• Sonuç bulunamadı

Değişim ve Diyalektik

Belgede Kur'an'da toplumsal çatışma (sayfa 32-38)

Herakleitos’a göre, her şey akar, aynı ırmağa iki kere girmemiz mümkün değildir; çünkü her girişimizde üzerimizden başka sular geçmektedir. Biz ırmağın içine girdiğimiz andan itibaren ne içerisinde bulunduğumuz su, aynı sudur; ne de biz, artık eski bizizdir; kesinlikle daha önceki halimizden farklı bir duruma doğru bir değişim göstermişizdir. Bu nedenle evrende değişikliğe uğramayan hiçbir şey yoktur, her şey sürekli olarak hareket etmekte, başkalaşım içerisinde bir değişiklikle karşı karşıya kalmaktadır.98 Buddhacılar şu örneği verir: “Mumun alevi, her an değişmektedir, ama eski alevden doğan yeni alev, ona benzemektedir; bundan ötürü biz, bunun hep aynı alev olduğu sonucuna varırız.” Her şeyin akış ve değişme halinde oluşunu ileri süren Buddhacılık, her zaman var olacak olanı, duruk- olanı reddetmektedir; bundan dolayı Upanişad’ların ruhun ölümsüzlüğü ve değişmezliği görüşünü eleştirerek, Tanrının ve ruhun kabul edilmeyişini bu ilkeye bağlamaktadırlar.99

Hayattaki her şeyin bir değişim içerisinde olduğunu kabul etmek, hayata tamamen farklı bir pencereden bakmayı zorunlu kılmaktadır. Öyleki hayatta hiçbir genel doğrunun kabul edilmesi mümkün olmadığı gibi, din gibi dogmatik yapıların bu değişiklikle hiçbir ilişkisi olmamakta; bu nedenle de hayatta değişikliğe uğramayan şeylerin kabul edilmesi, bu anlayış çerçevesinde anlamsız ve saçma olmaktadır. Değişim düşüncesinin bu özelliklerini kabul eden Hegel, bir çağa özgü düşüncelerin kendinde mutlak bir doğruluk iddiası taşıyamayacağını, çünkü düşüncelerin değişen tarihsel koşullara bağlı olarak değiştiklerini ifade etmektedir.100 Bu bakımdan topluma hâkim olan güçlerin, varlığını çelişkiyi yok sayarak ve dünyanın değişmez olduğunu ileri sürerek temellendirdiği ve pekiştirdiği iddia edilmektedir.101 Fakat unutmamak gerekir ki, diyalektik düşüncenin arkasında, şu anki durumla gelecek olan durum arasındaki sürekli bir gerilim olduğu düşüncesi yatmaktadır.

97 Giddens, a.g.e., s.5.

98 Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, 10.Bas., İstanbul, 1999, s.24. 99 Hilav, a.g.e., s.24.

100 Çelik, a.g.e., s.67. 101 Hilav, a.g.e., s.51.

Çünkü olayların şimdiki zamanda ortaya çıkan durumu, her zaman bir olumsuzlama süreci içinde başka bir şeye doğru yönelmiştir.102

Bikai’e göre, mevcut dünyada değişmeler meydana gelmekte, hatta bu değişimler daha iyiye doğru gelişmeler olabilmektedirler. Oysa bu dünya, mümkün dünyaların en mükemmeli olmuş olsaydı; ulaşılmış olan bu en mükemmelden daha ötesi olmaz; dolayısıyla onda bir değişiklik de olmazdı.103 Bu nedenle Dahrendorf, öncelikle vurgulanması gerekli olan noktanın toplumun dinamik bir bütün olduğunun kabul edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Bu bakımdan değişme, toplumun özünü oluşturan ve hatta kaçınılmaz olan doğal bir olgudur.104 Herakleitos’a göre, oluş, doğa dünyasında gördüğümüz en somut fenomenlere dayanmaktadır. Bu fenomenler, küçülme ve büyüme, şekil değiştirme ve değişikliğe uğrama gibi olaylardır.105 Burada değişim düşüncesinin salt doğruları106 ve yerleşik yapıları kabul etmediğini, sürekli olarak bir değişim ile gelişmenin gerçekleşmesini zorunlu kıldığını görmekteyiz. Tabi burada değişmenin nasıl gerçekleşeceği sorusu önem arz etmektedir.

Yapısal fonksiyonalistlere göre, değişmenin kaynağı yapının kendisidir ve sosyal sistemin parçaları incelenmelidir.107 Oysa diyalektik açıdan konuya yaklaşan Marksistlere göre, yapının kaynağı değişmedir, tüm sistemdeki ve sistemin sosyal yapısındaki değişmelerle daha fazla ilgilenilmesi gerekir. Bu bakımdan, yapısal-fonksiyonalistler için değişme soyut bir süreç olarak görülürken; Marksistler için ise değişmenin gerçek toplumlardaki bir diyalektik süreç olduğu iddia edilmektedir.108 Yani toplumun temel hareket ettirici etkeni ne olacak ve toplumun değişim yönü nasıl bir seyir izleyecektir? Çatışma, mevcut durumun devam etmesine engel olmaktadır; bu nedenle çatışmanın olup olmaması toplumsal değişme açısından önemli bir konudur. Değişmenin hangi yönde cereyan ettiği, yani çatışarak daha iyi bir toplum mu meydana gelmekte ya da mevcut durumdan daha kötü bir hal mi arz ettiği sorusu çeşitli kuramların ortaya çıkmasını sağlamıştır.

102 Çelik, a.g.e., s.68.

103 Cafer Sadık Yaran, Kötülük ve Teodise, Vadi Yay., Ankara, 1997, ss.160-161. 104 Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.413.

105 Gökberk, a.g.e., s.24. 106 Gökberk, a.g.e., s.25. 107 Kongar, a.g.e., s.145.

Sosyal statik, toplumun mevcut sosyal yapısını ve düzenliliğini içerir. Sosyal dinamik ise sosyal düzeni kargaşalık içine sokan değişme ve çatışma güçleri ile ilgilidir.109 Karl Marx’ın ilk ve en önemli düşüncesine göre toplum, gerginlik ve mücadele ile değişmeyi yaratan zıt güçlerin hareket eden bir dengesidir, gelişmenin itici gücü, bu zıt güçler arasındaki mücadeledir. Bundan dolayı ilerlemenin temel gücü, barışın gelişimi değil, mücadelelerin artmasıdır.110 Bu anlamda diyalektik kavramının zıtlıkları içerisinde barındırması; böylece de ilerlemenin diyalektik süreciyle sağlanacağı düşüncesi, çatışma kavramıyla sıkı bir ilişki içerisindedir. Bu bakımdan Dahrendorf’a göre toplumları ancak birincil (devamlılık, ahenk, denge ve bütünlük) ve ikincil yönlerini (değişme, çatışma ve zorlama) birlikte değerlendirerek anlayabiliriz. Bu nedenle, toplum dediğimiz dinamik bütünü ancak bu karşıt niteliklerin diyalektik ilişkisi içinde anlamlandırabiliriz.111

Diyalektik modeller, evrimci modellerin özel bir şeklidir. Evrim, tekdüze ve doğrusal bir gelişme ifade ederken, diyalektik bu gelişmenin yadsınmasının yadsınması (tez-antitez- sentez) ilkesine göre aşamalı bir şekilde işlemektedir. Fakat her ikisinde de ilerlemenin sağlanacağı düşüncesi vardır.112 Diyalektik, bu şekilde evrim sırasında ortaya çıkan her aşamanın kendisini ortadan kaldıracak ve zıddını yaratacak öğeleri de beraberinde getirdiği fikrine dayanır. Değişme sırasında bütün varlık ve öğeler zıtlar da dahil olmak üzere birbirlerini etkiler, her şey kendi zıddını beraberinde getirir ve kendi zıddını yaratır.113 Fichte’ye göre, her hangi bir şey, kendini tanımlamak istediği zaman, kendi karşıtına muhtaçtır; yani kendi çelişkenini ortaya koymak zorundadır. Yoksa Aristoteles mantığında olduğu gibi kendisiyle çelişen şeyi ortadan kaldırmak zorunda değildir.114 Oluş ve değişme, karşıtların çatışmasının sonucudur, her şey karşıtların birliğinin (ayrılmazlığının) sonucudur.115 Yani bir şeyin varlığında sadece tek bir özellik yoktur, aynı zamanda o özelliğin zıddı, yine aynı şeyin varlığında bulunmaktadır. Hegel’e göre, şeyler kendilerini daha iyi ortaya koyabilmek (tanımlayabilmek) için karşıtlarına dönüşürler, yani karşıtları haline geçmek için değişirler.116 Böhme, Tanrı'nın eylemini ancak olumsuzlayış ilkesi sayesinde ortaya çıkaracağını; bunun, Tanrı için olduğu gibi bütün eşya için de geçerli

109 Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.130.

110 Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çev. Korkmaz Alemdar, 4.Bas., Bilgi Yay., Ankara,

2000, s.122.

111 Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.413. 112 Kongar, a.g.e., s.117.

113 Kongar, a.g.e., s.115; Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.83; c.2, ss.511-512. 114 Hilav, a.g.e., s.81.

115 Hilav, a.g.e., s.34.

116 Hilav, a.g.e., s.154. Hegel’in bilincin farklılaşması ve çelişmesi sürecini incelerken bu metodu kullandığı-

olduğunu söyler. Yani hiçbir şey kendi karşıtı olmaksızın ortaya çıkamaz; her şey, aynı zamanda olumlayış ve olumsuzlayıştır. O, karşıtı olmaksızın, Tanrı’nın bile kendini ortaya çıkaramayacağını vurgulamaktadır.117 Şeylerin anlam kazanmalarında zıtların önemli işlevler üstlendiği gibi, sosyal olay ve olguların anlam kazanmaları ve anlaşılmalarında da zıtlık olgusunun önemli bir işlevi yerine getirdiğini118 bilmemiz, zıtlık konusunda dikkat etmemizi gerektiren noktayı hatırlatmaktadır ki, o da, bir şeyi daha iyi kavramamız için karşıtına muhtaç olduğumuz düşüncesidir. Böylece bir şeyin karşıtını bilirsek o şeyin daha iyi anlaşılabileceği düşüncesi, bizim çatışma kavramında çatışmanın zorunlu olarak ortaya çıkacağını göstermektedir. Yani çatışma denildiğinde, toplumların çatışma sebepleri her ne olursa olsun önemli değildir; çünkü toplumun kendini kavrama amacı veya sadece kendi varlığını hissetmesi, toplumun kendi zıddını ortaya çıkarmasını zorlamakta; böylece ‘öteki’ toplum anlayışını ortaya çıkararak, bu iki toplum arasında bir diyalektik sürecin başlamasına neden olmaktadır, yani çatışma sürecinin.

Herakletios’un diyalektiğinde dünya, karşıt şeylerin karşılıklı etkileşimi, onların birliği ve çatışmalarıyla belirlenir. Doğru olanın kavranması, karşıtların değişimi, karşıtların çatışmalarının kavranması ile olanaklıdır.119 Hegel, bu nedenle evrendeki oluş ve hareketin ilk koşulunun olumsuzlama olduğunu, karşıtlıklar arasındaki savaşın, ölümü değil; hayatı doğurduğunu ve sonuçta da eskilerden daha üstün varlık formlarının ortaya çıkmasını sağladığını belirtmektedir.120 Bu bakımdan ona göre, her varoluş mantıksal olarak kendi karşıtına dönüşerek kendini aşmak zorundadır. Varlık belirli bir varoluş olmadan önce hiçlikle özdeştir; ama mantıksal olarak varlık hiçlikle özdeş kalamayacağından belirli bir nitelik altında farklılaşacak, kendine yabancılaşacaktır. Böylece hareket ve değişim, başlangıçta örtük olarak bulunan bütün niteliklerin somutlaşmasına dek sürecektir.121 Mantıkta çelişme ilkesi, “Bir şey aynı zamanda hem var, hem yok olamaz” şeklindedir. Bu ilke Hegel’de değişime uğramakta ve çelişme ilkesi “zıtlıkların bir arada bulunması gerekir” şekline dönüşmektedir. Bu bağlamda Hegel’in diyalektik yöntemi, şeyler arasında çelişkiler bulunduğunu kabul ederken, bunu yalnızca maddenin bir yanı olarak görmektedir; bundan daha önemlisi, yani bütün şeyler kendi içlerinde çelişkilidir ve iç çelişki bütün hareketin ve canlılığın köküdür. Bunun anlamı Hegel’e göre, bir şey ancak bir çelişki

117 Hilav, a.g.e., ss.67-68.

118 Ejder Okumuş, Meşruiyet Ekseninde Din ve Devlet, Pınar Yay., İstanbul, 2003, s.45. 119 Gökberk, a.g.e., 24.

120 Hilav, a.g.e., s.155. 121 Çelik, a.g.e., s.68.

içerdiğinde hareket eder, demektir.122 Mutahhari’ye göre, evrenin yaratılışının temel ilkesi, karşıtlık ilkesidir. Evren, bir karşıtlıklar bütünüdür, bu nedenle evrenin tüm düzeni içinde kötülükleri ortadan kaldırmamız mümkün değildir; yani kötülükler olmaksızın, evrenin varlığı söz konusu olamaz. Bu yüzden evrendeki şerleri kaldırmak ve şersiz bir evren kurmak imkânsızdır. J. L. Mackie, farklılıklar ve karşıtlıklar söz konusu olmasa, çokluktan, farklı ve çeşitli şeylerin uyumundan meydana gelmiş bir bütünden söz edilemeyeceğini, çeşitli varlıklar olmayınca, topluluktan ve düzenden söz etmenin anlamsız olacağını belirtmektedir.123

Eski İran düşüncesinde gerçek anlamda diyalektik anlayışa ulaşılamadığı görülmektedir; çünkü bu düşüncede, karşıtlıklar arasında bir çatışmanın ve savaşın sürüp gittiği ve evrendeki varlıkların iki kategoriye ayrıldığından bahsedilmekteydi. Bu kategorilerden birinde, ışık (aydınlık) ilkesi tarafından yönetilen iyilik kuvvetleri; ötekinde, karanlık ilkesi tarafından yönetilen kötülük kuvvetleri yer alıyordu. Bu iki çeşit varlık arasında sonu gelmez bir savaş vardı. Karşıtlık ve çatışma kavramlarına rağmen, burada temel düşüncenin değişmezlik olduğu görülmekte ve çatışmanın diyalektik özelliği de böylece ortadan kaybolmaktadır. Çünkü bu iki karşıt ilke arasındaki çatışma, sonunda her ikisini de içine alan ve her ikisinden de farklı olan yeni ve daha üst düzeyden bir ilke ortaya çıkarmıyor; bu iki ilkeden biri, ötekini yalnızca yenilgiye uğratıyordu.124 Hegel, böyle bir mücadele içinde, rakibin ortadan kaldırılmasının bir işe yaramayacağını; bilakis rakibin “diyalektik” olarak ortadan kaldırılıp aşılması gerektiğini vurgulamaktadır.125 Çünkü bu durumda, rakiplerden biri ölü olunca, hayatta kalanı "tanıyıp-kabul edemezdi" ve bundan ötürü hayatta kalan insanlığını ortaya koyup gerçekleştiremezdi. Öyleyse, insansal varlığın kendinin-bilinci olarak ortaya çıkabilmesi için, insansal varlıkta bir çokluk olması yetmez. Bu çokluğun, bu “toplumun”, kökçe farklı iki davranışı da içermesi, kapsaması gerekir.126 Engels, bir tohumun, bir insan ayağı ile ezilerek ortadan kaldırıldığını düşünelim, der. Bu durumda, tohum ortadan kaldırılmış ve değişikliğe uğratılmıştır, ama burada diyalektik bir dönüşüm (değişme) söz konusu değildir ona göre. Diyalektiği açıklamak için bir arpa tohumunu örnek olarak açıklamaktadır: Arpa bitkisinin, kendi ürünü olan başağı ortaya

122 Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.510.

123 Yaran, a.g.e., ss.146-147. Mackie, Mutahhari’nin ve kendisinin ateistik bir şekilde vurguladığı

düşüncelerin Tanrı’yı sınırlandırmak anlamına geleceğini ve kötülük olmadan iyiliğin olamamasının ontolojik bakımdan zorunlu olmadığını; çünkü bunun dilimize ve düşüncelerimize ait olduğunu belirtmektedir. A.e., s.149.

124 Hilav, a.g.e., s.16. 125 Hilav, a.g.e., s.138. 126 Hilav, a.g.e., ss.134-135.

çıkararak kendini olumsuzladığını, böylece de başağın, bitkinin olumsuzlanması olduğunu söyler. Ama bitki de tohum bakımından bir olumsuzlama olduğuna göre demek ki, başak, basit bir olumsuzlama değildir. Olumsuzlamanın olumsuzlanmasıdır; yani başak (meyve) hem tohumu, hem de bitkiyi içinde taşımaktadır.127

Hegel’in diyalektik tarih anlayışı, daha sonra Marx’ın düşüncesinin gelişiminde önemli bir etkiye sahip olmuştur.128 Marx’a göre, Hegel’de diyalektik baş aşağı durur. Mistik kabuk içindeki rasyonel özü bulmak için onun tersine çevrilmesi, ayakları üstünde durdurulması gerekmektedir.129 Yani Marx, daha çok Hegel’in diyalektiğini ruhani yanından ayıklayarak insan öznesini faal, üretken, doğayla girdiği etkileşimle kendini var eden bir varlık olarak görmüştür.130 Hegel, diyalektiği idealist felsefenin aracı olarak kullanırken; Marx ise onu materyalist bir felsefenin aracı olarak kullanmıştır.131 Böyle düşünen Marx, toplumsal değişmenin nedenlerinin felsefi alanda, insanların kafasında ya da mutlak gerçeği kavramalarında olmadığını söyleyerek; diyalektik sürecini hayata uygular132 ve toplumsal değişmenin nedenini üretim biçimindeki değişmelerin, ekonominin ve toplumsal sınıfların oluşturduğunu iddia etmektedir.133

Diyalektik düşüncesinin çatışma kavramıyla çok yakın bağlarının olması bizim de araştırmamıza ışık tutacak konular çıkarmamızı sağlamaktadır:

1. Toplumların durağan olmayarak sürekli bir değişimle karşı karşıya kalması, mevcut durumun hiçbir zaman ulaşılabilecek son nokta olmadığını göstermektedir, bu nedenle de mevcut durumdan farklı olarak hangi durumlar, eski olanla bir çatışmaya girerek nasıl onun yerine geçecektir?

2. Eski durum nasıl bir durumla karşı karşıya kalacak ki değişim gerçekleşecektir? 3. Değişim toplumun kendi yapısının içerisinde mi oluşacak, ya da dışarıdan gelen etkilerle mi meydana gelecek?

4. Bir toplumla karşı karşıya gelindiğinde o toplumun yok edilmesi ya da boyunduruk altına alınmasından hangisi toplumu nasıl etkileyecektir?

127 Hilav, a.g.e., ss.189-190. 128 Çelik, a.g.e., s.68.

129 Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, s.118; Çelik, a.g.e., s.64.

130 Morris, a.g.e., s.54. Marx, Hegel’in diyalektiğini ‘katıksız düşüncenin diyalektiği’ olarak nitelendirerek,

gerçek maddi yaşamla ilgisinin olmadığını söylemektedir. Eleştiriler için bkz: Marx, 1844 İktisadi ve Felsefi El Yazmaları, ss.79-101.

131 Kongar, a.g.e., s.116.

132 Marx, filozofların dünyayı sadece çeşitli biçimlerde yorumladıklarını; oysa sorunun dünyayı değiştirmek

olduğunu söyler. Marx, Feurbach Üzerine Tezler, s.106.

5. Her şeyin bir zıddının olması demek, toplumdaki düzenle birlikte, bir uyumsuzluğu gösterdiğine göre, bu toplumlardaki bu zıtlıklar onları nasıl yönlendirecektir?

Belgede Kur'an'da toplumsal çatışma (sayfa 32-38)