• Sonuç bulunamadı

ROMA HUKUKU Ders Notları Roman Law Lecture Notes MMXIV

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "ROMA HUKUKU Ders Notları Roman Law Lecture Notes MMXIV"

Copied!
295
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

ROMA HUKUKU Ders Notları

MMXIV

Roman Law Lecture Notes

MMXIV

(2)

1

(3)

2

BİRİNCİ BÖLÜM : TARİHÎ GİRİŞ VE KAYNAKLAR I - ROMA HUKUKU’NUN KONUSU VE ÖNEMİ

I

- ROMA HUKUKUNUN KONUSU

Hukuk, en genel anlamda, toplum halinde yaşayan insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen ve maddî müeyyideleri olan kuralların bütünü olarak tanımlanabilir. Roma Hukuku, genellikle Roma şehrinin kuruluş tarihi olarak kabul edilen M. Ö. 753 (754) yılından, Doğu Roma İmparatoru Iustinianus'un M.S. 565 yılında ölümüne kadar geçen zaman içinde Roma'da ve Roma egemenliği altındaki ülkelerde uygulanmış olan hukuktur.

Iustinianus'un ölümünden, Constantinopolis (Istanbul)'in Türklerin egemenliğine geçiş ve Doğu Roma İmparatorluğu'nun dağılış tarihi olan M.S. 1453 yılına kadar süren dönemde Roma Hukuku, çeşitli etkenlerle yeni bir nitelik kazanmıştır. Bu nedenle, bu dönemde Doğu Roma İmparatorluğunda geçerli olan hukuka, 'Yunan-Roma Hukuku' ya da imparator Coııstantinus (M.S. 306-337) tarafından M.S. 330 tarihinde yeniden kurularak imparatorluğun ikinci merkezi haline getirilen ve Constantinopolis adı verilen eski Byzantiumşehri ile bağıntı kurularak “Bizans Hukuku” adı verilmiştir. Roma ve Bizans Hukuku ayrımının, Roma İmparatorluğu'nun ikiye bölündüğü ve dolayısıyla Doğu Roma İmparatorluğu'nun 'Bizans İmparatorluğu' adıyla ayrı bir imparatorluk olarak ortaya çıktığı M.S. 395 yılından başlatılması, Roma siyasî tarihine belki daha uygun düşerdi. Ancak, ileride ayrıntılarıyla göreceğimiz gibi, M.S. 527 yılında Doğu Roma İmparatorluğu tahtına geçen İmparator Iustinianus'un genel politikası, Doğu Roma İmparatorluğu içinde eski büyük Roma İmparatorluğu'nu canlandırmaktı. Iustinianus'un bu politikasının hukuk alanındaki uygulaması, eski Roma İmparatorluğu hukukunun toplanması, çağın ve toplumun gerçeklerine uygun düştüğü oranda yazılı olarak saptanıp yürürlüğe konması biçiminde kendini gösterdi. Bu nedenle, hukuk tarihi açısından Roma ve Bizans Hukuku ayrımının Iustinianus'un ölüm tarihinden başlayarak gerçek anlamını kazandığını söylemek yerinde olur.

Öte yandan, Batı'da, Batı Roma İmparatorluğunun M.S. 476 yılında siyasi bir birlik olarak ortadan kalkmasından, 19. yüzyılda batı Avrupa ülkelerinde başlayan kanunlaştırma hareketlerine kadar geçen dönemde gelişen ve çeşitli etkenlerle yeni nitelikler kazanan Roma Hukuku, 'Ortak Hukuk' (müşterek hukuk) adını almıştı. Bu nedenlerle, incelemelerimizi Roma Hukuku üzerinde toplamış olmakla birlikte, hukukî kavramların ve kurumların (müesseselerin) gelişimini izleyebilmek ve çağdaş hukuklarla bağıntı kurabilmek için gerektiği oranda, Iustinianus zamanının (M.S. 527-565) ötesine de geçilecektir. Çünkü Roma Hukukunun birçok alanlarda çağdaş hukuk sistemlerine etkisi, bu hukukun Iustinianus zamanına ait metinlerdeki biçimiyle değil, Iustinianus'tan sonra çeşitli dönemlerdeki Roma Hukukuna ilişkin öğreti (doktrin) ve uygulamaların bu hukuka kazandırdığı biçimlerde olmuştur.

(4)

3 II - ROMA HUKUKU’NUN ÖNEMİ

Her şeyden önce, birçok başka ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de hukuk öğretiminde Roma Hukukuna özel bir yer verilmesinin nedenlerini açıklamak gerekir. Çünkü, Latince gibi artık konuşulmayan bir dilde zamanımıza kadar gelmiş bulunan bu eski hukukun, hukuk öğretiminde önemli bir yer tutması, son yıllarda birçok ülkede bir gereksinim olarak kendini duyuran üniversite öğretiminde reform dolayısıyla yeniden tar- tışmalara yol açmıştır. Bu durum, özellikle sosyal bilimler alanındaki öğretimde, çağımızın gerçeklerine yönelme yolundaki genel eğilimin bir sonucudur. Filolojide Latincenin, felsefede Aristo'nun bilinmesini, 20. yüzyıl insanının yaşamasına artık bir şey katmayan 'gereksiz bilgi' sayacak kadar aşırı temsilcilerine rastlanan bu eğilim, hukuk alanında da, öğretimi bugün geçerli olan hukuklara yöneltme biçiminde kendini göstermiştir.

Günümüzde Roma Hukuku öğretimine yöneltilen başlıca eleştiriler, bu hukukun, bir iki istisna bir yana bırakılırsa, dünyanın hiçbir yerinde artık doğrudan doğruya yürürlükte olmayışı, bin yılı aşkın geçmişi içinde, doğduğu, geliştiği, bir sistem olarak yürürlükte kaldığı çağların toplumsal koşullarının, 20. yüzyıl gerçeklerinden çok ayrı oluşu nedeniyle, çağdaş toplumlarm gerçeklerini kavrayan iyi hukukçular yetiştirilmesinde, on dört yüzyıla yakın bir süre önce ömrünü tamamlamış bir hukuku öğretmenin yarar sağlamayacağı düşüncesine dayanmaktadır. Hukukçunun, çağının gerçeklerine uygun hukukî kavramları, kurumları (müesseseleri), kural ve sistemleri öğrenmesi yeterlidir. Çünkü, o da, çağının ve toplumunun diğer kişileri gibi yaşamında bunlarla karşılaşacaktır.

Bu düşüncelere, özel olarak ülkemiz bakımından yenileri eklenmektedir. Hukuk tarihinin hukuk öğretimindeki önemini kabul eden kişiler bile, yürürlükteki Türk Hukuku bakımından Roma Hukukunu bilmenin yararlarını kuşkuyla karşılamaktadırlar. Türk hukukçusu, Türk toplumlannda geçerli olmuş hukuk sistemlerini öğrenmelidir. Roma Hukuku ise hiçbir zaman Türk toplumlarında doğrudan doğruya geçerli olmamıştır. Roma Hukuku öğretimine bugün yöneltilen eleştiriler daha da artırılabilir. Ancak bu kadarının da yeterince fikir verdiği kanısındayız.

Hukuk öğretiminde Roma Hukukuna yer verilmesi konusundaki bu kuşkular yeni olmadığı gibi, bu konuda ileri sürülen görüşler de eskilerinden pek farklı değildir. Gerçekten tarihî gelişim içinde hukuk bilimi alanında zaman zaman Roma Hukukuna karşı çıkanlar, Roma Hukuku öğretimini yerenler olmuştur. Bu arada, Roma Hukuku öğretimini bütün bütün kaldırmak gerektiği görüşünün yanı sıra, öğretimin yön ve alanının değiştirilmesi ile ilgili görüşlere de rastlanmaktadır.

Bunlara karşılık, Roma Hukukunun, hukuk kültürü bakımından taşıdığı önem, birçok değerli hukukçu tarafından çeşitli vesilelerle ortaya konmuştur. Nitekim Roma Hukuku, bugün de birçok ülkede üniversitelerin hukuk öğretimi programlarında yer almaktadır.

Son yıllarda üniversite öğretiminde, dolayısıyla hukuk öğretiminde girişilen reform çalışmalarının, Roma Hukukunun değeri konusunda yol açtığı tartışmalar, Roma Hukukunun temel kavramlarını ana çizgileriyle sistematik olarak açıklamak amacına yönelik olan bu kitaba, Roma Hukukunu öğrenmenin sağlayacağı yararları ve Roma Hukuku öğretiminin amacını açıklayan bir bölümle başlamayı gerekli kılmaktadır. Bu bölümde, Roma Hukuku öğretiminin önemi genel olarak belirtilecek, sonra konu Türkiye açısından özel olarak alınacaktır.

(5)

4

1.

Genel olarak Roma Hukuku’ııun önemi

/. Roma Hukuku’nun çağdaş Özel Hukuk sistemlerine etkileri

Roma Hukuku bugün özellikle kıta Avrupa'sında yürürlükte olan birçok Özel Hukuk sistemine ve bunların ana kurallarının büyük bir kısmına kaynak olmuştur. Bu nedenle, Roma Hukuku, bu hukuk sistemlerinin dayandığı temellerden biridir. Gerçekten, bugün Almanya, Fransa, İtalya, İsviçre gibi ülkelerde yürürlükte olan özel hukuk kuralarının önemli bir kısmı Roma Hukukundan gelmektedir. Bu durum, tarihî, siyasal, ekonomik ve kültürel nedenlerle açıklanabilir. Batı'da, bugün 'Batı Avrupa' dediğimiz bölgede yer alan ülkelerin büyük bir kısmını yüzyıllarca egemenliği altında bulunduran Batı Roma İmparatorluğu, M.S. 476 yılında siyasal bir birlik olarak sona erdikten soma, bu imparatorluğun topraklarında kavimler göçü sonunda çeşitli krallıklar kurulmuştu. Ancak, bu siyasal parçalanma eski Roma kültürünün ve özellikle hukuk sisteminin izlerini bu topraklardan silememiştir. Kurulan krallıklardan zaman zaman güç kazananlar kendilerini eski Roma İmparatorluğu'nun kültür ve medeniyetinin mirasçısı saydılar. Nitekim, Frank kralı Büyük Karl, M.S. 800 yılında Papa eliyle imparatorluk tacını giyince, Batı'da Roma İmparatorluğu fikri yeniden canlanmış oldu.

Çünkü, bir yandan Frank Krallığı bu tarihte eski Batı Roma İmparatorluğu topraklarının büyük bir kesimini yönetimi altında toplayarak siyasal bir birlik kurmuştu. Öte yandan, Büyük Karl krallığını, Germen unsurunun yanı sıra, Roma İmparatorluğu'nun manevî temellerine, yani Hıristiyanlık ve Roma kültürüne dayandırıyordu. Aynı fikir, M.S. 919 yılında krallığın Almanya'da Saksonya sülâlesine geçmesinden sonra da varlığını sürdürdü.

Bu sülâleden I. Otto, M.S. 962 yılında "Kutsal (Mukaddes) Roma-Germen imparatoru' adıyla taç giydi, böylece kurulan Kutsal Roma - Germen İmparatorluğu 19. yüzyıl başlarına değin varlığını sürdürdü.

Kutsal Roma - Germen İmparatorluğu siyasal bütünlüğünü sürdürebilmek için, adının da açıkça gösterdiği gibi, üç ortak manevî temele dayanıyordu: Germen unsuru, Hıristiyanlık ve Roma kültürü. Germen unsurunun ağır basmasına rağmen, imparatorluğun Germen kültürüne değil, Roma kültürüne dayandırılmasının nedeni iki yönlüdür: Bir yandan, Roma İmparatorluğunun halefi olarak bu imparatorluğun kültürünün benimsenmesi gereği, öte yandan, yüzyıllar boyu Roma egemenliğinde yaşamış olan ülkelerin ulusal ve bölgesel değişmelere rağmen Roma kültürünün doğal mirasçıları olmaları. Böylece, Roma kültürünün bir parçası olan Roma Hukuku da, imparatorluğun 'Ortak Hukuku’ olarak benimsenmişti. Bu durum Roma Hukukuna verilen önemi artırdı. Ancak, Batı Roma İmparatorluğunun yıkılışından, yani M.S. 5. yüzyıldan beri Batı'da Roma Hukuku kültürünün düzeyi çok düşmüştü. Gerçi Roma Hukuku Batı'da, özellikle İtalya'da hiçbir zaman bütün bütün unutulmamıştı. Bunun en önemli nedeni, Kilise'nin Roma Hukukuna bağlı olarak yaşadığı ilkesinin benimsenmiş olmasıdır. Öte yandan, Iustinianus, çıkardığı kanunları, bir süre için egemenliği altında bulundurduğu İtalya'da da yürürlüğe koymuştu. Ancak kısa bir süre sonra İtalya'yı yeniden işgal eden kavimlerin yarattıkları hukukî ortamda, özellikle Iustinianus’un Derlemesi (Kodifıkasyon)'nin anlaşılması imkânsızlaşınca, Roma hukukunun bu en mükemmel yazılı biçiminin yerini, bilimsel alanda ve uygulamada, bilimsel değeri daha az olmakla birlikte anlaşılması daha kolay olan basit ve kısa eserler aldı. M.S. 5. yüzyıldan 2.

(6)

5 yüzyıla kadar süren bu dönem hakkında kesin bir değer yargısı vermek, bu yoldaki uzun çalışmalara rağmen mümkün olamamıştır. Her halde, bu dönemde İtalya'da gerçek bir romanist bilimin var olmadığını söyleyecek kadar ileri gidilmemelidir, kanısındayız. Ancak, bu dönemde Roma Hukuk kültürünün düzeyinde bir düşüş olduğu da tartışma götürmez.

11. yüzyılın sonlarına doğru durum birdenbire değişti. Bu çağda Roma Hukuku ile ilgili yeni kaynakların bulunması, bu hukukla ilgili araştırma ve çalışmalara hız verdi.

İtalya'da Bologna Üniversitesinde başlayan Roma Hukuku çalışmaları ve bu çalışmaların yön verdiği mektepler (ekoller) 12. yüzyıldan başlayarak o zamanın ünlü İtalyan üniversi- telerindeki hukuk öğretimini de etkiledi. İtalyan üniversitelerinde Roma Hukuku üzerinde gelişen ve derinleşen çalışmalar hukuk öğretiminde Roma Hukukuna önemli bir yer kazandırdı. Öte yandan, bölgesel ve ulusal hukuklara rağmen İmparatorluk Hukuku olarak Roma Hukuku otoritesini (yetkisini) sürdürüyordu. Bu nedenlerle, İtalyan üniversitelerinin hukuk öğretimi uluslararası bir önem kazandı. Batı Avrupa'nın birçok ülkesinden İtalya'ya çok sayıda hukuk öğrencisi geldi. Bu durum Roma Hukukunun uygulama alanını genişletti.

Çünkü İtalyan üniversitelerinde öğrenimlerini tamamlayan hukukçular derinlemesine inceledikleri Roma Hukuku kavram ve kurallarını benimsediler ve kendi ülkelerindeki huku- kun uygulanmasında bu kavram ve kuralları kullanmaya başladılar. Gene bu hukukçuların etkisiyle Roma hukuku öğretimi bütün Batı Avrupa ülkelerine yayıldı, öte yandan, Roma Hukuku eski çağların hukuk düzeni olmasına rağmen birçok bakımdan gelişmeye ve yeni durumları kapsamaya elverişli idi. Bu niteliğiyle Ortaçağ'ın bölgesel ve ulusal hukuklarından üstündü. Böylece yeni zamanları hazırlayan birçok toplumsal ve ekonomik sarsıntının doğurduğu hukukî sorunları çözmeye daha uygun olan Roma hukukunun uygulama alanı daha da genişledi. Bu çeşitli nedenlerle Roma hukukunun Batı Avrupa ülkelerinin hukukî hayatlarına giderek daha çok nüfuz etmesi olayı, Ortaçağ'ın sonlarında genel bir nitelik kazandı. Bu olaya hukuk tarihinde 'Roma hukukunun iktibası' (reception) adı verilir. Ancak, Roma hukukunun benimsenmesi ve uygulanması anlamında, Roma hukukunun reception’u çeşitli ülkelerde değişik biçim ve ölçülerde olmuştur. Bunda, her ülkenin özelliklerini yansıtan ulusal ve bölgesel hukukların direnme gücü ve biçimi rol oynamıştır. Bu nedenle, Roma hukukunun benimsenme biçimi ve ölçüsü, örneğin Fransa'da, İspanya'dakinden, İsviçre'de, Almanya'dakinden farklı olmuştur. Örnek olarak, Almanya'daki durumu, özel önemi dolayısıyla, kısaca belirtelim. Almanya, Roma hukukunun etkisinin en derin ve geniş olduğu ülkedir. Ayrıca, bu ülkede Roma hukukunun benimsenmesi resmî yoldan olmuştur.

Bugün 'Almanya' dediğimiz bölgede geçerli olan çeşitli yerli ve ulusal hukuklarla Roma hukukunun çatışmasında Roma hukukunun ön plana geçmesi devlet organları aracılığıyla gerçekleşmiştir. 'Kutsal Roma-Germen İmparatoru' unvanını taşıyan ve kendilerini eski Roma İmparatorlarının halefi sayan Alman İmparatorları bu manevî bağlantı dolayısıyla Roma hukukuna özel önem verdiler. 1495 yılında Almanya'da en yüksek yargı organı olarak kurulan ’Reichskammergericht’ adlı mahkemenin statüsünde, bu mahkemenin ’Pandekt hukuku’na göre hüküm vereceği belirtilmişti. Kararlarının bu yüksek mahkeme tarafından bozulacağı kaygısı, alt kademe mahkemelerini de ’Pandekt hukuku’nu kararlarına esas almağa zorladı. Böylece, Almanya'da mahkeme uygulaması yoluyla Roma hukuku, geçerli olduğu bölgenin ve zamanın gereklerine göre değiştirilmiş ve geliştirilmiş biçimiyle (buna

’Pandekt hukuku’ diyoruz) yerleştirilmiş oldu. Almanya'da uygulanması resmen kabul

(7)

6 edilmiş olan Roma hukuku, 1 Ocak 1900 yılında Alman Medenî Kanunu'nun yürürlüğe girişine kadar ülkenin büyük bir kesiminde geçerli kaldı.

Aynı durum, Roma Hukukunu az ya da çok benimsemiş olan diğer ülkelerde de görüldü. 19. yüzyıl başlarına kadar ulusal hukuklarının yanı sıra imparatorluğun manevî otoritesinin etkisiyle yerleşmiş olan Roma Hukukunu uygulayan ülkelerin, bu yüzyılda kanunlaştırma (kodifıkasyon) hareketlerine giriştiklerini görüyoruz. Çeşitli ülkelerde, hukuk birliğini sağlamak amacıyla hukukun çeşitli bölümleri ile ilgili olarak çıkarılan ulusal kanunlar birbirini izledi. 19. yüzyıldan itibaren görülen bu genel kanunlaştırma hareketleri, özel hukuk alanında çeşitli medenî kanunların yürürlüğe konması biçiminde kendini gösterdi.

1804 yılında Fransız Medenî Kanunu, ‘Code Napoleon’ adıyla yürürlüğe girdi. Bunu, 1811 tarihli Avusturya Medenî Kanunu izledi. 1912 tarihli İsviçre Medenî Kanunu da, bu kanunlaştırma hareketlerinin sonucu olarak ortaya çıktı. Böylece, ulusal medenî kanunlar, uygulamada Roma Hukukunun yerini aldı.

Bugün Roma Hukukunun, bir iki küçük istisna bir yana bırakılırsa, hiçbir ülkede doğrudan doğruya yürürlükte olmadığı söylenebilir. Ancak, Roma Hukukunun bugün de, dolayısıyla bile olsa, bu ülkelerde yürürlükte sayılınası gerektiğinden kuşku duyulmamalıdır.

Öte yandan, Avrupa'da, sözünü ettiğimiz ülkeler dışında kalan birçok ülkenin de özel hukuk alanındaki kanun ya da kodifıkasyonlarının bütünüyle ulusal hukuklara dayandığı sanılmamalıdır. Bu kanunlarda da, Germen Hukukunun yanı sıra, ülkesine göre az ya da çok Roma Hukukundan gelmiş kavram ve kurallara rastlanmaktadır. Avrupa dışında, Orta ve Güney Amerika, Asya ve Afrika'nın birçok ülkeleri de medenî kanunlarını Avrupa ülkelerinin kanunlarını örnek alarak yaptıklarından, Roma Hukukunun dolaylı etkisi son yüzyıl içinde giderek daha da artmaktadır.

Bu nedenlerle, Roma Hukukundan etkilenmiş olan çağdaş özel hukuk sistemlerinin, bilimsel olarak açıklanması ve anlaşılabilmesi, Roma Hukukunun bilinmesini zorunlu kılmaktadır. Bugün Avrupa kültürünü benimsemiş ülkelerin özel hukuklarının ortak tarihî temeli olan Roma Hukukunu tanımak, bu hukuk sistemlerinin bilimsel olarak kavranabilmesi için şarttır. Roma Hukukunun değişik biçimlerde de olsa, çağımızın hukuk düzenlerinde etkinliğini sürdürmesi nedeniyle, bu hukuk hâlâ, Batı kültür çevresine giren çeşitli ülkelerin hukukçularını birbirine bağlayan ortak bir öğretim ve eğitim unsurudur. Bu kültür çevresi içinde Roma Hukukunu dışarıda bırakan bir hukuk öğretimi, yürürlükteki hukukun neden ve kaynaklarını açıklayamayan, yüzeysel, teknik bir bilgi olmaktan öteye geçemez.

2.

Roma hukukunun hukukî düşünceye etkileri

Çağdaş hukuk sistemlerinde, özel hukuk kurallarının büyük bir kesiminin Roma kaynağından gelmiş olmasının yanı sıra, Roma Hukuku öğretimini zorunlu kılan ikinci neden, hukukî düşünüş tarzının ve yönteminin ilk olarak Romalı hukukçularca açık seçik bir biçimde ortaya konmuş ve geliştirilmiş olmasıdır. Hukukçu olmanın ilk koşulu, hukukî düşünüş yöntemini, karışık hayat olaylarını hukukî bakımdan değerlendirebilmeyi öğrenmektir. Hukukçu, çeşitli olaylar arasından hukukun düzenlediklerini ayırmak, bunları hukukun koyduğu kurallar bakımından değerlendirmek zorundadır. Bu ise, içeriği açık olarak

(8)

7 saptanmış temel hukuk kavramlarını gerektirir. Çünkü hukuk kuralları bu kavramlara da- yanır. Bu konuda Romalı hukukçular gerçekten büyük ölçüde yaratıcı ve öncü olmuşlardır.

Hukukî sorunların niteliğini kavrayan bu hukukçular, bunları yöntemli inceleme yollarını ilk olarak ortaya koymayı başarmışlardır. Hukukî sorunların çözülmesinde uygulanacak yöntemleri bulan, hayatın karışık olaylarına uyabilecek hukukî kuralları hakkaniyet ve adalet duygusundan da esinlenerek saptayan ve uygulayan Romalı hukukçular, vardıkları çözüm yollarını da açık bir biçimde ifade etmeyi başarmışlardır. Bunda, kullandıkları temel kavramları kesin ve açık olarak saptamış olmalarının rolü büyüktür.

Bugün bile, hukuk kurallarının ve hukukî kurumların (müesseselerin) doğrudan doğruya kabulü şeklinde bir 'Roma Hukuku iktibası' söz konusu olmayan ülkelerin hukukçuları da dahil olmak üzere, belli bir kültür düzeyine ulaşmış olan ülkelerin hukukçuları özel hukuk alanında Romalıların izledikleri hukukî düşünce yöntemlerini ve yarattıkları temel kavramları kullanmaktadırlar. Gerçekten, bugün özel hukuk alanında rastlanan, aynî hak, şahsî hak, akit (sözleşme), mülkiyet, rehin, zilyetlik, irtifak hakkı vb.

temel kavramların bir çoğu Romalı hukukçular tarafından yaratılmış ve muhtevaları (içerikleri) açık seçik saptanmış olan kavramlardır. Bu nedenle, bugün sadece çağının ve ülkesinin özel hukukunu öğrenmek isteyen kişi bile, kanunlarda rastladığı birçok kavramı yü- zeysel olarak öğrenmekle yetinmeyecek olursa, Roma Hukukunu incelemek zorunda kalacaktır.

3.

Roma hukukunun Hukuk Tarihi bakımından önemi

Hukukun ve hukukî kurumların (müesseselerin) tarihî gelişimini öğrenmenin, bugün yürürlükte olan hukukları anlamak ve değerlendirmek bakımından büyük yararlar sağlayacağına kuşku yoktur. Ancak böylece, sürekli bir gelişim içinde bulunan hukuk kurallarının organik gelişimlerini izlemek ve bu gelişimin saptanmış son aşamaları olan çağdaş hukuk sistemlerini kavramak ve değerlendirmek mümkün olur. Bu gelişimi konu edinen hukuk tarihi açısından da Roma hukukunun yararı büyük olacaktır.

Başlangıçta küçük bir şehir devletinin hukuku olan Roma Hukuku, zamanla bu şehrin sınırlarını aşmış, giderek bir dünya imparatorluğunun hukuku haline gelmiştir. Bu, Roma Hukukunun sürekli, ama yavaş gelişiminin bir sonucudur. Geleneksel ve katı kurallarıyla tanınan Roma ’Ius civile’sinin, ekonomik, toplumsal, hattâ siyasal değişim ve gelişimlerin doğurduğu yeni gereksinmeleri karşılayacak duruma gelmesindeki organik gelişim, hukuk tarihinin yararlanabileceği en verimli alanlardan biridir. Bununla birlikte, hukuk tarihi ile Roma Hukukunun konularının eş olduğu sonucuna varmak yanlış olur. Bu iki bilim dalının konulan, hem muhteva (içerik) bakımından, hem de inceleme açısından farklıdır.

Hukuk tarihinin, tarihsel gelişim süreci içinde yeryüzünde geçerli olmuş bütün hukuk sistemlerinin doğuş ve gelişimlerini inceleyecek kadar kapsamını geniş tutması birçok bakımlardan olanaksızdır. Ancak, hukuk tarihinin olabildiğince geniş bir alana yayılınası ve hukuk sistemlerini bu alan içinde, çeşitli kültür ortamlarının özelliklerine göre ele alması, sınıflandırması ve değerlendirmesi gerekir. Bu bakımdan, Roma Hukuku gerçi etkilediği

(9)

8 alanın genişliği dolayısıyla hukuk tarihi içinde önemli bir yer tutabilir, ama hukuk tarihinin tamamını kapsayamaz. Öte yandan, hukuk tarihi, inceleme alanının genişliği dolayısıyla özel hukuk ve kamu hukuku kurulularını (müesseselerini) tarihsel gelişimleri içinde incelerken, esaslarda kalmak zorundadır. Bu nedenle, her hukukî kurumu derinlemesine inceleme olanağı yoktur. Oysa, Roma Hukuku her hukukî kavramın, kuralın ya da kurumun gelişimini, onların hukuk alanında daha çekirdek olarak ortaya çıkışlarından başlayarak izlemek olanağını sağlar. Böylece Roma Hukuku öğretiminin sağlayacağı yarar, hukuk tarihininkinden farklıdır.

4.

Roma hukukunun Karşılaştırmalı (Mukayeseli) Hukuk ve Devletler Özel Hukuku bakımından önemi

Roma hukukunun çağdaş özel hukuk sistemlerinin büyük bir kısmına kaynak olduğunu belirtmiştik. Bundan başka, yeryüzünde Roma hukukundan etkilenmiş olan hukuk sistemlerinin alanının, Roma hukukunu doğrudan doğruya benimsemiş olan ülkelerininkini aştığını söylemiştik. Temel kurallar, kavramlar ve yöntem bakımından Roma hukukunun etkisi altında kalmış olan hukuklara 'Romanist nitelik taşıyan hukuklar’ denmektedir. Bunlar, İtalyan, İspanyol, Alman, Avusturya, Macaristan hukukları gibi Orta ve Batı Avrupa ülkelerinin hukuklarıdır. Bu hukuklar, söz konusu ülkelerin yerli hukukları ile Roma Hukukunun değişik sentezleri niteliğindedirler. Doğrudan doğruya Roma Hukukunu iktibas etmemiş olmakla birlikte, Romanist hukukların etkisi altında kalmış olan Avrupa ya da Avrupa dışı ülkelerin hukuk sistemlerinin de Romanist sayılınası gerekir. Örneğin, Yunan, Mısır, Japon, Çekoslovak, Orta ve Güney Amerika hukukları gibi. Bu nedenle, Roma Hukukunu öğrenmekle Romanist guruba giren hukuk sistemlerini anlamak, onların derin- liklerine inmek mümkün olur. Bu, kuramsal (teorik) alanda olduğu kadar, uygulama alanında da yarar sağlar. Kuramsal (teorik) bakımdan, mümkün olduğu kadar çok sayıda değişik hukuk sistemi tanımak, hukukçunun görüş açısını genişletir.

Çağımızda, gerçek hukuk biliminin belli bir hukuk sistemine bağlı kalmayıp, çeşitli hukuk sistemlerini birbirleriyle karşılaştırarak tümünü kapsayacak biçimde ve nitelikte olması gerektiği görüşü yerleşmektedir. Hukuk bilimi alanında, 'Karşılaştırmalı Hukuk' (Mukayeseli Hukuk) adıyla ortaya çıkan bilim dalı, bölgesel ve ulusal nitelikler taşıyan hukuk bilimleri yerine, genel ve uluslararası nitelikte bir hukuk bilimi koyma çabasındadır.

Bu akımın temsilcileri, yürürlükte olan hukuk sistemlerinin geliştirilmelerinin bu yoldan sağlanabileceği görüşündedirler. Gerçekten, sadece kendi ulusal hukukunu tanıyan bir hukukçu başka olanakları bilmediğinden, kendi hukuk sistemindeki kuralların mükemmel olduğuna inanmak gibi bir yanılgıya düşebilir. Oysa, kendi ülkesinde yürürlükte olan hukuk kurallarının belli bir kültür düzeyinin ürünü olan hukukî gelişimin birçok olanaklarından sadece biri olduğunu görmek, hukukçuyu kendi ülkesinin hukuk sistemine bağnazca bir bağlılıktan kurtaracak, bu hukuk sistemini geliştirmekte ona ışık tutacaktır. Böylece, 'Karşılaştırmalı Hukuk' biliminde, Romanist gruba giren birçok hukuk sisteminin ortak temeli olan Roma hukukunun bilinmesinin, bu hukukların anlaşılması bakımından büyük yarar sağlayacağına kuşku yoktur.

Aynı nedenle, hukuk uygulamasında da Roma Hukuku bilgisi yarar sağlar.

Çağımızda uluslararası ilişkilerin çok artmış olması nedeniyle uygulama ile uğraşan hukukçular da çeşitli yabancı hukuk sistemleri ile temas haline gelmektedirler. Uluslararası

(10)

9 çeşitli ilişkiler dolayısıyla ortaya çıkan hukukî sorunların çözülebilmesi için, bunlara uygulanacak hukuk kurallarının saptanması, dolayısıyla çeşitli hukuk sistemleri arasında çıkacak uyuşmazlıkların çözümü, 'Devletler Özel Hukuku' denen ayrı bir hukuk dalının doğmasına yol açmıştır. Bu hukuk dalının da Romanist gruba dahil ülkelerin hukuklarına nüfuzu kolaylaştıracak olan Roma Hukukunu bilgisinden yararlanacağı şüphesizdir.

Roma Hukuku öğretiminin genel olarak sağlayacağı yararları bize önemli ve yeterli görünen dört bakımından belirttikten sonra durumu bir de özel olarak ülkemiz açısından inceleyelim.

2.

Roma Hukuku’nun Türkiye bakımından Önemi

Roma hukukunun Türkiye açısından önemini saptarken, Türk siyasal tarihinin üç dönemini ayrı ayrı ele almak gerekir.

1. Byzantium 'un, 'Constantinopolis' adıyla Roma İmparatorluğu'nun ikinci merkezi oluşundan (M.S. 330), bu şehrin Tiirk egemenliğine geçişine (M.S.

1453) kadar olan dönem

İtalya'da, Tiber nehri kıyısında doğan ve gelişen Roma Hukuku, tarihinin son yüzyılları içindeki gelişimini İstanbul'da, o zamanki adıyla 'Constantinopolis’te tamamladı.

Constantinus’un o zamanlar Byzantium adım taşıyan şehri yeniden inşa ettirip, Constantinopolis adıyla Roma İmparatorluğu'nun ikinci merkezi haline getirmesinden, yani M.S. 330'dan sonra Roma'nın yönetimi giderek daha çok doğuya kaydı. Roma imparatorları, kanunlarını, emirnamelerini bu şehirde çıkarmağa başladılar. Gene bu şehirde Roma Hukuku bilimini ve öğretimini geliştiren bir hukuk mektebi kuruldu. İmparator Iustinianus'un, sonraları ’Corpus luris Civilis’ adıyla anılan büyük kodifıkasyonu (derlemesi), gene bu şehirde yapıldı. Roma hukukunun, M.S. 4. yüzyıldan M.S. 6. yüzyıl sonlarına kadar, Constantinopolis’teki gelişimi gerçi daha önceki yüzyıllarda Roma'da saptanmış olan esaslara dayanıyordu, ama zamanın ve ortamın toplumsal, ekonomik ve siyasal gerçekleri Roma Hukuku kurallarında köklü değişikliklere yol açtı. Roma Hukuku, Constantinopolis'teki bu gelişimi sırasında çeşitli etkenlerle ulusal niteliğini yitirdi. Özellikle Yunan ve Doğu kültürleri etkilerinin ağır bastığı bu aşamada Roma Hukukunun ’Bizans Hukuku’ adıyla önceki gelişim aşamalarından ayrıldığını belirtmiştik. Roma Hukuku bu biçimiyle Doğu Roma İmparatorluğu’nun dağılmasına kadar yüzyıllarca yürürlükte kaldı ve gelişmesini sürdürdü. Böylece, bir yandan İstanbul ve bugünkü Türkiye’nin büyük bir kesimi on yüzyıla yakın bir süre Roma Hukukunun etki alanı içinde kaldı. Öte yandan, uzun yüzyıllar Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkenti olan bu şehirde Roma Hukuku bilimi ve uygulaması, çevrenin özelliklerinden etkilendi. Ancak, bu etkiler. İslâm ve Roma kültürünün çok farklı nitelikleri dolayısıyla Türk hukuk hayatı bakımından çok sınırlı oldu.

2. MS. 1453'ten 1926yılına kadarki dönem

Bizans (Constantinopolis)'inTürk egemenliğine geçmesi sonucu Doğu Roma İmparatorluğu'nun dağıtılmasından sonra Byzantium ya da Constantinopolis, yani İstanbul ve çevresi Osmanlı İmparatorluğu'nun siyasal egemenliği altına girdi. Bu tarihten 1926 yılına kadar olan dönemde Türk hukukunun ve hukuk hayatının Roma Hukuku ile ilgisi olmamıştır.

(11)

10 Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğumda uygulanan İslâm Hukuku, Roma Hukukundan çok farklı esaslara dayanmaktadır. Bu nedenle, iki hukuk sistemi arasında rastlanacak bazı benzerlikleri, bu iki hukuk sisteminin birbirlerini etkilemiş olmalarından çok, benzer gelişme koşulları ile açıklamak daha doğru olur, kanısındayız.

3. 1926yılında Türk MedenîKanuınu’nun yürürlüğe girmesinden sonraki durum Yeni Türkiye devleti, 1926 yılında İslâm Hukukunu kaldırarak özel hukuk alanında Batı Avrupa hukuk sistemlerinden biri olan İsviçre Medenî Kanunu ile Borçlar Kanunu’nu kabul etti. Böylece, Roma Hukuku, Cumhuriyet döneminde Türkiye'de özel bir önem kazandı. İsviçre Medenî Kanunu, Fransız ve Alman Medenî Kanunlarından daha az Romanisttir. Ortaçağ’ın sonunda, Almanya'da ve diğer Batı Avrupa ülkelerinde Roma Hukuku uygulanırken, İsviçre kantonları Roma hukukunun etkisine güçlü bir biçimde karşı koyarak hukuklarının ulusal niteliğini korumayı başarmışlardır. Eugen Huber adlı hukukçu, bu kanton hukuklarını esas alarak Alman ve Avusturya kanunlarından daha çok Germen karakterli İsviçre Federal Medenî Kanunu'nu meydana getirdi. Bununla birlikte, İsviçre Medenî Kanunu'nda Roma hukukundan gelmiş kavram ve kurallara az da olsa rastlanmaktadır. Öte yandan, İsviçre Borçlar Kanunu tamamiyle Romanisttir. Çünkü, Borçlar Hukuku alanında Germen Hukuku, Roma Hukuku ölçüsünde gelişmiş değildi. Bu durum Eugen Hııber'i, İsviçre Borçlar Kanunu'nu Roma Hukuku esas ve kuramlarına (teorilerine) dayandırmaya zorlamıştır. İsviçre Borçlar Kanunu bazı noktalarda Fransız ve diğer bazı Latin hukuklarından daha çok Romanisttir.

Böylece modem Türkiye, İsviçre Medenî Kanunu ile Borçlar Kanunu'nu iktibas ederek özel hukuk alanında da Batı Avrupa kültür çevresine girmiş bulunmaktadır. Bu nedenle, Medenî Kanunu’muzun ve özellikle Borçlar Kanunu'muzun gereğince anlaşılabilmesi, Batı Avrupa hukuk kültürünün temelini oluşturan Roma Hukukunun bilinmesini zorunlu kılmaktadır.

(12)

11

1.

Krallık Dönemi (M. Ö. 753 - M.Ö. 509)

2.

Cumhuriyet dönemi (Consul’ler Dönemi) (M.Ö. 509 - M.Ö. 27)

3.

Principatus Dönemi (İlk İmparatorluk Dönemi) (M.Ö. 27 - M.S. 235/284)

4.

İmparatorluk Dönemi (Dominatus ya da Son İmparatorluk

Dönemi)(M.S. 284 - M.S. 476/1453)

II

- ROMA SİYASAL TARİHİNİN ANAHATLARI VE ROMA’NIN SİYASAL DÖNEMLERİ

Roma Hukuku öğretiminin yukarıda belirtilen yararları sağlayabilmesi, bu öğretimin, Roma hukukunun bugün hâlâ yaşayan değerini ortaya koymaya yöneltilmesini gerektirmektedir. Bunun ise, öğretimin ağırlık noktasını oluşturmakla birlikte, sadece kaynağı Roma Hukuku olan çağdaş hukuk kavram ve kurallarının doğuş ve gelişimlerini açıklamakla sağlanamayacağı açıktır. Çünkü on üç yüzyılı aşkın (MÖ. 753 - M.S. 565) bir geçmişi olan bir hukuk sistemi içinde doğan, gelişen ve çağımıza kadar gelen hukuk kavram ve kurallarının gerçek anlamları ancak bu sistem içinde değerlendirilebilir ve anlaşılabilir. Öte yandan, bu hukuk sisteminin gereği gibi anlaşılıp değerlendirilebilmesi, ortaya çıktığı çev- renin maddî ve manevî koşullarının, hiç değilse en kalın çizgileriyle açıklanmasını gerekli kılmaktadır. Bu nedenle, Roma Hukuku ile ilgili incelemelerde, bugün hala yürürlükte olan kavram ve kuralların ortaya çıkış ve gelişmelerine ağırlık vermekle birlikte, bunları hazırlayan tarihsel, toplumsal, ekonomik, siyasal, hatta manevî koşullara da değinmek zorun- luluğu ortaya çıkmaktadır. Bu nedenlerle, Roma Hukukunun muhtevasını (içeriğini) incelemeğe başlamadan önce, Roma siyasal tarihi ve Roma 'daki siyasal dönemleri en kalın çizgileriyle saptamak gerekmektedir.

Roma siyasal tarihinin bugünkü İtalya Cumhuriyeti'nin başkenti olan Roma şehrinin kuruluşu ile başladığı görüşü bugün genellikle kabul edilmektedir. Tartışmalı olmakla birlikte, Roma’nın kuruluş tarihi genellikle M.Ö. 753 olarak saptanmaktadır. İtalya'da küçük bir şehir devleti olarak kurulan Roma, giderek büyüdü, yayıldı ve tarihin akışı içinde za- manının bilinen uygar dünyasının merkezi haline geldi. M.Ö. 753 yılından, M.S. 1453 yılına kadar süren Roma’nın siyasal tarihi, aradaki geçiş dönemlerine rağmen birbirini izlediği kabul edilen devlet örgütü (teşkilâtı) biçimlerine göre dört döneme ayrıldı:

(13)

12 - I. KRALLIK DÖNEMİ (M. Ö. 753 - M.Ö. 509)

Eski tarihçiler, Roma şehir devletinin Romulus tarafından bir krallık olarak kurulduğunu ve bu kraldan sonra gelen altı kralın faaliyetlerini bütün ayrıntıları ile anlatırlar.

Ancak son yüzyıl araştırmaları, bunların tarihî bakımdan doğruluk derecesi konusunda kuşku uyandırmıştır. Bununla birlikte, Roma'nın iki yüzyılı aşan bir süre krallar tarafından yöne- tilmiş ve devletin temellerinin bu dönemde atılmış olduğuna kesin gözüyle bakılmaktadır.

Krallık döneminin üç siyasal organı vardı:

1.

Kral(Rex)

2.

Halk Meclisi (Comitia Curiata)

3.

Senatus

1.

Kral (Rex)

Görevi hayatı boyunca süren kral, genellikle eski kral tarafından ölümünden önce saptanırdı. Kral, devletin yönetimi ile ilgili her türlü iktidarı elinde toplamıştı. Kral, iç ve dış politik hayata hâkimdi, dinî reisti ve ordunun komutanıydı. Devletin hâzinesini de elinde bulunduran kral, mutlak yargı yetkisine de sahipti. Suç işleyenlere, ölüm cezası dahil, her türlü ceza takdiri kralın yetkisindeydi. Kral, özel hukuk anlaşmazlıklarında da, taraflar dileyecek olurlarsa, kendilerine hakem tayin ederdi. Kralın yasama alanında da mutlak yetkisi vardı. Toplumsal ve hukukî hayatı düzenleyen kuralları kral saptıyordu. Ancak, kralın bu yetkisi daha çok kamu hukuku bakımından önem taşıyordu. Çünkü bu dönemde özel hukuk, ileride ayrıntılı olarak göreceğimiz gibi, örf ve âdetlere (mores, consuetudo) dayanıyordu. Bu örf ve adetlere âdeta dini bir inanç ve bağlılıkla uyulmaktaydı. Devletin diğer bütün görevlileri kral tarafından seçiliyorlar ve onun temsilcileri olarak iş görüyorlardı.

2.

Halk Meclisi (Comitia Curiata)

Roma’da halk (populus). bu dönemde üç sınıfa ayrılıyordu:

1)

Patricius’lar

2)

Pleb'ler

3)

Client'ler.

1)

Patricius'lar

Roma’da aynı soydan gelen, ya da geldiklerini kabul eden ve bu nedenle aynı soyadını taşıyan, kişilerin oluşturdukları aile topluluklarına ’gens’ denilmekteydi. Gens’ler, toplumsal, ekonomik ve dinî açıdan bağımsız birliklerdi. Gens mensuplarına ’gentilis’ ya da

’patricius’ adı veriliyordu.

2)

Plebler

Genellikle küçük çiftçi ya da zanaatçı olan ve Gens’ler dışında görülen bu kişilerin kökenleri tartışmalıdır; ancak o zamanın toplumunda ikinci derecede bir yerleri olduğu görüşü genellikle kabul edilmektedir. Pleb’ler siyasal haklardan yararlanamıyorlar, oy veremiyorlar, asker olamıyorlar, devletin yüksek kademelerinde görev alamıyorlardı.

(14)

13 Pleb’lerin özel hukuk alanında da bazı hakları kısıtlanmıştı, örneğin, bunlar Patricius’larla evlenemezlerdi.

Bu kısıtlamalar dolayısıyla patricius’ların halkın soylu tabakasını, pleb'lerin ise avam sınıfını oluşturduğu kabul ediliyordu. Nitekim, sadece Patricius’lar Roma vatandaşı (yurttaşı), yani ’cives’ idiler. Pleb’ler, ancak Cumhuriyet Dönemi'nde asker olmak ve oy vermek haklarını kazanarak, bir süre daha varlığını sürdüren hukukî ve toplumsal kısıtlamalara rağmen yurttaş sayılınaya başladılar.

3)

Client'ler

Ekonomik yönden patricius’lara bağlı, onlara tabi olan kişilerdi. Client’ler patricius’ların hizmetinde çalışarak onların himayesinden yararlanıyorlardı. Krallığın sonlarına doğru Client’ler de plebler sınıfına dahil oldular.

Krallık döneminde, halkın devlet yönetimine katılması ’comitia curiata’ adını alan 'halk meclisi’ aracılığıyla oluyordu. Bu halk meclisine yalnızca yurttaş olan patricus’lar katılabiliyorlardı. Roma halkı, ancak belli bir düzen içinde toplanarak istek ve iradesini belirtebilir, bazı işlemler yapabilirdi. Halk meclisinin yasama alanında hiçbir yetkisi yoktu.

Yalnız, toplumun bünyesini değiştirecek nitelikteki önemli hukuki işlemler için halk meclisinin kararı gerekiyordu.

4)

Senatus

Yaşlılar kuruludur. Bu kurul, yaşlı olmaları dolayısıyla deneyimlerinden yararlanılabilecek olan kişilerden oluşurdu. Ancak patricius’lar senatus üyesi olabilirlerdi.

Kral tarafından seçilen üyelerin sayısı başlangıçta yüz iken giderek artırılmıştır. Kralın danışma kurulu olan senatus, onun çağrısı ile toplanırdı. Önemli sorunlarda kralın senatus'un fikrini alması bir gelenekti. Gerçi kral, senatus'un görüşü ile bağlı değildi. Bu- nunla birlikte, senatus'un kral ve dolayısıyla devlet hayatı üstünde manevî bir nüfuzuvardı.

(15)

14 - II. CUMHURİYET DÖNEMİ (CONSUL'LER DÖNEMİ)(M.Ö. 509 - M.Ö. 27)

Genellikle kabul edilen görüşe göre, Tarquinus Superbus adlı kralın diktatörlük eğilimlerine karşı lunius Brutus'unönderliğinde, M.Ö. 509 yılında ayaklanan halk, kralı kovmuş ve Roma'da, M.Ö. 27 yılına kadar yaklaşık olarak 500 yıl süren cumhuriyet yönetimi kurulmuştur.

Cumhuriyet Dönemi'nde Roma'nın siyasal egemenlik alanı çok genişlemiştir. Önce komşu şehirlere karşı başarılı savaşlar veren Roma, daha sonra bütün İtalya'yı egemenliği altına almıştır. Roma'nın bundan sonraki kaderini bugünkü Tunus'a pek yakın bir yerde kurulmuş ve güney Akdeniz kıyalarına egemen olan Kartaca devletine karşı giriştiği, 'Pön Savaşları' denen üç savaş çizmiştir. Bu üç savaştan da başarı ile çıkan Roma, gerek doğu, gerek batı Akdeniz'deki birçok devleti eyalet olarak topraklarına katmıştır. Batıda, Fransa'yı ve İspanya'yı ele geçiren, doğuda Yunanistan'ı, Balkan Yarımadasını, Hazer Denizine kadar Anadolu'yu, Suriye'yi, Filistin'i, Mısır'ı ve güneyde, güney Afrika kıyalarını egemenliği altına alan Roma, kuzeyde de sınırlarını Ren nehri boylarına kadar genişletmiş, hatta Büyük Britanya adalarının bir kısmını denetimi altına almıştır. Böylece, kuzey, güney, doğu ve batı yönlerinde sınırlarını alabildiğine genişleten Roma, bir 'dünya imparatorluğu' niteliğini kazanmıştır. Bu imparatorluğun 'cumhuriyet' adı verilen yönetim biçiminin niteliğini anlayabilmek, ancak bu yönetim siyasal organlarını ve bunların yetkilerini incelemekle sağlanabilir.

Bu yönetim biçiminde siyasal organlar dörde ayrılabilir:

1.

Consul'ler

2.

Diğer Magistra'lar

3.

Halk Meclisleri (’Comitia Curiata' ve ’Comitia Centuriata')

4.

Senatus.

1.

Consul'ler

Cumhuriyet yönetiminde, yönetimin başında artık krallık döneminde olduğu gibi tek bir kişi, hayatı boyunca bulunmamaktadır. Halk meclisi tarafından ve bir yıl süre için devleti yönetmek üzere seçilen İki consul, gerçekte halka ait olan iktidarı onun adına kullanmaktadırlar. Başka bir deyişle, consul'ler halkın temsilcileri durumundadırlar.

Böylece, kanun gereğince devlet iktidarını bir yıl süre ile temsil eden iki consul, bu iktidarı fiilen kullanan kişilerdi. Bütün devlet işlerini yürüten consul’ler, aynı zamanda orduya da kumanda ediyorlardı. Bu nedenle kendilerine ’praetor(önden giden)’ adı verilmekteydi.

Consul'ler, öte yandan, en yüksek yargılama organı idiler. Bu fonksiyonları dolayısıyla onlara

’iudices’ (tekili ’iudex) (yargıçlar) da deniyordu. Yürütme görevleri dolayısıyla kendilerine

’magistra’ da denilmekle birlikte, ’consul’ adı genellikle yerleşmişti. Öyle ki, başında bulundukları devlet yönetiminin geçerli olduğu döneme de bu ad verilmiştir.

Her biri, makamlarının sağladığı yetkilerin tümüne tek başlarına sahip olan consul’ler, ilk zamanlarda bütün devlet işlerini birlikte yürütüyorlardı. Ancak, zamanla işlerin artması karşısında iş alanlarını aralarında bölüşmeye başladılar. Örneğin, birisi Roma’nın yargılama ve yönetim işlerine bakarken, öteki ordunun başında savaşları yönetirdi.

(16)

15 Consul’lerin iktidar süreleri bir yıl olduğundan, bu yıl sona erdikten sonra sıradan birer yurttaş haline gelmeleri dolayısıyla, iktidarları sırasında yapmış oldukları işlerden sorumlu tutulabiliyorlardı.

2.

Diğer Magistra’lar

Cumhuriyet Dönemi'nde kanun gereğince devlet iktidarını temsil eden ve bu iktidarı fiilen kullanma yetkisine sahip olan consul'lerin bir adlarının da 'magistra' olduğunu belirtmiştik. Devlet işlerinin giderek iki kişi tarafından yönetilemeyecek ölçüde artması sonucu bazı iş alanlarını yönetme yetkisinin başka kişilere verilmesi zorunluluğu ortaya çıkınca, bu kişiler de aynı yetkilerle donatılarak kendilerine 'magistra' adı verildi.

İki consul'ün yanı sıra, M.Ö. 367 yılında üçüncü bir magistra'lık kuruldu. Artan savaşlar dolayısıyla consul'ler değişik cephelerde ordu yönetmek zorunda kalınca, Roma'da yönetim ve yargı işlerini yürütecek üçüncü bir kişiye gereksinme duyuldu. Bu nedenle, ilk olarak M.Ö. 367 yılında seçilen bu üçüncü consul, diğer adıyla magistra da halk meclisi tarafından seçilecek ve bir yıl iktidarda kalacaktı. Bu üçüncü coıısul, diğer consullerin yetkilerine sahip olmakla birlikte, bu consul'ün görevi yargılama işlerini yönetmekti.

Consul'lerin bir adlarının da, orduya komuta etmeleri dolayısıyla ‘praetor’ olduğu belirtilmişti. Bu nedenle, üçüncü consul de aynı adı taşıyordu. Ancak, ilk iki consul’ün genellikle ’consul' adıyla anılmalarına karşılık, üçüncü consul için 'praetor' adı yerleşti.

Praetor'luk, Roma'da hukuk alanında daima adını duyuran bir makam oldu. Praetor'ların Roma hukuku tarihinde oynadıkları önemli rol, bunların yargı işlerindeki yetkilerinden doğmuştur. Bu yetkileri dolayısıyla praetor’lar, Roma'da, lus civile'nin yanı sıra, "Praetor hukuku' (ius praetorium) denen ayrı bir hukuk sistemi yarattılar.

Zamanla yargılama işleri de çoğalınca, Roma vatandaşları ile yabancılar ve değişik kökenli yabancılar arasında çıkan hukukî anlaşmazlıkları çözmek için yeni bir praetor'a gereksinme duyuldu. İlk olarak M.Ö. 242 yılında seçilen bu praetor'a, onu diğer yargı işlerini düzenleyen praetor'dan ayırmak için, 'Yabancılar praetor'u anlamına gelen 'Praetor peregrinus' adı verildi. Bu tarihten sonra faaliyeti Roma yurttaşları arasındaki anlaşmazlıkları çözmekle sınırlandırılan ilk praetor ise "ŞehirPraetor'u anlamında,

’Praetor urbanus' adıyla anılmaya başladı, Praetor urbanus'un yargı alanındaki yetkileri daha genişti. Nitekim, zamanla başarılı savaşlar sonucunda imparatorluğa eyalet olarak katılan ülkelerin yargı işlerini düzenlemek için yeni praetor'luklar kurulmakla birlikte, tarihsel gelişim içinde hukuk yaratma yetkileriyle Roma hukukunu değiştirmeyi ve geliştirmeyi başaranlar şehir praetor’lan olmuştur. Cumhuriyet döneminde, yukarda sözü edilenler dışında, özellikle kamu hukuku alanında rol oynayan başka magistra'lıklar da kurulmuştur.

3.

Halk Meclisleri (’Comitia Curiata' ve ’Comitia Centuriata’)

Cumhuriyet Dönemi'nde halk meclislerinin hem sayısı, hem de yönetimindeki önemi artmıştır. Krallık Dönemi'nde, sadece patricius’larınkatıldığı yetkileri çok sınırlı olan ve 'Comitia curiata adını taşıyan halk meclisinin yanı sıra, bu dönemde tüm halkın yönetime daha etkin olarak katılabilmesini sağlamak amacıyla yeni halk meclisleri kuruldu.

Bunlardan biri, hem patricius'ların, hem de pleb'lerin katıldıkları 'Comitia centuriata'dır. Bu meclisin devlet yönetiminde rolü büyüktü. Magistra seçimlerinde, kanun

(17)

16 tekliflerinin (önerilerinin) kabul ya da reddinde ve yargı işlerinde yetkili olan bu meclis, cumhuriyet yönetiminin ortaya çıkardığı önemli bir kurumdur.

Bu iki meclisin yanı sıra, özellikle ezilen sınıf durumunda olan pleb'lerin, patricius'larla eşit haklara sahip olabilmek için verdikleri başarılı savaş sonucunda kurulmasını sağladıkları pleb meclisleri (Concilia plebistributa) vardır. Bu meclislerin en büyük özelliği başlangıçta üyelerinin sadece pleb'ler olmasına rağmen, aldıkları kararların zamanla patricius'lar için de bağlayıcı olmasıdır.

Seçme, yasama ve yargı yetkileri bu halk meclisleri arasında konularına ve önemlerine göre bölüştürülmüştü.

4.

Senatus

Senatus, Cumhuriyet Dönemi'nde de bir danışma kumlu niteliğindeydi. Ancak, her yıl değişen ve bu nedenle de iktidardaki faaliyetlerinden ötürü sonradan sorumlu tutulabilen bütün magistra'lar, özellikle consul'ler karşısında senatus, yönetimin istikrar unsuru olarak önem kazanmıştı. Senatus üyelerinin seçimi önceleri consul'ler tarafından yapılırken, sonraları bu yetki başka bir magistra'ya verildi.

Senatus'un danışma kurulu olarak yetkileri özellikle iki alanda önem taşıyordu.

a)

Yasama faaliyetinde senatus'un rolü iki aşamada kendini gösteriyordu. Magistra'lar tarafından yapılan kanun teklifleri (önerileri) önce senatus'ta tartışılıyor ve ancak bundan sonra halk meclislerine götürülüyordu. Halk meclislerince kabul edilen önerilerin ise yeniden senatus tarafından onaylanması ve halka duyurulması gerekiyordu.

b)

Yürütme alanında da senatus'un danışma niteliğinde olmakla birlikte fonksiyonu büyüktü. Gerçekten, devletin önemli işlerinde, gerek iç sorunlarda, askerlik, maliye, din konularında, gerek dış siyaset konularında senatus'un görüşlerine uyularak işlem yapılıyordu. Böylece consul'ler ve diğer magistra'lar giderek birer yürütme organı durumuna düştüler.

Cumhuriyet Dönemi'nde yetki dağılımında ortaya çıkan değişiklikler bu kadarla da kalmadı. Consul’ler ve diğer magistra'lar aleyhine yetkileri artan senatus, halk meclisleri karşısında iktidarını başlangıçta yitirmeye başladı. Artık bütün seçimler halk meclisleri tarafından yapılıyordu. Halk meclisleri kararlarının senatus tarafından onaylanması zorunluluğu sürüyordu. Böylece, Cumhuriyet Dönemi'nde halk meclislerinin ön plana geçmesi sonucunda gerçek anlamda halk yönetimi kuruldu.

Ancak son aşamada, üyeleri çok artan halk meclislerinin toplanamaz hale gelmesi, yasa önerilerinin sadece Senatus'un onayıyla kanun gücü kazanmasına yol açtı. Bu da Senatus diktatörlüğünü hazırladı.

(18)

17 III - PRINCIPATUS DÖNEMİ (İLK İMPARATORLUK DÖNEMİ)

(M.Ö. 27 - M.S. 235/284)

Roma'nın giriştiği savaşlar ve kazandığı büyük zaferler, devlet içinde toplumsal, ekonomik ve siyasal alanda büyük bunalımlara yol açtı. İkinci Pön savaşından (M.Ö. 216) sonra başlayan bunalımlı dönem iki yüzyıla yakın bir süreyi kapsar. Bir yandan, Roma sınırlarının sürekli zaferler sonucunda alabildiğine genişlemesi devlet yönetiminde benim- senen sistemi imkânsız kıldı. Çünkü, cumhuriyet yönetiminde bütün yurttaşların yönetime katılmaları, yani halk meclislerinde oy kullanmaları gerekiyordu. Oysa giderek kendilerine yurttaşlık hakkı tanınan topluluk genişliyordu. Bu durum ise, bütün Roma yurttaşlarının halk meclislerinde bir araya gelerek karar almalarını maddeten imkânsız kılmaktaydı. Öte yandan, yayılınanın yarattığı ekonomik ve toplumsal değişmeler ve bunların doğurduğu bunalımlar siyasal hayatı da etkiledi.

İtalya'nın o zamana kadar başlıca tarımsal ürünü hububattı. Roma'nın, daha iyi ve daha ucuz buğday sağlayabileceği bölgeleri egemenliği altına alması, İtalya köylülerinin, hububat ekimini bırakarak kendilerine kazanç sağlayabilecek olan meyvacılığa ve hayvancılığa yönelmelerini zorunlu kıldı. Ancak, bu değişiklik büyük sermayeleri gerektiriyordu. Oysa, o zamanın küçük toprak sahibi olan çiftçilerinde bu sermaye yoktu.

Bu durum, hububat eken küçük çiftçilerin ekonomik hayattaki yerlerini savaşlarda zenginleşmiş olan büyük nüfuzlu ailelere bırakmaları sonucunu doğurdu. Genellikle senatus üyesi durumunda olan kişilerin aileleri büyük toprak sahibiydiler. Ekonomik bunalıma yol açan bir başka etken de, o sıralarda Roma'nın kölelerle dolmuş olmasıydı.

Yeni zaferler sonucu elde edilen bölgelerden getirilen köleler, büyük sermaye sahiplerine ucuz ve kolay iş gücü sağladılar. Bu nedenle, büyük toprak sahiplerinin yanında, hayvancılık ve meyvacılık yapamadığı, hububat ekimi ile de artık geçimini sağlayamadığı için küçük topraklarını ellerinden çıkaran ya da bırakan orta sınıf halk, parasız çalışan kölelerin varlığı karşısında, çalışarak para kazanma olanağından da yoksun kaldılar.

Böylece, işsiz ve parasız Roma'ya yığılan kitleler Roma'da sayısı kabarık ve tedirgin bir sınıf oluşturdular. Küçük toprak sahiplerinden oluşan orta sınıf halkın ortadan kalkmasının gerek meclislerde, gerek orduda olumsuz etkileri oldu. Halk meclislerinde çoğunluk, parasız, işsiz, bu nedenle de kurulu düzenden hoşnut olmadığından her türlü yeni fikir akımlarına açık kimselerin eline geçti. Siyaset alanında bu kimselerden yararlanarak iktidarı ele geçirmek isteyenler görülmeye başlandı. Ordu da başlangıçta daima değişen kişilerden oluşuyordu. Sürekli bir ordu yoktu. Savaş çıktığında herkes parasına ve toprağına göre belli sayıda asker çıkarmakla yükümlüydü. Oysa yeni bir kararla paralı ve sürekli bir ordu kuruldu. Sürekli işleri olmadığından meslek olarak askerliği seçen kimseler, kendilerine iyi davranan komutanlarına bağlanıp gerektiğinde o komutanın iktidara gelmesi için mücadeleye girişiyorlardı. Böylece patlak veren iç bunalım, iktidar mücadelelerine, yeni yeni reform girişimlerine yol açtı. Bu durum, M.Ö. 59 yılında Caius lulius Caesar, consul oluncaya dek sürüp gitti. Caesar, bu karışıklıklar içinde, artık cumhuriyet yönetiminin yürümeyeceğine inanıyordu. Karışıklıklardan yararlanarak şahsında bir çok yetkilerin toplanmasını sağladı. M.Ö. 48 yılında artık tam bir diktatörün yetkilerine sahipti. Ancak, cumhuriyetten yana olanlar Caesar'ı pusuya düşürerek M.Ö. 44 yılında öldürdüler. Bununla birlikte cumhuriyeti kurtaramadılar. Bundan sonra yeniden

(19)

18 başlayan karışıklıklar M.Ö. 27 yılında Caesar'm yeğeni Gaius Octavius’un’principatus' adı verilen yeni bir yönetim biçimi kurmasıyla sona erdi. Gerçekte, Roma'da M.Ö. 27 yılında başlayan dönem, 'İmparatorluk' dönemidir. Ancak, siyasal açıdan, yönetimin M.S.

284 yılına değin süren biçimi bu tarihten sonraki yıllardakinden farklıdır. Bu nedenle, Roma İmparatorluğu'nu M.Ö. 27 yılından başlatan tarihçiler bile, M.Ö. 27 yılından M.S.

284 yılına kadar süren dönemi 'İlk İmparatorluk' adıyla bu dönemi izleyen dönemden ayırmaktadırlar. Üç yüz yıla yakın bir zaman süren bu dönemin ilk iki yüzyılı, birçok bakımlardan Roma'nın en parlak dönemidir. Bir barış ve sükûnet dönemi (pax romana) olan ve milâttan sonra iki yüzyıl süren bu dönemde, Roma kurumları (müesseseleri) kök- leşmişler ve Helen kültürü ile de karışarak o zamanın bilinen dünyasına yayılmışlardır.

Özellikle ikinci yüzyılın büyük İmparatorları, ‘Roma- Heler’ uygarlığını, bugünkü Batı uygarlığının, düşünce, sanat, hukuk ve devlet bakımından temelini oluşturacak biçimde ortak bir uygarlık olarak Roma sınırları içindeki ülkelerde yerleştirmişlerdir.

M.Ö. 27 yılından itibaren devlet yönetiminde yapılan değişiklikler ilk bakışta cumhuriyet yönetiminin yeniden düzenlenmesi gibi görünür. Oysa, cumhuriyet döneminin kurum (müessese) ve organları olduğu gibi bırakılmakla birlikte, bunların üstünde sınırsız yetkilere sahip yeni bir organ yaratılmıştır. ‘Princeps’ adını alan bu organla devlet yönetiminde iktidarın tek elde toplanması fikri giderek daha çok yerleşmiştir. Başlangıçta iktidarın princeps’le senatus arasında bölünmesi biçiminde kendini gösteren sistem, princep’in yetkilerinin giderek çoğalması sonucunda yerini monarşiye bırakmıştır.

Bununla birlikte, M.S. 284 yılına kadar süren bu dönem içinde mutlak bir monarşinin kurulduğu söylenemez. Çünkü, principatus yönetiminin başlıca özelliği, princeps’in birçok yetkileri şahsında toplamış olmasına rağmen, bu yetkilerin kendisine cumhuriyet yönetiminin organları tarafından verilmesi dolayısıyla mutlak bir iktidara sahip olmamasıdır. Bu dönemin siyasî organları, özellikle senatus'un bu dönemdeki görev ve yetkileri incelenirse durum daha iyi anlaşılır.

1.

Princeps

Sözcük anlamı 'başkan, şef olan ’princeps’, ’primus’ (ilk, birinci) kökünden gelmekte olup, burada, yurttaşların ilki, bir numaralısı anlamındadır. Princeps, senatus tarafından seçilirdi. Ancak, bu seçimin halk meclislerince onaylanması gerekiyordu.

Yetkilerinin senatus ve halk meclisleri tarafından verilmesi nedeniyle princeps'in de gerçekte bir magistra olduğu düşünülebilir. Ancak, princeps'e verilen yetkiler, tek tek magistra'lara verilen yetkilerden çok genişti. Princeps, ordulara kumanda etmek, asker toplamak, terhis etmek, kendisine bağlanan eyaletleri yönetmek, halk meclislerine başkanlık etmek, savaş ilân etmek, barış anlaşması yapmak, yurttaşlık hakkı tanımak, din işlerini yönetmek, devlet topraklarını tahsis etmek gibi, devlet yönetiminin en önemli yetkilerini kendinde toplamıştı, öte yandan, yargı yetkisine de sahipti. Hem ceza davalarını, hem de özel hukuk davalarını dilerse doğrudan doğruya kendisi, dilerse atayacağı hukukçular aracılığıyla yürütüyordu. Bundan başka, yargıçların karara bağladığı davalar konusunda kişiler itiraz yoluyla princeps'e başvurabiliyorlardı. Princeps'in kural olarak kanun koyma yetkisi yoktu; ancak, senatus'a kanun önerileri getirebilirdi. Öte yandan, princeps, magistra olarak beyanname çıkarabilirdi. Giderek, bu beyannameler, anlaşmazlıkların

(20)

19 çözümü için verdiği kararlar ve kendisine bağlı eyaletlerin yetkili kişilerine gönderdiği talimatlar kanun gücü kazandılar.

Devletin iki hâzinesi vardı. Birisi, ‘fiscus’ öteki ’aerarium’ adını taşıyordu.

Aerarium, senatus'a ve halka ait sayılıyordu. Fiscus ise, princeps'e bağlı olan eyaletlerden sağlanan gelirlerden oluşuyordu. Bu hazine de devlet malıydı. Ancak, princeps, yönetim için yapacağı giderleri bu hâzineden karşılayabiliyordu. Başlangıçta herhangi bir yurttaş gibi kanunlara tabi olduğu kabul edilen princeps'in, zamanla kanunların üstünde bir durum kazandığını görüyoruz.

2.

Magistra'lar

Principatus Dönemi'nde, Cumhuriyet Dönemi'ndeki magistra'lıklar ortadan kaldırılmamıştı. Ancak, bu dönemde yapılan bir ıslahatla bütün bütün senatus'a tabi kılınan bu makamların fonksiyonları giderek azaldı. Princeps'in ve onun doğrudan doğruya atadığı memurların karşısında magistra'lıklar bir gölge durumuna geldiler ve yalnızca birer şeref mevkii olarak kaldılar. Başlangıçta fonksiyonu en az değişecek gibi görünen magistra'lık, praetor'luktu. Şehir ve yabancılar praetor'u olarak yargı işlerine bakanların yanı sıra, çeşitli anlaşmazlık konuları için özel praetor'luklar da kurulmuştu. Ancak, Roma'da, davaların görülmesi sistemini incelerken açıklayacağımız gibi, bu dönemde bazı davaların praetor'larm yetki alanından çıkarılması ve princeps'e bağlı özel memurlara verilmesi sonucunda praetor'lar da fonksiyonlarını yitirmeğe başladılar. Zamanla, princeps'e bağlı memurlara gördürülen davaların sayısı arttı. Öte yandan, praetor'larm bu davalarla ilgili olarak çıkardık- ları beyannamelerin önemini yitirmesi, praetor'larm hukuk yaratma yetkilerinin bütün bütün son bulmasına yol açtı.

3.

Halk Meclisleri

Bu dönemde halk meclislerinin de fonksiyonu azaldı. Daha cumhuriyet döneminden başlayarak bütün İtalya halkına yurttaşlık hakkı tanındıktan sonra, halk meclisleri sisteminin yürümesi güçleşmişti. Çünkü, bütün İtalya halkının Roma yurttaşları olarak bir araya gelmesi ve karar alması maddeten olanaksızdı. Oysa, halk meclislerinin anlamı, bütün yurttaşların yönetime katılmalarıydı. Bunu sağlayabilmek için bir süre yazılı oyların gönderilmesi usulü uygulandı. Ancak bu da yürümedi. Bu durum, halk meclislerinin faaliyet alanının daraltılmasına yol açtı. Principatus dönemi başında magistra'ları seçme yetkisi halk meclislerine aitken, kısa bir süre sonra bu yetki senatus'a devredildi. Halk meclisleri bir süre sonra yargılama yetkilerini de yitirdiler. Halk meclislerinin yasama alanındaki faaliyetleri Principatus Dönemi'nde bir yüzyıl daha sürdü. Ancak, M.S. 1. yüzyılın sonlarında halk meclislerinin bu yetkileri de ortadan kalktı.

4.

Senatus

Senatus, Principatus Dönemi başında halk meclislerinin yetkilerine sahip kılınmıştı.

Ancak, bu dönemin ortalarına doğru bu yetkilerini princeps yararına yitirmeye başladı.

Gerçekten, bu dönemin başında senatus'un kanun koyma yetkisini kazandığını görüyoruz.

Magistra'ların, özelikle princeps'm getirdiği kanun önerilerinin senatus tarafından kabulünden sonra, 'Senatus consultum' adı verilen bu senatus kararlarının halk meclislerine

(21)

20 götürülmeksizin kanun gücü kazandığı kabul ediliyordu. îlk zamanlarda senatus’a kanun önerileri getiren princeps'in zamanla bir söylev biçiminde düzenlediği kanun önerilerinin senatus’ta okunması, bunların kanun gücü kazanmaları için yeterli görülmeye başlandı. M.S.

2. yüzyıldan başlayarak princepsler artık senatus'a hiç sunmaksızın kanun gücünde emirnameler çıkarmaya başladılar.Senatus'un yönetim alanındaki yetkilerinde de durum aynı oldu. Başlangıçta senatus tarafından görüşülmesi ve kararlaştırılması gereken savaş ilânı, barış ve diğer anlaşmalar konusunda princeps mutlak yetki kazandı. Önceleri, işgal edilen ve devlete eyalet olarak katılan ülkelerden bazılarının yönetimi princeps'e bırakılırken, bazılarının yönetimi de senatus'a veriliyordu. Senatus kendi yönetimi altındaki eyaletlerden sağlanan gelirlerden oluşan hâzineyi de yönetme hakkına sahipti. Ancak, bir süre sonra bu yönetme yetkisi de devlet memurlarına verildi. Halk meclislerinden alınıp, senatus'a devredilen magistra seçimlerinde de princeps'in baskısı ve etkisi giderek artı.Senatus'un yargı alanında, özellikle ağır ceza davalarındaki yetkileri uzun süre sınırlandırılmadan kaldı.

Kanunda öngörülmemiş olan cezaları vermek, kanunî cezaları azaltmak ya da çoğaltmak senatus'un elindeydi. Ancak, princeps, senatus'un bu faaliyetlerini durdurma yetkisini kazanmıştı.Özetle, Principatus Dönemi’nin başında önemli bir yeri olan ve devletin yönetimine büyük ölçüde katılan senatus, dönemin sonuna doğru bütün bütün princeps'in emrine girmiştir.

5.

Princeps’e bağlı devlet memurları

Devletin önemli işlerini görecek memurlar princeps tarafından atanıyorlardı.

Bunlar yönetme yetkisini princeps'ten alıyorlardı. Yani onun temsilcisi durumundaydılar. Bu nedenle, statüleri magistra'larınkinden farklıydı. Memuriyetleri kesin bir süreye bağlı değildi.

Kendilerini atayan princeps iktidarda kaldığı sürece bunlar da görev yaparlardı. Ayrıca, bunlar eski magistra'lardan farklı olarak ücret de alıyorlardı. Artık mertebeler silsilesine bağlı bir memuriyet düzeni doğmuştu.

Bu memurlar dışında princeps'in bir özel danışma kurulu vardı. Princeps'in güvendiği kişilerden oluşan bu kurul, önemli konularda princeps'e görüşünü bildiriyordu.

Böylece bu kurul, senatus'un danışmanlık fonksiyonunu da elinden almıştır.

Sonuç olarak, Principatus Dönemi'nin sonlarına doğru artık devlet yönetimi princeps'in ve ona tabi olan organların eline geçmişti.

(22)

21

IV - İMPARATORLUK DÖNEMİ (DOMINATUS YA DA SON

İMPARATORLUK DÖNEMİ) (M.S. 284 - M.S. 476/1453)

Principatus Dönemi'nde kurulan, yetki ve görev dağılımının ve devlet hizmetlerinin siyasî ve İdarî bakımdan örgütlenme biçimi Cumhuriyet Dönemi'nin organlarını görünüşte muhafaza etmekle birlikte, yeni düzeni yerleştirmeye yönelikti. Nitekim, bu organlar giderek sadece birer görüntü durumuna geldiler. Princeps güç kazandı ve bütün yönetim ona tâbi duruma geldi.

Princeps’in iktidarının güçlenmesi, ona tabi olan İtalya'nın ve eyaletlerin yönetimini birbirine yaklaştırdı. Bu yönetimler altında ki halkın hukukî yaşama koşulları birbirine benzemeye başladı. Bu da, princeps’in yönetimi altındaki bütün bölgelerde yaşayan kişiler arasında eşitlik düşüncesini güçlendirdi. Bu toplumsal gerçek imparator Caracalla zamanında hukukî dayanağını buldu. Bu İmparator, M.S. 212 yılında çıkardığı bir emirname ile Roma İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan bütün fertlere (bireylere), başka bir deyişle imparatorluğun bütün uyruklarına Roma yurttaşlığı tanıdı. İmparatorluk içinde herkesin eşit haklara sahip kılınması, o zamana kadar ayrıcalıkları olan sınıflarda hoşnutsuzluk yarattı. Öte yandan, imparatorluk sınırları içinde yaşayan farklı din, ırk ve kültürdeki kavimlerin tek bir yönetime tabi kılınması, bu yönetimde değişiklikler yapılmasını gerektirdi. Gene o zamana kadar kendi ulusal ve bölgesel hukuklarına göre yaşayan İçimseler artık Roma yurttaşı oldukları için, bu kişiler arasındaki ilişkilere Roma hukukunun uygulanması zorunluluğu hukuk alanında da çatışmalara yol açtı. Roma hukuku çeşitli eyaletlerde o zamana dek geçerli olan hukuk kuralları karşısında her zaman egemenliğini koruyamadı; bazı eyaletlerde bölgesel hukukun yerleşmiş kuralları karşısında, onlarla bağdaştırılamadığı oranda ikinci plana düştü. Yerli hukuklarla bağdaştırıldığı yerlerde ise artık arı ve ulusal bir hukuk olma niteliğini yitirdi.

Bu toplumsal ve hukukî çatışmaların yanı sıra ekonomik, dinî ve ahlakî nedenler de, Roma İmparatorluğu'nun yeni bir bunalım dönemine girmesine yol açtı. Ekonomik düzen, toprak mülkiyetinin belli ellerde toplanması sonucunu doğurmuştu. Köle artışı nedeniyle emeğini satarak hayatım kazanamayan geniş bir işsizler yığını sorunu, üç yüzyıl süren principatus dönemi boyunca çözülememişti. Gerçi devlet yönetiminde kurulan memurlar kadrosu giderek genişliyor, ücretli memur fikri, emeğin değerlendirilmesi olanağını yaratıyordu. Ama memurlar, genellikle toplumun yüksek tabakasını oluşturan şövalyeler ve senatus üyelerinin ailelerine mensup kişiler arasından seçiliyordu. Yoksul halkın durumunu düzeltmek için alman tedbirler geçici oldu.

Bütün bu toplumsal ve ekonomik huzursuzluklar, Roma İmparatorluğu sınırları içinde Hıristiyanlığın kolayca yayılınasına yol açtı. Gerçi Hristiyanlık, birçok dinde olduğu gibi, dünya düzenlerini değiştirecek, toplumsal ve ekonomik güçlüklere çözüm sağlayacak yollar gösteremiyordu. Ama, yeryüzündeki düzensizliklerden zarar gören, yaşamanın ağır koşulları altında ezilen halka manevî dayanak oluyor, çektiği acılara bir anlam kazandırıyordu. Çünkü, Hristiyanlığın temel ilkelerinden biri, insanların, yeryüzünde çektikleri acılar oranında öte dünyada mükâfat göreceklerinden, yeryüzünde uğrayacakları her türlü haksızlığa, ezilmeye yakınmadan katlanmalarıydı. Çaresiz kalan halkın böyle bir

Referanslar

Benzer Belgeler

İşte sözcüklere ilişkin bu tür anlamlar, sözcüğün bütün kullanıcılar tarafından bilinen anlamsal özellikleri olarak adlandırılmaktadır Bütün içerik sözcükleri ve

A dummy activity is also used when one activity depends upon two preceding activities and another activity depends only upon one of these two preceding activities as shown in

 The creation of the state was opposed by the Palestinian Arabs supported by Syria, Lebanon, Jordan, and Egypt, but after a violent conflict Israel survived and

3.Sahada iletişime bağlı triyaj 4.Rutin acil servis triyajı... Sahada

kuruluştur. 1982 Anayasası’nın başlıca özelliklerini tespit edebilmek. • Bir tepki anayasası olması nedeniyle aşırı düzenleyici bir yöntemle hazırlanmıştır. •

a) Meslek memurları, Bakanlığın görevleri çerçevesinde, Türk dış politikasının oluşturulması ve icrasında görev yetki ve sorumluluk üstlenen ve temsil görevi icra

Ahlak kavramı, gelenek, adet, alışkanlıklar içerisinde yapılması ya da uyulması toplumca arzu edilen ve beğenilen hareketlerden çok daha fazla yaptırım gücü

ABİA’nın 45 ve 46. maddeleri ve bunlara dayanarak düzenlenen ikincil yasalar, üye devlet vatandaşı işçilere diğer üye devletlerde vatandaşlığa