı, onları sosyal güvenliğe kavuşturmayı kendisi için ödev bilen devlet anlayışıdır (Gültekin, 2002:64). Ancak bu durum ülkemizde gerek kamu yöneticileri gerekse vatandaşlar tarafından yanlış anlaşılmakta devlet sosyal yaşamın ana kaynağı olarak görülmektedir.32 Söz konusu bu anlayış ise devlete “baba” rolünü yüklemektedir.

Yönetsel anlamda olaya bakıldığında, Türk siyasal kültüründe metafiziksel bir mana içeriğine de sahip olan devlet anlayışı modernleşme gayretlerinin başladığı 19. yüzyıldan itibaren daha da büyük bir önem kazanmıştır. Zira modernleşme sürecinde devlet, değişimin liderliğini yapmaktan kaynaklanan bir güce kavuşurken aynı zamanda Batı karşısındaki zayıflama ve gerilemeden kurtulmanın da yegâne aracı kurumudur. Dolayısıyla devletçi siyasal kültürdeki devlet olgusunu modernleşme süreci daha da pekiştirmiş ve katı bir devletçi kültürü Cumhuriyet’e miras bırakmıştır (Çaha, 1997:258). Bu miras neticesinde, izleri bugün bile çok güçlü bir biçimde toplumumuzda devam eden tarihî geleneğimiz, Devlet’i ve onun başında bulunan kişi ya da kişileri, yani, “Devlet Başkanı”nı, ya da Devlet gücüne hükmedebilen elitleri yüceltmekte; hattâ, hepimizin de bizzat tanık olduğu üzere, söz konusu bu yüceltme günümüzde bile, bazen çok aşırı bir düzeye dahi varabilmekte (Hocaoğlu, 1999:240), büyük siyasi partilerin tümünde belirgin bir “devlet” kutsaması gözlenmektedir. Bu partiler, Devleti, toplumu tanzim ve tedip etme hakkına sahip olan ve toplumdan bağımsız menfaatleri olan üstün bir varlık olarak algılamaktadırlar. Hepsinin gözünde devletin “hikmetinden sual olunmaz” ve “devletin çıkarları” tartışılmazdır (Erdoğan, 1998:805-806). Bu nedenle de hiç kimsenin tartışmaması gerekir.

Vatandaş boyutunda olaya bakıldığında ise karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: Tarih boyunca ülkemizde, devlet sosyal hayatın ana kaynağı olmuş ve “baba devlet” anlayışı içerisinde devletten toplum için her şeyi yapması beklenmiş; dolayısıyla, devletten sosyal, ekonomi ve siyasal hayatı düzenlemesi beklenmiştir. Gerçekten

32 Kocaoğlu (1997:259), Türkiye’de sosyal devlet ilkesinin, tam olarak işletilemediğini, bunda sahip olduğumuz mali kaynakların yetersizliğinden çok, yöneticilerin beceriksizliğinin önemli bir faktör olduğunu söylemektedir. Polatoğlu’na göre (2001:83) ise, T.C. Anayasası tarafından “sosyal devlet” kavramı benimsenmiş ve bunun gerçekleştirilebilmesi için devlete görevler verilmiştir. Ancak uygulamaya bakıldığında sosyal devletin gerçekleştirilmesi için alınan tedbirlerin çok da yeterli olmadığı görülmektedir. Örneğin, Emekli Sandığı, Sosyal Sigortalar Kurumu ve BAĞKUR gibi çeşitli sosyal güvenlik kurumları bulunmasına rağmen vatandaşlarımızın büyük bir kısmı sosyal güvenlikten yoksundur. Ücrette adaletin temin edilmesi devlete bir görev olarak verilmiştir ancak uygulamada asgari ücretin altında bir ücretle çalışan milyonlarca vatandaşımız bulunmaktadır. Bilhassa büyük şehirlerimizde çok yaygın bir biçimde görülen gecekonduların varlığı, devletin konut gereksinimini karşılamak için yeterli önlemleri almadığını göstermektedir.

Türkiye’de hala çoğu insan devletten beklenti içindedir ki, devlet iş bulmanın kaynağı, insanların geleceğinin garanti altına alınmasını temin eden bir öğe ve toplumun tüm kesimlerinin bakımını üstlenen bir kurumdur (Çevik, 2004:48-49). “Türkiye insanının hala büyük bir kesimi onur ve şerefin kaynağı ve bağışlayıcısı olarak devleti görmektedir. Onların gözünde “devlet” sadece teknik, siyasi bir organizasyon değil, insan olarak varlıklarının anlamlı bir parçasıdır, bir bilgi ve eylem referansıdır” (Erdoğan, 1998:812). Bu nedenle de “Türk toplumunun tarihinde ve geleneğinde devletle cedelleşmek yok”tur (Alkan, 1999:5). “Yüzyıllar boyu yaşamımızda yer etmiş tebaa geleneğinin de etkisiyle, en ayrıntıda kalan konularda bile “itaat asıldır, yöneticinin dediği doğrudur, itiraz zarar verir” anlayışı hala geçerlidir” (Kazancı, 2003:7). Bu durumun bir sonucu olarak, Devlet- vatandaş ilişkisinde, bireyin “kul”, devletin ise “baba” imajının ön plana çıkarılması, vatandaşları üzerinde devletin istediği şekilde tasarrufta bulunmasını meşru hale getirecek baskıcı ve otoriter eğilimlere güç kazandırmıştır. Bunun neticesinde, doğal olarak, toplumda devletin rolü, iktidarın ve meşruiyetin kaynağı, bireylerin sorumlulukları vb. gibi hususlarda vatandaşlık bilinci ve demokrasi kültürü yeteri kadar gelişememiş; hukuk devleti ilkesinin, temel hak ve özgürlüklerin ve kişilik haklarının önemi yeteri kadar kavranamamıştır (Saran, 2004:246). Mevcut yapı ve anlayış devam ettikçe de sivil toplum gelişmeyip güdük kalacak,33 söz konusu bu durum geçerli olmaya devam edecektir.