• Sonuç bulunamadı

Hegel Öncesi Felsefede Bilinç Problemi: Descartes, Locke ve Kant

Çalışmanın ilk başlığında felsefe tarihinde üç önemli düşünürün bilinç felsefelerine dair değerlendirmelere yer verilecek, Hegel öncesi felsefede bilinç problemindeki tartışmaların gelişimi anlaşılmaya çalışılacaktır. Bu kapsamda ilk olarak modern felsefenin üç büyük düşünürü olan Réne Descartes, John Locke ve Immanuel Kant’ın bu konuya ilişkin felsefi değerlendirmelerinin takip edilmesi uygun görülmüştür.

17. yüzyıl bilim, yöntem ve doğa tasarımı hususunda büyük bir değişimin yaşandığı, özneyle doğa arasındaki ilişkilerin teorik ve pratik temelden dönüşmeye başladığı bir çağ olmuştur5. Kartezyen dünya yüzyılı olarak da ifade edilen bu çağın simge düşünürü Réne Descartes (1596- 1650)’ın sisteminde ise yöntem, metafizik ve fizik felsefenin üç ana parçasını oluşturur6. Bu açıdan felsefe tarihinde Antik felsefe ve modern felsefe arasındaki ayrım konusunda sıklıkla Descartes’ın düşünen özne(cogito) merkezli

5 Bumin, Tülin, Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza, Yapı Kredi Yayınları, 6.

Baskı, İstanbul, 2014, s. 12- 13.

6 Bumin, 2014, s. 34. Descartes felsefesini bir bilgi ağacına benzeten Bumin’e göre bu ağacın kökünde metafizik, gövdesinde fizik ve dallarında onlardan gelen doğa bilimleri bulunmaktadır. Bumin, 2014, s. 38- 39.

felsefesine işaret edilmektedir7. Bu açıdan Descartes metafiziğinin temelindeki düşünen özne ile onun tasarımının konusu olan dünya arasındaki ilişki, kartezyen doğa tasavvurunun bir sonucudur8.

Kesin bir bilim yapma amacıyla geometrik yöntemi metafiziğe uygulayan Descartes’a göre matematikçilerin aksiyomlardan hareket etmesi gibi felsefenin de aklın yardımıyla oluşturulacak birtakım tanımlara ihtiyacı vardır, zira bir aksiyomdan zorunlu olarak çıkarılabilecek tüm önermeler o aksiyom kadar doğru olacaklardır9. Bu sebeple Descartes, tüm bildiklerinin duyular yoluyla geldiğini ve bunların da aldatıcı olduklarını görerek kesin bilimi elde etmek için şüpheci bir eğilimle hareket etmektedir;

skolastiklerin anlamak için inanmalarına karşın Descartes anlamak için şüphe ettiğini ileri sürmektedir10.

Descartes’a göre düşünen bir şey olmak öncelikle şüphe duymak, kavramak ve kavradığı şeyi doğrulayan bir kişi olmakla ilgilidir. Düşünen şey buradan hareketle kavradığı şeyi isteyen, çevresindekileri hisseden veya doğası gereği hayal kurabilendir11.

7 “Bu durumda Descartes’in felsefesi Klasik Alman İdealizminin ve dolayısıyla modern İdealizmin de başlangıç noktası sayılabilir.” Orman, Enver, Hegel’in Mutlak İdealizmi, Belge Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2018, s. 39.

8 “Rönesans, doğanın düşünülmeden önce duyulduğu ve bu duygunun Skolastiğin duymak yerine bilmek isteyen akla zorla kabul ettirdiği çerçeveleri yıktığı bir dönemdir.” Bumin, 2014, s. 18.

9 Weber, Alfred, Felsefe Tarihi, Sosyal Yayınlar, Çev. Vehbi Eralp, İstanbul, 1991, s.

215.

10 Weber, 1991, s. 215.

11 Descartes, René, Meditasyonlar, Say Yayınları, Çev. Engin Sunar, İstanbul, 2014, s.

62.

Bilinç böylece düşünen ve bu düşünceyle eylemde bulunan insanın tanımlanmasına dair bir çabayı gerektirmektedir ve var olmanın kabulüne ilişkin yargı, bu yargıyı kabul edenin kendine dair sorgulamasıyla anlam kazanmaktadır12. Yöntem Üzerine Konuşma (Discours de la Méthode) isimli ünlü eserinde kendi aklını nasıl yönettiğini göstermeyi amaçlayan Descartes, bu sebeple ortaya konulacak ilk ilkenin şüphecilerin dahi sarsamayacağı cogito ergo sum (Düşünüyorum öyleyse varım.) olduğunu ifade etmektedir13. Bu sebeple Fransız filozofa göre gökyüzü, yeryüzü, ısı, sıcaklık gibi bilincin dışındaki şeylerin düşüncesi onlar gerçek olsalar dahi insanın doğasına bağlı şekilde var olmaktadır14.

İkinci olarak John Locke (1632-1704) İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme (An Essay Concerning Human Understanding) isimli eserine zihinde doğuştan ilkelerin bulunmadığına yönelik iddiasıyla başlamaktadır. “Bir bilgiyi nasıl edindiğimizin gösterilmesi onun doğuştan olmadığını kanıtlamaya yeter.” diyen Locke’a göre bilgimizin doğuştan geldiği iddiası herkes tarafından kabul edilen ancak çürütülmesi gerekli bir yargıdır15. Genel kabullerimizin olması ve kabullere dayalı uslamlama yapmak, bunlar tüm insanların üzerinde uzlaştığı ilkeler de olsa, bu ilkelerin kanıtlandığı iddiasını kabul etmeyi gerektirmemektedir16. Bugüne kadar dünyada üzerinde

12 Descartes, 2014, s. 61- 62.

13 Descartes, René, Yöntem Üzerine Konuşma, Doğu Batı Yayınları, Çev. Özcan Doğan, Ankara, 2016, s. 45.

14 Descartes, 2016, s. 47.

15 Locke, John, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme, Ara Yayıncılık, Çev. Vehbi Hacıkadiroğlu, İstanbul, 1992.

16 Locke, 1992, s. 61.

uzlaşılabilmiş tek bir genel ilke olmadığı iddiasındaki Locke, bir şeyin neyse o olduğuna dair önermeyi dahi kuşkuyla karşılamaktadır17.

Locke’a göre zihnimiz bilmeyle işlemektedir, bir kavramın zihinde bilme mekanizması olmadan var olabilmesi kendi içinde çelişkilidir, bu aynı zamanda zihnin ileride bileceği bütün bilgiler için de şüphe götürmektedir18. Bu sebeple insanın bilgiyi ancak aklını kullanmaya başladıktan sonra kavrayabileceğine dair genel kabullerin çürütülmesi gerekir; çünkü aklın bilgiyi kavraması, bilginin bize doğuştan geldiği iddiasını kanıtlamaya yeterli değildir19.

Bazı bilgilerin zihinde kimilerine göre daha erken bulunduğunu reddetmeyen Locke’a göre bu bilgilerin oluşumu, çocukların zihinlerini kullanmaya başladıkları ilk andan itibaren kazandıkları temel beceriler ile mümkün olabilmektedir20. Çocuğun algılayamadığı fikirlerin zihnine önceden basılmış olduğunu söylemenin anlaşılmaz bir şey olduğunu ifade eden Locke’a göre “Bir kavramın zihne basılmış olduğunu fakat aynı zamanda zihnin onu bilmediğini ve onun henüz ayrımına varmadığını söylemek, bu izlenimi yok saymak demektir21.”

Locke ahlaki ilkeler meselesini de gündeme getirir ve tartışmaya açar. İngiliz düşünüre göre eğer zihinde doğuştan bilginin bulunamayacağına dair bir kabul varsa, onlardan daha şüpheli olan ahlaki ilkelerin doğuştan bizde bulunduğu iddiasının daha kuvvetle reddedilmesi gerekir22. Ahlak ilkelerine dair kapsamlı bir inceleme yapılırsa,

17 Locke, 1992, s. 61- 62.

18 Locke, 1992, s. 63.

19 Locke, 1992, s. 63.

20 Locke, 1992, s. 66.

21 Locke, 1992, s. 62.

22 Locke, 1992, s. 72.

dünyadaki sayısız topluluğun çok farklı ahlak ilkelerini benimsendiği de görülecektir, toplumlar ve eğitim değiştikçe birbirine karşıt ahlaki ilkeler de çeşitlenmektedir23. Böylelikle Locke şu temel ifadeye ulaşmaktadır: “İdeler doğuştan olmadıkça ilkeler de doğuştan olmaz24.” Bu iddiasını bir adım daha öteye götüren Locke, ahlaki idelerin de ötesinde tanrı idesinin sorgulanmaya muhtaç olduğunu düşünmektedir; zira dünyada tanrı kavramının bulunmadığı toplulukların var olması, tanrı idesinin insan zihninde doğuştan var olduğuna dair kabulü de temelden çürütmektedir25.

Üçüncü olarak Alman idealist felsefesinin ünlü düşünürü Immanuel Kant’ın(1724- 1804) insan aklının neyi, nasıl bilebildiğine dair görüşlerinin temel kaynağı olan Saf Aklın Eleştirisi (Kritik der reinen Vernunft) eseri, Kant kritiklerinin ilki olmasının yanında çalışmanın sonraki bölümlerle kuracağı ilgi açısından da önem arz etmektedir26. Kant’ın 1787’de eserin ikinci basımının önsözünde belirttiği gibi bilimde,

23 Locke, 1992, s. 73- 76.

24 Locke, 1992, s. 77.

25 Locke burada o dönemle ilgili olarak artan coğrafi keşifleri işaret ederek şu soruyu sormaktadır; “Eskilerin sözünü ettikleri ve tarih sayfalarında birer leke olarak kalan tanrısızlar bir yana, son zamanlarda denizciler, kendilerinde din kavramının da Tarın kavramının da bulunmadığı topluluklar bulmadılar mı?” Locke, 1992, s. 78.

26 Saf Aklın Eleştirisi’nin çığır açıcı olduğunu ifade edem Heimsoeth’e göre, bu yapıtın ardından bilgi teorisi hakkında yazılan bütün eserler bir şekilde Kant’ın yapıtını takip etmiş, ona karşı çıkmış veya Kant’ın ortaya koyduğu ilkelerin etkisi altında yazılmıştır. Heimsoeth, 2013, 42. Hegel’in metinlerinde Kant’ı okuduğunu gösterecek birçok kanıt olduğunu ifade eden Kılıçarslan’a göre Kant, Hegel’in Glauben und Wissen, Mantık Bilimi, Felsefi Bilimler Ansiklopedisi, Tin Felsefesi ve Felsefe Tarihi Dersleri’nde kapsamlı olarak ele alınmış ve değerlendirilmiştir.

akıldan gelen bir şeyin olanaklılığı deneyden bağımsız ‘a priori’ bir yanın bulunmasıyla mümkündür ve aklın bilgisi nesne ile onun kavramını belirlemek için iki türlü ilişki içerisine girer: teorik ve pratik bilgi27. Algısız kavramların boş, kavramsız algıların ise kör olduğuna dair savıyla Kant, saf kavramların kendi başlarına hiçbir bilgi sağlayamayacaklarını, bilginin ancak somut algılarla meydana geleceğini ifade etmektedir28. Algılar yalnızca duyulardan toplanmış veri yığınları değildir, bilginin düşünce bağlarıyla bağlanması, yorumlanması, anlaşılır hale gelmesi gerekir ve bu anlama yetisinin işidir29. Akıl bu doğrultuda teorik âlemde doğruyu, pratik âlemde iyiyi ve estetik âlemde güzelin duyusunu bize göstermektedir30.

Bilginin bir değil, iki kaynaktan geldiğini ifade eden Kant’a göre bu kaynaklar duyular ve anlama yetisidir31. Duyular insanların dış dünyayla bağlantı kurarak bilgi

Kılıçarslan şunları söylemektedir: “Hegel’in Kant’la ilişkisi sonsuz bir sevgi-nefret ilişkisi olarak tanımlanabilir. Hegel’in Kant’ı takdir ettiği gibi küçümsediğini de görürürüz. Felsefi bir dizgeyi doğru olarak kavramak bir şeydir, onunla anlaşmak, uyuşmak başka bir şeydir. İşin doğrusunu söylemek gerekirse Hegel pek çok önemli başlıkta Kant’tan oldukça ayrı düşünüyordu.” Kılıçarslan, Eyüp Ali, Hegel Tartışmaları, Bibliotech Yayınları, 1. Baskı, 2015, s. 147.

27 Kant, Immanuel, Seçilmiş Yazılar, Çev. Nejat Bozkurt, 4. Basım, Sentez Yayıncılık, Ankara, 2016, 133- 134.

28 Heimsoeth, Heinz, Kant’ın Felsefesi, Çev. Takiyettin Mengüşoğlu, 7. Basım, Doğu Batı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 77.

29 Heimsoeth, 2016, s. 78.

30 Weber, Alfred, Felsefe Tarihi, Çev. Vehbi Eralp, 4. Basım, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1991, s. 304- 305.

31 Heimsoeth, 2016, s. 78.

sağlamalarına yaramaktadır, anlama yetisi ise düşünme, kavram oluşturma ve yargılama yetisi olarak karşımıza çıkmaktadır32. Bu yönüyle Kant, kendinden önceki dönemde ampiristlerin gerçek bilginin duyuya dayalı yansımalar olduğuna dair sava katılmayacak, algının çeşitli duyu organlarınca sağlanan bir yığın olduğu tezinin aksine, algılanan yanında algılayanı da sürecin temel bir ögesi haline getirecektir33. Algının maddesiyle birlikte alıcının formları da burada değerlendirilir; duyu verileri ile birlikte ortaya çıkan bu formlar zaman ve mekân olarak açıklanır34. Birer kavram olmayan zaman ve mekân, duyulara dayanan algı formlarıdır, bu açıdan onlar ‘a priori’, saf algılardır35. Zaman ve mekan birer görü olarak mutlak gerçekliğe sahip olmayan varlıklardır ve bu şekilde insan bilincinin zorunlu kavrayış formlarına Kant zaman ve mekanın transendental idealitesi adını verecektir36.

Kant’a göre insan yalnızca zaman ve mekân içinde verileni bilebilir ve kavrayabilir, zaman ve mekan var olan şeylerin algılanma yolu, görünüş dünyasının formlarıdır37. Bu görüşüne transendantal idealizm adını veren Kant’a göre mekandaki tüm varlıklar hayal veya tasavvurdan ibaret değildir, maddi dünya insanın kendinden daha az gerçekliğe sahip olmayan ampirik bir gerçekliğin dünyasıdır38. Kant’ın düşüncesinde

32 Heimsoeth, 2016, s. 78. Kant’ın düşüncesinde saf akıl ile karşılaştırıldığında pratik akıl ahlakî ve dinî alana ait önemli sorunlarda gerçek hayatta olması sebebiyle daha üstün konumdadır. Weber, 1991, s. 32.

33 Heimsoeth, 2016, s. 78.

34 Heimsoeth, 2016, s. 78.

35 Heimsoeth, 2016, s. 79.

36 Heimsoeth, 2016, s. 80.

37 Heimsoeth, 2016, s. 81.

38 Heimsoeth, 2016, s. 82.

saf akıl idelerin alanında iken pratik akıl ahlaki ve dini alandadır, bu sebeple pratik akıl somut dünya içerisinde olması sebebiyle daha üstün konumda bulunmaktadır39.