• Sonuç bulunamadı

Tinsel Zaman

Belgede Bilge Karasu - insan ve eser (sayfa 154-157)

2. BİLGE KARASU’NUN ESERLERİNİN İNCELENMESİ

2.2. Öykülerde Yapı

2.2.3. Öykülerde Zaman

2.2.3.3. Tinsel Zaman

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda yer alan “Tepe” adlı öykü, geçmişin yükü ve hatıraların ağırlığı altında ezilen başkişinin içsel hesaplaşmaları, sorgulamaları üzerinden ilerler. Bilge Karasu 04.08.1964 tarihli mektubunda “Tepe” ile ilgili olarak acıyı sade düşünmenin ya da sade duymanın yetmediğini, hem düşünmek hem duymak gerektiğini söyler. Öykünün başlıca noktalarından biri budur (HM: 41). İoakim’in tepeye yaptığı ve otuz sene öncesinde kalmış olayları düşünmek ve o acıyı duymak için yıllardır her akşam tekrarladığı yürüyüş, mazinin ağırlığını taşır. Andronikos’un ölümüne tanıklık etmiş olmanın verdiği gönül yorgunluğu, zamanı algılayışı üzerinde etkilidir:

Çocukları unutuyor. Biraz daha çaba gösteriyor şimdi. Çıkmakta, ilerlemekte. Az vakti kalmış olmalı. Yola çıkalı kaç yıl oldu? On dakika ya var ya yoktur yürümeğe başlayalı. (USBGA: 75)

Reel zaman ile zihinsel zaman arasındaki bu uyumsuzluk zamanın herkesçe farklı algılanmasına meydan veren niteliksel yani tinsel yönünden kaynaklanır. Birincil anlamıyla sayılabilen bir süre olan zaman, İoakim’in içinde bulunduğu ruhsal durum neticesinde niceliksel yapısından sıyrılır; çünkü niceliksel zamanda on dakikanın yıllar ile eşitlenmesi, bu iki sürenin birbirine denk olması mümkün değildir.

Troya’da Ölüm Vardı içindeki birbiriyle ilişkili öykülerde zaman, bireyi kuran özelliği ile öne çıkar. Çocuk yaşlarının büyülü dünyalarının yıllar geçtikçe yerini umutsuzluğa ve yalnızlığa bıraktığı dört arkadaş için zaman, aleyhte rol oynar. Büyüdükçe geride bıraktıkları, özlemle anılacak, unutulmayacak şeylerdir:

Bir gün sonra gidecektik. Ölümsüz olunamayacağını anlamağa başladım. Geride büyük, unutulmayacak bir şey kalıyordu ama... Dün yoktu, yarını bilemezdim, bugün bile yoktu. Katılık vardı yalnız. “Ölüm,” dedim, “ölüm...” (TÖV: 74)

Geçmiş, gelecek ve şimdinin bir potada eritildiği bu ifadelerde, kahraman anlatıcı Müşfik ölümsüzlüğün ve sonsuz mutluluğun mümkün olmadığını anlar. Sonsuzluğu sağlayabilen tek şey, ölümdür; ancak ölüm, mutluluk anını dondurup kişiyi sonsuza ulaştırabilir.

Yığınla eşyanın arasında duyumsanan yalnızlığın, içlerinden bir tanesinin bakış açısından ele alındığı “Depo”da olaylar, “kış[ın] yaza yürüdü[ğü]” (S: 21) günlerin birinde geçer. Zamanın algılanışı, depoda satın alınmayı bekleyen eşya üzerinden verilir. Bulunduğu yer itibariyle dışarının aydınlığından, karanlığından, mevsimlerin değiştiğinden habersiz olan eşyanın zamanı duyumsadığı ilk ve tek an, onu elinden kaçırdığı anla çakışır:

Kış yaza yürüdü. Bahar bütün aşkı ile geçiyor. Ve ben, kurnaz kısırlığımın içinden, hiçbir şeyin farkında olmadığımın gerçeğinde, duruyorum. Zamanı ilk duyuşum bu. Duruyorum. Hiç bir şey yıkamaz beni o halde. Bu duyduğum zaman, benim olamaz. (..) Benim olmayan, bana dokunamaz. Zamana bakmam da boş. O kadar kolaymış meğer. (S: 21)

Günler boyunca Sazandere’ye gitmek isteyen ismi belirsiz başkişinin her gece garajda otobüsü yakalamak için gösterdiği çabanın konu edildiği “Geceden Geceye Arabayı Kaçıran Adam” adlı öyküde vaka zamanına yönelik belirgin göstergeler vardır: “Onaltıncı gece Sazandere otobüsünü, bir hayvanı köşeye kıstırır gibi kıstırdı” (GKB: 39). Başkişinin Sazandere’ye gitmek utkusuyla verdiği mücadele süresince başka hiçbir şey yapmayıp bu amaç uğruna günlerini heba etmesi sonucunda zamanın ezici üstünlüğü galip gelir.

“Dehlizde Giden Adam”ın öykü zamanı “Havanın titreştiği, denizin ayna gibi güneşin bütün sıcaklığını yansıttığı bir gün”dür (GKB: 93). Öyküde zaman ile mekân arasındaki ilişki öne çıkar. Dehliz zamanın donduğu, akmadığı, geçmediği, ilerlemediği bir yerdir. İsmi belirsiz başkişinin, saate her baktığında on ikiyi görmesi bu durumun işaretidir: “Saatine baktı. Hala on ikiyi

gösteriyordu ama işliyordu. Kurmağa kalktı. Kurgusu bitmek şöyle dursun, yeni kurulmuş gibiydi” (GKB: 96). Zamanın kendine has şekilde işlediği dehlizde yürümeye başlar başlamaz adeta boyut değiştiren kahraman bir müddet sonra zamanı algılayamaz olur: “Acıkmalarını, yediği yemekleri ölçü olarak alsa, bu yolda bir yıla yakın bir süredir yürüyor gibiydi ama bir yıl mı, bir hafta mı, bilecek, kestirecek durumda değildi ki...” (GKB: 98). Mekânın birey için labirentleştiği öyküde zaman da kısıtlayıcı ve kuşatıcı özelliğiyle öne çıkar.

Adından başlayarak tarihsel bir sürece işaret eden “Bir Ortaçağ Abdalı”nda zamanın algısal boyutu önem kazanır. Hanın içerisi ile dışarısı arasındaki zamansal farkın belirleyici olduğu anlatının öykü zamanında ileri sıçrayışlar dikkat çeker:

Abdal, hanın kapısına vardığında, kapılar çoktan kapanmış, ortalık çoktan kararmış olacak. Abdalın çağında, kapanmış kapılar, gün doğmadan açılmaz bir daha. İçeridekiler ise, kapıların adam almak için değilse bile adam salmak için açılmamasının artık anlaşılmaz olduğu bir çağda yaşıyorlar. (GKB: 47)

Han duvarında açılan bir adam boyundaki gedik sayesinde içeri giren abdal için adeta zamanda da bir geçit açılmış olur. Abdal hana girerek hem kendi hem de en başından beri onu gözleyen handaki adamın sonunu hazırlar. Abdalın ve onu içeri alanın ölümünden sonra kendi kentlerine dönmek üzere oradan ayrılan birkaç arkadaş yolun ortasında yürüyen, ortaçağ abdallarını andırır kılıklı bir adam görürler. Kapılar kapanmadan hana varmak için hızlı hızlı yürüyen ve abdalı çağrıştıran bu kişi ile zaman adeta geri alınır, başlangıç ve bitiş döngüsel bir tekrar içine girer.

“Zanzalak Ağacı” adlı öyküde içinde bulunulan kış ayı, sevdiğini ve sevdiğinin kendisini kıskanan erkek kardeşini düşünen kahraman anlatıcının düşüncelerini şekillendiren önemli bir unsurdur. Kışın getirdiği soğuk, odasında, yatağında dönüp duran anlatıcının zihnini baştan sona meşgul eder: “Bu soğukta durulmaz öyle; soyunmayıp ne yapacağım.” (TÖV: 43), “Yatmalı artık, bu soğukta dikilip durmak neye yarar?” (TÖV: 43), “Üşüyünce kafası donuklaşıyor insanın, her yanım donmuş gibi.” (TÖV: 43), “Tek kişilik yatak da soğuk olur.” (TÖV: 43), “Ayaklarımı uzatmalıyım. Bir türlü de olmuyor bu buz gibi çarşafların arasında.” (TÖV: 44), “Uzattım. Yatak ısınıncaya dek çekmemeliyim dizlerimi karnıma.” (TÖV: 44), “Pencerenin kenarı yumuşak bir ses çıkarıyor. Kar yığılmış olacak.” (TÖV: 44), “Kaskatı yatmışım. Yatak ısındı ama yorgana biraz daha sarınmalı.” (TÖV: 45), “Kar dursa uyuyacağım. Geniş, ak bir gurultu içinde uyurum.” (TÖV: 45), “Aydınlık yerinden eriyen kar löp löp beş kat yüksekten iniyor aşağı.” (TÖV: 45), “Soğuk, sessizlikle boğuk.” (TÖV: 46), “Ağaçlar nasıl ağırdır şimdi, karın altında.” (TÖV: 46), “Yatak iyice ısındı. Başımı, alnımı geriyor soğuk. Zanzalak ağacının gölgesi sıcak olmalı.” (TÖV: 46), “... sevda soğuk kar gibi sevda denen” (TÖV: 46). Başkişinin zihnini durmaksızın meşgul eden ve soğuğa vurgu yapan bu ifadelerde, fiziksel algılanışın gittikçe ruhsal algılanışa doğru evrildiği görülür.

Belgede Bilge Karasu - insan ve eser (sayfa 154-157)