2.5. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI
2.5.2. Hâkim (Tanrısal) Anlatıcı Bakış Açısı
94
bırakmış. Adamı sevmemiş, çocuğu da sevmemiş belki. Ama daha genç, yirmi beşinde, oturduğu yerde parçalanmış, erimiş, tükenmiş, ama dinmemiş, evde olduğunu bilmiyordum, karımın onu beşiğinde bırakıp gittiğini bilmiyordum dememiş, yaktım demiş, benimle birlikte yansın istedim demiş, kendisini cezalandırmak istemiş (Süngü, 2018b, s. 73).”
95
2017, s. 44).” diyerek kahramanın fakirliğine bir daha dikkat çeker. Kahraman, ilkokula gitmesi gerektiği halde boyacılık yaparak para kazanmaktadır. Ailesi, onu okula göndermek istememektedir. Yoksul oldukları için evdeki herkesin çalışması gerekmektedir. Hâkim anlatıcı, sahipsizlik duygusunun altında kalan kahramanı anlatırken onun yaşadıkları dışında bir şey bilmediğini, bu yüzden de etrafında gördüklerinin onun için bir anlamı olmadığını sıkça dile getirir: “Börekçiden çıkınca durup okula doğru bakmadı, bakmak aklına bile gelmedi, bu yüzden görmedi orada yaşıtlarını. Yoluna devam etti (Süngü, 2017, s. 45).” diyerek okul bahçesinde oyun oynayan ve dönem şartları içinde normal hayat süren akranlarının mutluluklarını bile görmez. Öykü soğuk bir kış gününde geçmektedir. Kahramanın üstünde eski kot pantolon, kazak ve parkası vardır. Ancak bu kıyafetler onun kış gününde dışarıda ayakkabı boyarken üşümesini engelleyemez. Hâkim anlatıcı, kahramanın yoksulluktan başka türlüsünü bilmediği için üşüyüp üşümediğini dahi fark etmediğini söyler. Hatta bu durumu hiç üşümedi diyerek tekrar eder.
“Çayını şapırdatarak içti, poğaçalarını yedi, sonra bardağı bıraktı ayağının dibine.
Öğlene kadar birkaç çift iş yaptı. Hiç üşümedi. Öğlen saatlerinde iyice doldu kahve, masalar, kapının önü, giren çıkan… Çay içen, oralet, kahve, sigara içen. Hiç üşümedi.
Alışıktı kapının önünde, yerdeki taburenin üzerinde akşama kadar oturup üşümemeye (Süngü, 2017, s. 45).”
Hâkim anlatıcı bakış açısının bir özelliği de anlatı içindeki kahramanların akıllarından geçirdikleri her şeyi bilmesidir. Hâkim anlatıcı, bu öyküde de öğle yemeği olarak simit yedikten sonra canının sigara çektiği sahnede, kahramanın içinden geçenleri bilerek kendi varlığını gösterir: “Bir de sigara olsaydı diye söylendi içinden gevşek gevşek. Keyiften sırıttı içinden mırıldanırken, ellerini başının arkasında birleştirip soğuk duvara yaslandı (Süngü, 2017, s. 46).”
Kahraman, kahvenin karşısına boya sandığını koyup akşama kadar müşteri bekler. Müşterileri de kahveye oyun oynamaya gelen insanlardır. Bu yüzden sık sık kahvehaneye girip ayakkabıları alır ve sandığında boyayıp geri getirir. O gün içinde de kahvehaneye ayakkabı almaya girdiğinde birileri sandığını çalar. Ayakkabıyı boyamak için dışarı çıktığında sandığını koyduğu yerde bulamayınca telaşa kapılır.
Öykü boyunca kendisiyle dalga geçen ve ona sürekli takılan kahveci çırağının sırıtışını görünce bu işte onun da parmağı olduğunu düşünür. Bu yüzden çırağa saldırır ama kendisinde büyük olan çırağa vurmaya gücü yetmez. Bu sahneleri anlatan hâkim anlatıcı, boya sandığını kimin çaldığını çırağı gördüğünü ama bunu
96
kimseye söylemeyeceğini bilir: “Çırak koşup ocağa, kirli bardaklara attı elini, yıkamaya başladı, göz ucuyla bakıyor dışarıya, boyacı çocuğa. Sandığı kimin çaldığını gördü ama söylemeyecek. Gittiler zaten çoktan. Söylemeyecek (Süngü, 2017, s. 48).”
Kahraman, boya sandığını çaldırdıktan sonra ne yağacağını, evdekilere bu durumu nasıl anlatacağını düşünür. Hâkim anlatıcıya göre sahipsiz ve yalnız olan kahraman, bu duyguların zıddını bilmediği için yaşadıklarının ne denli ağır olduğunun farkında değildir. Hâkim anlatıcı da öyküyü anlattığı süreç içinde kahramanın yalnızlığına, sahipsizliğine, hayat karşındaki cahilliğine ve çaresizliğe sık sık yer verir:
“Tren kayboldu gözden. İçinde bir yalnızlık uyanmadı, içinde bir yalnızlık hissetmedin, içinden yalnızlıkla alakalı herhangi bir şey geçmedi (Süngü, 2017, s. 48).
Başka türlüsünü bilmiyordu hayatın.
Eve dönünce sandığı çaldırdığını söyleyemezdi. Belki de söyleyebilirdi. Birkaç tokat yerdi, birkaç küfür. Sonra sofraya otururlardı. Patates yenirdi. Soğan yenirdi. Ekmek yenirdi. Ekmek bayat olurdu. Böyle sürerdi(Süngü, 2017, s. 49).”
Vicdan Sızlar’da yer alan “Yağmacılar” öyküsünde de hâkim bakış açısı kullanılmıştır. Bu öyküde büyükşehrin yoksul bir mahallesinin yavaş yavaş değişen sosyal ve ekonomik çehresiyle mahallelinin farklılaşan konumu anlatılır. Hâkim anlatıcının “Eskiden böyle değildi bu mahalle. Yoksullar az yoksul, zenginler az zengindi. Çok zenginlerin de mahallesi vardı ama oranın zaten yoksulu yoktu. Sonra bir şeyler oldu (Süngü, 2018b, s. 110).” diye bahsettiği mahalle zenginlerin yaşadığı lüks binalarla donatılır. Bir yanda gecekondularda yaşayan fakir insanlar, bir yanda lüks sitelerde oturan zengin insanların bir arada yaşamaya çalışması zaman içinde çeşitli sorunları ortaya çıkarır. Hâkim anlatıcının olayı anlatmasından tam dört gün dört saat önce mahallenin yerlisi Osman, mahalleye sonradan gelen ve “mahallenin en zengin adamı Şükrü’nün devasa arabasının önüne (Süngü, 2018b, s. 110)”
kendisini atar. Arabanın özel şoförü Âdem, arabayı durdurabilmiştir ancak Osman yine de gövdesini sert bir şekilde arabaya çarpmış gibi yaparak yere düşer. Osman’ın kendisini arabanın önüne atmaya iten birçok sebep vardır. Hâkim anlatıcı tarafından sosyal düzen eleştirisi olarak anlatılan bu öyküde, aynı sokakta kendisinin yaşadığı derme çatma evinin yanında ultra lüks özelliklere sahip binalarda oturulması, kendisinin yiyemeyeceği gıdaların zenginlerin, köpeklerine bile layık görmeyip çöpe atması gibi nedenler gösterilmektedir.
97
Hâkim anlatıcı, bu şekilde mahallede birbirine zıt hayatlar yaşayan iki kesimi anlatır. Bir tarafta son model arabalarla gezen zenginler, bir yanda arabalarının arkasına “Ben sevdim o utansın (Süngü, 2018b, s. 110)” yazan fakir gençler vardır. Fakirlik içinde boğuşan mahalleli, kendi haline üzülürken zenginler de oturdukları evlere bir servet ödedikleri için bu mahallenin bir an önce değişmesini istemektedirler. “Mahallenin dikenli tellerle çevrili yeni ve yakışıklı evlerinde oturan boylu boslu, yadlı yakışıklı, besili kırmızılı ahalisi, o eski evlere ve derme çatmalığa bakıp öfleye pöfleye; bak yahu şuraya, tirilyon verip ev alıyorsun, dibi batakhane, bi şeyetmiyorlar burayı, yok efendim, bu ülkede yaşanmaz (Süngü, 2018b, s. 111).”
Oturulan evler, yenilen yemekler, binilen araçlar bu iki kesim arasındaki farkları vurgulama amaçlı öyküde sık sık yer bulur. Bunun yanı sıra mahallenin esas sahiplerinin de bu süreç içinde sayılarının azalması, doğacak büyük çatışmanın habercisidir: “Sonunda oldu olan. Zaten olmaktaydı olacak olan çünkü yaklaşmaktaydı gelecek olan (Süngü, 2018b, s. 111).” Osman’ın kendisini arabanın önüne atması mahallede büyük bir infiale sebep olur. O ana kadar evlerinin çevreledikleri duvarlar sayesinde sınırlarını çeken zenginler ve bu duvarların yanı sıra fakirlikleri yüzünden bir şeyler yapamayan yoksullar, bu olaydan sonra karşı karşıya gelirler. Olaylar büyür ve arbede çıkar. Polisler tarafından suçlu olarak sadece yoksul mahalleli görülür: “Arabalar sallandı ama devrilmedi, camları taşlandı ama kırılmadı, evlere dokunulmadı, çoluk çocuk kadın kız vardır diye ama bahçelere taşlar çöpler çürük meyve sebzeler atıldı. Arbede yaşandı, polis geldi, jop çekildi, su sıkıldı. Sıkılan yumruklar gevşetildi, gevşetilmeyenler dertop edilip nezarethaneye tıkıldı (Süngü, 2018b, s. 112).”
Bir sosyal düzen eleştirisi olan öykünün sonunda “Şehrin göbeğinde yağmacı dehşeti (Süngü, 2018b, s. 112).” cümlesi gazetelerin manşetlerinde yer alır.
Ancak bu yağmacılar paralarıyla gerçek mahalle sakinlerini yerlerinden eden zenginler değil, mahallelerini korumaya çalışan esas mahallelilerdir.