• Sonuç bulunamadı

2. Tahkik Bölümünde İzlenen Metot

1.1. Bitlisî’nin Câmiu’t-Tenzîl Ve’t-Te’vîl Adlı Eseri

1.1.3. Âl-i İmrân Sûresinin Genel Konuları ve Tefsirdeki Yeri

Mushaf tertibine göre, üçüncü sırada yer alan sûre, “İmrân ailesi” anlamına gelen “Âl-i İmrân” adını, 33. âyetinden alır. 200 âyettir. Hz. Peygamber (s.a.s.), bu sûreyi, Bakara sûresiyle birlikte “iki çiçek” anlamında ez-Zehrâveyn108 olarak nitelendirmiştir. Âl-i İmrân sûresinin faziletine dair bazı rivayetler vardır. Zehrâveyn hadisi olarak bilinen Müslim’in rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kur’ân-ı Kerîm'i okuyun. Zira Kur’ân, kendini okuyanlara kıyamet günü şefaatçi olarak gelecektir. Zehrâveyn'i yani Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini okuyun! Çünkü onlar kıyamet günü, iki bulut veya iki gölge veya saf tutmuş iki grup kuş gibi gelecek, okuyucularını müdafaa edeceklerdir…”109 Tirmizî ve Dârimî’nin Fezâilu’l-Kur’ân bölümlerinde sûrenin faziletine dair hadisler mevcuttur.110 Medine’de indirilen sûrenin sebeb-i nüzulü olarak iki olay göze çarpmaktadır. Biri Uhud Savaşı, diğeri ise Hristiyan Necran heyetinin Medine’ye gelişi ve Hz. Peygamber (s.a.s.) ile yaptıkları münazaradır.

108 Müslim, Salâtu’l-Müsafirîn 42 (H: 804).

109 Müslim, Müsâfirin 252 (H: 804).

37

Sûre, muhteva açısından şöyle değerlendirilebilir:

Âl-i İmrân sûresinin hurûfu mukatta ile başlayan ilk âyetlerinde, Cenâb-ı Hakk’tan başka hiçbir ilah olmadığı, Onun, ezelden ebede diri olan hayy ve tüm mevcudatı var edip ayakta tutan kayyum olduğu ifade edilir. İslam dininin tevhit temeli vurgulanarak, Hristiyanların, Hz. İsa (a.s.) konusundaki inancının temelsiz ve tutarsız olduğu gerçeği muhtasaran ifade edilmiştir (âyet 1-2). Zira Hz. İsa (a.s.) ölümlü ve kendisi dâhil başka hiçbir varlık üzerinde kayyumiyet tecellisi olmayandır. Tüm ilahî kitapların menşei vahiydir ve ilahî vahyin gayesi de tüm insanları hak dine yöneltmektir (âyet 3-4). Cenâb-ı Hakk, yerde gökte ne varsa bilir ve rahimlerde olanı şekillendirir. O, mutlak güç ve hikmet sahibidir (âyet 5-6).

7. âyette, Kur’ân’daki âyetlerin muhkem veya müteşabih oldukları söylenmekte, Hz. İsa (a.s.) örneğinde olduğu gibi kişilerin -özellikle fitne amacıyla- çarpık istidlalleriyle verdikleri batıl hükümler kınanmaktadır.

İleriki âyetlerde Bedir savaşında karşı karşıya gelen Müslümanlarla Mekke müşrikleri konu edilerek Allah’ın müminlere yardımından bahsedilir (âyet 13). Bazı dünya nimetleri insanlara cazip kılınmış olmakla birlikte bunlardan daha hayırlı olan ahiret nimetleridir (âyet 14, 16-17); çünkü Cenâb-ı Hakk’tan başka ilah yoktur. Bizzat kendisi, melekler ve ilim sahipleri de buna şehadet etmektedir. O izzet ve hikmet sahibidir (âyet 18). Allah katında yegâne din İslam’dır ve hakikati bildikleri halde bu konuda ihtilaf eden Ehl-i kitap ise Allah’ın âyetlerini inkâr etmektedir (âyet 19).

Sonraki âyet-i kerîmelerde Yahudilerin, azabı hak etmelerinin sebebi açıklanmakta, uydura geldikleri yalanların bir sonucu olarak ahirette hesap verecekleri vurgulanmaktadır (âyet 21, 23-25).

Cenâb-ı Hakk, Yahudilerin uydurduğu iddialara, mülkün mutlak sahibinin kendisi olduğunu beyan ederek cevap verir. O mülkünü dilediğine verir. Verdiği nimetleri geri almaya da kadirdir. O’nun kudreti sonsuzdur ve her şeye gücü yeter.

38

Geceden gündüzü, gündüzden geceyi çıkarır. Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarır (âyet 26, 27).

Sûre, Müslümanların başka din mensuplarıyla ve bilhassa putperestlerle ilişkilerini düzenleyen âyetlerle devam eder (âyet 28). Eğer kişi gerçekten Allah’ı seviyorsa Hz. Peygamber’e (s.a.s.) uymak zorunluluğu vardır. Allah’a ve Resul’üne itaatten yüz çevirmek ise küfre düşmek demektir (âyet 31-32).

Hz. Âdem (a.s.), Hz. Nuh (a.s.), Hz. İbrahim (a.s.) ve İmrân soyundan gelen peygamberleri seçip gönderen O’dur (âyet 33-34).

35. âyetten itibaren İmrân ailesinin hikâyesine geçilerek İmran’ın hanımının adağı, Allah’a adanan bir hayatın temsili olarak Hz. Meryem’in (r.a.) dünyaya gelişi, Hz. Zekeriyya’nın (a.s.) duası ve Cenâb-ı Hakk’ın bu duaya icabet edişi, Hz. Meryem’e gelen ilahi emirler ve Hz. İsa’ya (a.s.) hamile kalışı anlatılmaktadır (âyet 35-45). Devamında bir peygamber olarak Hz. İsa’nın (a.s.) vasıfları ve risâlet vazifesi, havarilerle beraber irşat mücadelesi, Yahudilerin tuzaklarına mukabil Allah’ın Yahudilere olan tuzağı, Hz. İsa’nın (a.s.) Allah tarafından, onun nezdine yükseltilişi anlatılmaktadır (âyet 46-51, 52-56).

Sûre, 59. âyetten itibaren sûrenin nüzul sebebini de teşkil eden Necran Hristiyanlarının İsa (a.s.) hakkındaki asılsız iddialarına cevap verir. Hz. İsa Allah’ın “ol” demesi ile olmuştur. Kendilerine sunulan bütün delillere rağmen yanlış inançlarında ısrar eden Hristiyanlar, 61. âyet-i kerîmeyle, Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından mübaheleye (karşılıklı yeminleşme) çağırılmıştır. Sûrede, Hristiyanların batıl inançlarının odak noktası olan Hz. İsa’nın konumu hakkındaki iddialara açık delillerle cevap verilir ve özelde Hristiyanlar genelde tüm Ehl-i kitap tevhide davet edilir (âyet 64).

Sûre, hem Hristiyanların hem de Yahudilerin Hz. İbrahim (a.s.) hakkındaki tartışmalarına cevap verir ve Hz. İbrahim’in (a.s.) Yahudi veya Hristiyan değil, Müslüman olduğunu söyler. Hz. İbrahim’e (a.s.) en yakın olan ise ona tabi olanlar, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ve ona iman edenlerdir (Müslümanlar) (âyet 65-68).

39

Ehl-i kitap aslında Müslümanların sapmasını ister; zira kendileri haktan sapmıştır. Onlar Allah’ın âyetlerini inkâr etmekte, hakkı batılla karıştırmakta ve sırf Müslümanları saptırmak için münafıklık yapmaktadır. Buna karşılık lütuf, Cenâb-ı Hakk’ın elindedir. Ve rahmetini dilediğine verir (âyet 69-74).

Ehl-i kitabın itikadî açıdan yanlışları ve Müslümanlara zarar verme gayretlerinin anlatıldığı bu âyetlerden sonra, onların beşeri ilişkiler alanındaki olumsuz davranışlarına ve özellikle aralarından bazısının Arapların emanetlerine riayet etmemeyi gerekçelendirdiklerine değinilir ve ardından bu davranışlarının cezası açıklanır (âyet 75-77).

Hz. İsa’ya (a.s.) atfedilen rubûbiyet davası ne ilahî kaynaklıdır ne de Hz. İsa’nın talebidir. Bilakis tüm peygamberler ancak Allah’a kul olaya davet eder (âyet 79-80).

Sûrede, nübüvvet konusunun ulûhiyyete göre yerini belirleyen âyetlerle mesele iyice aydınlığa kavuşturulduktan sonra peygamberlerin birbirlerine göre durumları açıklanır. Allah onların hepsinden mîsâk almıştır: Her peygamber kendisinden öncekileri tasdik eder, kendisinden sonra gelecek peygamberi de haber verir ve ona yardım eder (âyet 81).

Müslümanlar Allah’a, kendilerine indirilen Kur’an’a, Hz. İbrahim (a.s.), Hz. İsmail (a.s.), Hz. İshak (a.s.) ve Hz. Yakub’a (a.s.) indirilenlere, Hz. İbrahim soyundan gelen peygamberlere gönderilenlere inanırlar. Hz. Musa’ya (a.s.), Hz. İsa’ya (a.s.) ve diğer peygamberlere indirilen kitaplara da inanırlar ve Allah’ın peygamberleri arasında fark gözetmezler, “Biz Allah’a teslim olmuşuz” derler (âyet 84).

Kim İslam’dan başka din arama çabasına girerse bu, ondan kabul edilmeyecek ve ahirette hüsrana uğrayacaktır (âyet 85).

Allah’ın rızasına ulaşmak, sevdiği şeyleri Allah yolunda feda ederek olacaktır (âyet 92).

40

Devamındaki âyetlerde Tevrat’ta yer alan ve Yahudilere haram kılınan yiyeceklere gönderme yapılarak, Yahudilerin konu ile ilgili iddialarının asılsız olduğu ifade edilir (âyet 93-95).

96. âyetle beraber mabet olarak yeryüzünde yapılmış ilk binanın Hanif dinin sembolü olan Kâbe olduğundan bahsedilerek hac farizasını yerine getirme emrine yer verilir (âyet 96-97).

Sonraki âyetler, Ehl-i kitabın inkârını ve Allah’ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek müminleri Allah’ın yolundan çevirme çabalarını konu edinir ve devamında müminleri Ehl-i kitaba karşı uyarır. Müminlere hiçbir surette bölünmemeleri ve Allah’ın ipine sımsıkı sarılmaları vurgusu yapılarak Allah’ın kendileri üzerindeki nimetleri hatırlatılır. Müminler faydasız ve anlamsız tartışmalardan sakındırılır (âyet 98-105). Ardından konunun bağlamına uygun olarak kıyamet günündeki bazı haller mecazî ifadelerle anlatılır (âyet 106-107).

Müslümanlar iyiliği emreden, kötülüğü engelleyen ve Allah’a inanan bir kitle oldukları için insanların yararına ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmettir (âyet 110). Ehl-i kitabın ise çoğu -içlerinde inananlar olsa bile- yoldan çıkmıştır. Onlar, savaşta kaçan ve müminleri inciten kimselerdir. Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmeleri nedeniyle onlara alçaklık damgası vurulmuş, aşağılanmaya mahkûm olmuşlardır. Fakat onların hepsi bir de değildir. Aralarında Allah’a ve ahiret gününe hakkıyla inanıp ibadet eden bir grup da vardır (âyet 110-115). Müminler, kendilerinden olmayanları sırdaş edinmemelidir ve Ehl-i kitabın fitneleri konusunda dikkatli olmalıdır (âyet 118-120).

121. âyetten itibaren ağırlıklı olarak Uhud savaşından bahseden Âl-i İmrân sûresi, konu ile ilgili olarak Müslümanların Uhud savaşından alması gereken dersler üzerinde durmuştur. Müslümanların, Bedir savaşında zafer kazandığı halde Uhud’da Hz. Peygamber’in (s.a.s.) emrini yerine getirmedikleri için mağlubiyetlerine ve bunun hikmetlerine dikkat çekilmiştir.

Sûre, devamında bazı fıkhî meseleler hakkındaki hükümleri konu edinir. Kat kat faiz yememe emri ile beraber müminler, Allah’tan sakınmaya davet edilir.

41

Ayrıca, Allah’a ve Hz. Peygamber’e (s.a.s.) tam bir itaatin akıbeti olarak cennetle müjdelenen müminlerin özellikleri anlatılır (âyet 130-136).

180. âyetten itibaren ise Yahudilerin desiseleri, kuşku ve vesveseye düşürmek, tuzak kurmak ve hile yapmak suretiyle ortaya koydukları inançsızlıkları, münafıkların Müslümanları yıpratma çabaları ve müminlere yapılan teselli yer alır (âyet 180-188).

Sûrenin genel bir özeti hüviyetindeki son âyetlerinde ise Allah’ın göklerin ve yerin mutlak hâkimi olduğu, mevcudatı yaratışı ve tedbirinde akıl sahipleri için ibretler olduğu söylenir (âyet 189-190). İşte bu akıl sahipleri de her durumda Allah’ı anan, Allah’ın âyetleri üzerinde tefekkür eden, imana davet eden bir davetçi işittiklerinde hemen iman eden kimselerdir. Rableri de onların amelini zayi etmeyecektir. Kâfirlerin ise akıbeti cehennemdir. (191-198)

Sûre, imanda sebat edenlerin ebedî mutluluğa ereceği vaadiyle son bulur (âyet 200).

Ulûhiyet ile nübüvvetin birbirinden kesin çizgilerle ayrıldığını anlatan Âl-i İmrân sûresi, genel olarak, Hristiyan ahlakı üzerinde durur. Hristiyanlar, bir beşer olan Hz. İsa’yı (a.s.) ilahlaştırarak onda bir takım ilahî özelliklerin var olduğunu vehmetmişler, bunun bir sonucu olarak da tevhit inancından sapmışlardır. Yahudileri hidayete davet eden Bakara sûresinin devamı niteliğindeki Âl-i İmrân sûresi, aynı çağrıyı bu kez Hristiyanlara yaparak onları, yanlış inançlarından vazgeçmeleri ve Kur’ân’ın rehberliğini kabul etmeleri için uyarır.

Âl-i İmrân sûresi, İmrân ailesi örnekliğinde Allah’ın yoluna adanan hayatları resmetmekte, Hz İsa’nın (a.s.) sürekli annesine nispet edilerek zikredilmesi ile onun Allah’ın oğlu değil, Meryem’in oğlu olduğu gerçeğine tekrar tekrar dikkat çekmektedir. Sonuç olarak bu sûre Allah’ın hem ulûhiyet hem de rubûbiyet birliğini işlemektedir. Âl-i İmrân sûresinin, şekil ve muhteva açısından Bitlisî’nin tefsirindeki yerini değerlendirirsek şunları söyleyebiliriz: Âl-i İmrân sûresi, tefsirin geneli içerisinde telif usulü açısından en sistematik sûrelerden biridir. Âyetler, çoğunlukla onarlı gruplar halinde tasnif edilmiştir. Âyetlerin zahiri yorumlarının yapıldığı bölümlerde “tefsir”

42

başlığı çoğunlukla ihmal edilmiş; tasavvufî-felsefî yorumlar ise “tevil-işâret, tevil-işârât” vb. başlıkları altında verilmiştir. Sûrenin tefsirinde ana konu olarak Allah’ın ulûhiyet ve rubûbiyet birliğinin öncelendiği söylenebilir. Özellikle sûrenin genel mesajı olan “tevhit” vurgusu, hem zahiri ilimlerin hem de nazarî-sûfî yorumun argümanları ile defaatle işlenmiştir. Âl-i İmrân, varlığın nasıl ortaya çıktığı sorusuna “fâil-kâbil ilişkisi” üzerinden cevap veren ve konunun en ayrıntılı işlendiği sûre olarak göze çarpmaktadır. Âyetlerin işarî yorumlarında etvâr-ı seb‘ayı kalbiyye (kalbin yedi mertebesi/psikoloji) üzerinde durulmuş, birçok âyet, bu itibarla da yorumlanmıştır.

1.2. Bitlisî’nin Tefsir ve Tevil Anlayışı