• Sonuç bulunamadı

BİLGE KARASU’NUN HAYATI-YAZIN YAŞAMI-ESERLERİ

Belgede Bilge Karasu - insan ve eser (sayfa 23-47)

1.1. Hayatı

Bilge Karasu, 1930 yılında İstanbul’da doğar. İlk ve orta öğrenimini bu şehirde tamamlayan yazarın çocukluğuna dair elde çok fazla veri yoktur. Bir röportajında kendini “yedi yaşına dek aşağı yukarı kör bir çocuk” (S: 217) olarak tanımlayan Karasu o yaşlarına kadar etrafında olan biten şeylerle çok fazla ilgilenmeyen bir çocuktur. Beş altı yaşlarındayken dergilerdeki resimli romanları okuyacak kadar okuma bilir. Ansızın dünyaya daha bilinçli bir gözle bakmaya başladığı altı yedi yaşlarını ve bu değişimin sebeplerini şu sözlerle açıklar:

O yaşta ne mi gördüm? Bir kere arkadaşlık denen şeyi öğrendim. Hatta arkadaşlıktan öte, bir insanın insana bağlanmasını, bir insanın bir insanı sevmesini, aşk demek istemiyorum ama sevmesini öğrendim, benden başkalarının vücudunu öğrendim. Benden başkalarının başka türlü yaşadığını, davrandığını, hareket ettiğini öğrendim. Başka türlü konuşulduğunu, başka türlü koşulduğunu, başka türlü oynandığını öğrendim. Birtakım şeyleri sevdim, birtakım şeyleri sevmediğimi öğrendim. O zaman farkına vardım. Çünkü başkalarını gördüm, dünyaya ansızın bakmaya başladım, altı yaşlarında falan. Okula gitmenin bunda etkisi çok. (S: 218)

Bu fark edişler silsilesiyle birlikte hayatı başka bir pencereden algılamaya başlayan Karasu, aynı yaşlarda piyano çalmayı öğrenir. Piyano ile birlikte aldığı musiki eğitimi, sonraki yıllarda onun yazınını dil ve üslûp bakımından şekillendiren etkenlerden biri olur.

Özel hayatı hakkında çok fazla konuşmayan ve neredeyse hiç yazmayan Bilge Karasu’nun ailesine dair bilinenler çok azdır. Musevi asıllı olan anne ve babası daha sonra Müslümanlığı seçmiştir. Bilal Acarözmen onun hakkındaki bir yazısında Karasu’nun Karşıyaka Mezarlığı’ndaki kabrini ziyareti esnasında Mezarlıklar Müdürlüğünden aldığı kabir bilgilerinde babasının adının Sami Karasu olarak göründüğünü belirtir (Acarözmen, 2016). Bunun dışında babası ve baba tarafı ile ilgili çok fazla veriye rastlanmaz. Onunla aynı dönemin yazarlarından olan Rasim Özdenören’in aktardığı bir anı, babası konusundaki hassas tutumunu gösterir. Özdenören, bir gün Bilge Karasu’nun evindeki kitaplıkta gördüğü portredeki kişinin kim olduğunu ona sorar ve babası olduğu cevabı alır, babasının adını öğrenmek isteyince de “Ne garip merakların var.” şeklindeki bir yanıt alır (Rasim Özdenören ile kişisel görüşme, 30 Nisan 2016). Bu durum, Karasu’nun ailesi ile ilgili konuşmama ve bunu paylaşmama tavrını yansıtır. Ayrıca Özdenören, o dönemde etraftan duydukları kadarıyla yazarın asıl adının İsrail olduğunu, Türkçe anlamı olan Bilge adının kendisine

20 yaşındayken verildiğini de ifade etmektedir. Ancak bunlar meçhul kaynaklardan, haricen işitilen bilgilerdir; doğruluğu tastik edilememiştir.

Mehmet Sait Aydın’ın, Bilge Karasu’nun öğrencisi Mehmet Demir ile gerçekleştirdiği röportajda sorduğu bir soru üzerine yazarın geçmişinin bir dönemi (kökeni) hakkında konuşmaktan kaçındığının; annesinden söz eden Karasu’nun babasından ise hiç söz etmediğinin (Aydın, 2014: 61) belirtilmesi, yine yazarın bu tutumunu işaret etmektedir. Nitekim annesine ve anne tarafına dair bilgiler, babasına oranla daha fazladır. Gerek hayatından kesitler taşıyan Lağımlaranası ya da Beyoğlu, Altı Ay Bir Güz gibi eserlerde gerekse yazdığı mektuplarda yazarın annesi, teyzesi, teyze kızları ve ninesine dair bilgiler bulmak mümkündür. Teyzesinin ve annesinin ölümleri, Lağımlaranası ya da Beyoğlu’na konu olan Karasu, Jean Nicolas ve Gino Harsh adlı arkadaşlarına yazdığı mektuplarda ölene kadar onunla yaşayan annesinin ölümüne dair detaylı açıklamalarda bulunur. Bir röportajda kendisine sorulan “Annenizle, babanızla ilişkileriniz nasıldı?” sorusuna verdiği cevap, belki de yazarın aile ilişkilerine yönelik tek bilgi kırıntısıdır:

Ne söylesem haksızlık ederim, onlara da kendime de. Ne ilginç görünmek için, anamdan babamdan tiksinirdim diyeceğim, -böyle diyenler var-, ne de her şeyin güllük gülistanlık olduğunu söyleyeceğim. Hayır şimdi biraz daha başka türlü düşünür oldum. (S: 218)

Aynı röportajda babasını “Bütün pederler gibi bir pederdi. Evin sultanı, padişahı” (S: 218) sözleriyle tanımlayan Karasu, on üç on dört yaşlarındayken babası tarafından kulağının çekildiğini anlatır. Olayın sebebini hatırlamamakla birlikte olayın kendisini unutamaz ve bunu, asla bağışlamayacağı bir hareket olarak görür. Annesinden ise, her çocuğun yediği kadar dayak yediğini söyler (S: 219).

Kendisini inatçı bir kişi olarak tanımlayan sanatkâr, küçük bir çocukken bile büyüdüğüne inanır. Sekiz yaşında çevresi tarafından çocuk sayılırken dokuz yaşına geldiğinde büyüdüğü iddia edilir (S: 219). Evde kendisini direkt ilgilendiren tatsızlıklar yaşanmamasına rağmen her zaman kendisini ilgilendiren birtakım tatsızlıklar bulmaya meyilli yaradılışı, dünyayı algılayışının ipuçlarını verir.

İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü’nü bitiren Karasu 1953’ün sonunda Ankara’ya yerleşir. Rockfeller Vakfı’nın verdiği bursla 1962-1963 yıllarında Avrupa ve Amerika’da bulunur, ardından Türkiye’ye döner. Basın-Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğünde, Ankara Radyosu Dış Yayınlar Bölümü’nde çalışır. Bir müddet Türk-Amerikan Derneği’nde de görev yapan Karasu, Ekim 1966’da buradaki işinden ayrılarak Ankara Radyosu Dış Yayınlar Servisi’nde saat 21:00 ile 21:30 arasında Fransızca yayınlar yapmaya başlar. “Ankara Hakkında Bir Dizi Sohbet” başlıklı radyo yayınlarını gerçekleştirir; Ankara Radyosu için radyo oyunları yazar.

Bilge Karasu Türkçe ve yedi Batı dili ile birlikte sekiz dil bilmektedir. Çevirilerinden hareketle bu dillerin altı tanesini Yunanca, İtalyanca, İspanyolca, Fransızca, İngilizce ve Almanca olarak saptamak mümkündür. Dil öğrenmeyi sabır ve hınç isteyen; hem çalışmayı hem bilgiyi üst üste koymayı gerektiren bir iş olarak değerlendiren yazar (HM: 95) bir dönem Arapça ve Farsça öğrenmeye çalışır. Yine Rasim Özdenören ile olan bir anısı yazarın dil bilincini, dile yaklaşımını göstermesi açısından dikkat çekicidir. Bir gün, Bilge Karasu, Rasim Özdenören’in evinde iken bir köşede duran Fatiha Suresi’ni dikkatle inceler. Özdenören Arapça bilip bilmediği sorunca Arapçayı epey ilerlettiğini; şimdilerde Farsça çalıştığını; bu dili okuduğunu anlayacak, Tahran’a gitse sokakta meramını ifade edecek, radyo ve televizyon dinleyecek kadar bildiğini söyler. Özdenören’in Farsça’dan öğrenilecek ve bilecek ne kaldığını sorması üzerine ise, Karasu bir dili “biliyorum” diyebilmek için o dilin argosuna, halk diline varıncaya kadar bütün jargonuna vakıf olunması gerektiğini ifade eder (Rasim Özdenören ile kişisel görüşme, 30 Nisan 2016). Bilge Karasu bildiği bütün Batı dillerine bu kastettiği şekilde; tüm teferruatıyla, edebiyat diliyle, deyim, deyiş ve tabirleriyle vakıftır. Çok güzel bir diksiyonla kusursuz İngilizce ve Fransızca konuştuğu söylenen yazar, 63 yaşında Japonca kursuna başlar.

Haziran 1971’de TRT ile ilişiği kesilen Karasu, yurt dışından döndükten sonra özel dersler vermek ve çeviriler yapmak suretiyle hayatını idame ettirir. 1974’te, özel ders verdiği öğrencilerini Dışişleri Bakanlığı sınavlarına hazırlayan Karasu, aynı yıl Kültür İşleri Sekreterliği Danışma Kurulu üyesi ve Felsefe Kurumu Başkan Yardımcısı olarak atanır. 14 Ocak 1975’te Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde çalışmaya başlar. Görev yaptığı yıllar boyunca üniversitede “Göstergebilim”, “Metin Okuma ve Yazma” dersleri verir.

1 Kasım 1978’de Ankara Operası’yla Unicef üyesi seçilmesi sebebiyle Unicef Çocuk Yılı için üç aylık sözleşme imzalar. Nisan 1982’de koreograf Duygu Aykal için bir bale projesi hazırlayan Karasu, Temmuz 1987’de, 1955’te Bülent Arel’le başlanan Kafka’nın Dönüşüm’ü çıkışlı opera projesini yeniden ele alır. 1993-1994 yıllarında Alman besteci Rolf Baumgart için opera çalışmasında bulunan Karasu “Gidememek” adlı opera librettosunu yazar.

Karasu, bütün bu işlerin yanı sıra üniversitelerde konferanslar verir, söyleşilere katılır. 20 Mayıs 1972’de Türk Dil Kurumu’nda yazar, okur, metin üzerine düşüncelerini içeren bir konuşma yapar; ardından dinleyicilere yazılması 14 ay, ön çalışması yaklaşık iki yıl süren “Usta Beni Öldürsen E!” adlı masalımsı öyküyü okur. 11 Haziran 1981’de Türkçe öğrenmekte olan yabancılardan oluşan seyirciler karşısında “Türk Yazarları Okumak” adlı söyleşiye katılır. 25 Nisan 1983’te bu sefer Fransız Kültür Merkezi Müdürü Claude Tayon’un “Çağdaş Türk Romanı” üstüne Fransız Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilecek olan söyleşiye davet edilen Karasu, 17 Şubat 1988’de “Okurluk Üzerine” adlı bir konferans verir.

Okumak, yazmak, çeviri yapmak, ders vermek, özel bazı kurumlarda görev almak, söyleşilere katılmak, kimi projelerde yer almak gibi pek çok işi bir arada yürüten Bilge Karasu, hayatının bu yoğun temposundan zaman zaman şikâyet eder. Bir mektubunda “Beni kızdıran, bu sekiz on tezgaha bozulurken bir onbirincisinin, bir on…’cisinin çıkması karşısında sanki yazgım buymuş gibi boyun eğmem, onu da yapmağa, yetiştirmeğe çabalamam. (..) Yani, yanlış yaşıyorum” (HM: 130-131) diyen Karasu, her şeye yetişmeye kalkar gibidir; kendi deyimiyle “karpuz çok, koltuk az”dır (HM: 250). Bir dönem, nasıl yaşadığını Jean Nicolas’a yazdığı 02.04.1991 tarihli mektupta şu sözlerle dile getirir:

Nasıl mı yaşıyorum? Evde veya fakültede çalışarak, şimşek hızıyla alışveriş yaparak, mümkün olduğunca ender yemek yaparak. Az insan ağırlıyor, daha da azını ziyaret ediyorum. ‘Uyku sorunum’, bazen gürültü yapan genç komşularım var. Katılıkla seçilen az sayıda film. Aşk yok, şimdilik; birkaç çok iyi arkadaş. Her Cuma müzik buluşması (mümkün olduğunda cumartesileri de); yenileri dinliyoruz daha çok. Okumalar… Yazdıklarım? Öğretim yılı devam ettiği sürece, yavaş ilerleyen denemeleri haftalar, aylar boyu sürüklüyorum. (JGM: 327)

Bu yoğun tempo içerisinde en çok istediği şey, her şeyi bırakıp güneye yerleşmektir. Akdeniz sahilinde bir köye gitmeyi ve orada kalmayı ciddi olarak düşünür ancak mali zorluklar buna engel teşkil eder. Kimi zaman da hayatını “sonuna kadar, hep ‘başka bir şey arzulayarak’ evle büro arasında” (JGM: 215-217) sürüklenme olarak niteler ve yaşamına dair hesapların tam olarak neresinde hata yaptığını sorgular.

Karasu, teknoloji ile birlikte yaşamı kısıtlayan tüm nesnel varlıkların bireyin anlam dünyasını yok edeceğini düşünür. Örneğin kendisine hediye olarak gönderilen televizyon, günlük hayatında neredeyse hiç yer tutmaz. 21.05.1989 tarihli mektubunda “Beni dünyaya bağlamaya çalışıyorlar. Elbette. Ama böyle bir hediyenin ne alışkanlıklarım içinde, ne de ‘hediye düzenimde’ yeri var!” (JGM: 303) der. Belli bir sınırın üstünde bu tür eşyalara sahip olmak, onun için korkutucudur. Alışkanlıkları içinde yer etmediği için televizyonu ona bağlanmadan kullanmaya çalışır. Aynı şekilde Mayıs 1984’te evine telefon bağlattığında arkadaşlarıyla konuşma isteğini bile büyük olaylarla sınırlandırır.

Yazarın yaşamında kedileri, önemli yere sahiptir. İlk kedisi Sekiz’in 1967’de kaybolmasının ardından Mırık, Karasu’nun on yıl boyunca yoldaşı olur. Eylül 1977’de sahiplendiği Bibik, on iki sene boyunca kendisine arkadaşlık ettikten sonra uzun süren bir ölüm döşeğine girer. Bu süreçte sanatkârın tek isteği kedisinin acı ve ilaç işkencesi çekmeden, ötenazi tek çözüm haline gelmeden ölebilmesidir. Bibik’in 8 Ocak 1989’daki ölümünün ardından Bıyık, yaz sonunda onun yeni kedisi olur. Kendisini bazı yönlerden kedilere benzeten yazar 20.06.1965 tarihli bir mektubunda şunları söyler: “Rüyadayım, yavaş yavaş yürüyorum, yüzlere vermiyorum dikkatimi. Tam da kedi huyluluğuma örnek bir refleks” (JGM: 31). Başka bir defasında yine uzunca bir süre mektup yazmayıp sessiz kalışını da kedi huyluluğuna yorar.

Seyahat etmek, Karasu’nun hem kişisel hem yazınsal hayatında önemli yer tutar. 1964 senesinin 19 Haziran’ında tercümanlık için Muş’a giden yazar, yolculuk sırasında Mersin’e de uğradıktan sonra 26 Temmuz’da Ankara’ya döner. “Tepe” adlı öykünün bir kısmını burada kaleme alır. Aynı yılın Ağustos sonunda İstanbul’a gider ve burada yaklaşık iki hafta kalır. 1966 senesinin Ağustos ayında İstanbul’da kalır, bol bol denize girer. 1968 yılında Karadeniz’deki köyünde bulunur (JGM: 65). 1970 Eylül’ünde Alanya’ya ve 1972 yılının Şubat ayında İstanbul’a giderek dinlenmeye, sinirlerini denizin ritmine uydurmaya çalışır. 1975’in Eylül ve Ekim ayları da İstanbul’da geçer. 1976 senesi, onun için seyahat bakımından dolu dolu bir yıl olur. Şubat ve Temmuz ayında birkaç günlüğüne İstanbul’da bulunur; ikinci gezisini belinden rahatsız olarak geçirir. Eylül’ün ikinci yarısında arkadaşı Jean Nicolas ile Side’de tatil yapan Karasu, 22 Ekim’de, Yavuz Karaözbek aracılığıyla, NATO tarafından yapılan resmi davet üzerine Brüksel’e gider. Buradan Münih’e uğradıktan sonra 24 Ekim’de Belçika’ya geçer; birkaç aylık bu sürenin sonunda dönüşte Atina’ya uğrar.

Karasu, 1977 senesinde biri İstanbul’da yaşayan teyzesinin Eylül ayındaki vefatı üzerine, diğeri ise Göçmüş Kediler Bahçesi’ni yayıncısına sunmak için olmak üzere iki kez İstanbul’a gider. 1979’un Eylül sonu ve Ekim başı ile 1980’in Temmuz ayında Side’de geçiren yazar, 1981 yılının Mart ve Nisan aylarında imza günü için Füsun Akatlı’yla beraber İstanbul’a seyahat eder. 1983 yılının Temmuz başında, bu sefer Avrupa Konseyi Anadolu Medeniyetleri Sergisi için bu şehirde bulunur. 1982 senesinin Eylül ayında Jean Nicolas ile Side, Konya ve Edirne’yi gezer; 1984 yılının Nisan ayında üç günlüğüne Antakya’ya gider; aynı yılın yaz aylarında dört günlüğüne Side’de, ardından beş günlüğüne Alanya’da bulunur. 1987’nin Eylül sonunu yine Side seyahatine ayırır.

1988’in Ocak ve Mart aylarında İstanbul’a, Nisan ayında da Bursa’ya seyahat eden Karasu, aynı yılın yaz aylarında Füsun Akatlı ile bir hafta boyunca Kaş’ta kalır. 1989’un yaz sonunda Mersin ve Datça gezisi yapan, 1990 senesinin yaz aylarında yine Mersin’de bulunan sanatçı, 1991 yılının Haziran ayında Berlin’deki okuma gecesi için Almanya’ya ve Eylül başında ise Mersin’e gider. Sanatkâr, ders vermek için konservatuarın davetiyle 1992’nin Mart sonlarında Eskişehir’e, Ağustos ayında ise Marmara’nın güney sahiline kısa bir gezi yapar. Aynı yılın Eylül ayında Mersin’e yakın Viranşehir’de Jean Nicolas’la on gün geçirir.

1993 ve 1994 yılları, yurt dışı gezileri bakımından oldukça yoğun yıllardır. 29 Nisan 1993’te “Güzel Eller” nedeniyle Paris’e giden Karasu, 20 Mayıs’ta Ankara’ya döner. Aynı yıl, Türk Kültür Bakanı’nın davetiyle kitap fuarına katılmak üzere 8-11 Ekim tarihleri arasında Frankfurt’ta bulunan yazar, Aralık ayı sonunda Rolf Baumgart’ın eşliğinde İstanbul seyahati yapar. 1994’ün Mart sonunda Pegasus Ödülü nedeniyle ABD gezisine çıkar, iki buçuk ay yurtdışında kalır. Bu süre zarfında New York, Washington, New Orleans, Loyola, Baton Rouge, Chicago, Portland ve Boston’u gezer, Paris’e seyahat eder, 14 Haziran’da Ankara’ya döner. Bu seyahatler içerisinde denize yakın yerlerin ağırlıkta olması yazarın sanatsal faaliyetiyle yakından ilgilidir. Ona göre

denize yakın yerlerde çalışmak iç açıcıdır. Bir yanıyla sadece kendi işleriyle meşgul olacağı anlamına gelen deniz bu açıdan yazmasını kolaylaştıran bir mekândır. Yazarın çeviri, ders faaliyetlerini bir kenara bırakıp kendi işlerine yoğunlaşmak için çoğu zaman deniz kenarı yerleri tercih edişi bundan kaynaklanır.

Bilge Karasu, hayatı boyunca maddi sıkıntılarla boğuşur. 1973 yılında, ülkenin ekonomisindeki dengesizliklerden olumsuz olarak etkilenir: “Bir de yükselen fiyatlar var; bizi koparan baş döndürücü yükselişler. Nasıl ayakta kalır insan? Yazmak giderek lükse dönüşüyor” (JGM: 131). Jean Nicolas’a yazdığı 13.11.1974 tarihli mektubunda Karasu, içinde bulunduğu maddi durum hakkında şunları söyler: “Ben, yok tatil. Ben zenci olmak, çok çalışmak. Bir yandan da, ülkenin epey yükseğinden uçan fiyatlar ve bilmem kim Bey olduğunuz için yapmanız istenen ve tabii karşılığında para ödenmeyen işler nedeniyle mali zorluklar” (JGM: 137-139). Kendisini maddi bakımdan azınlık olarak gören ve bununla mücadele etmeye çalışan yazar, Hacettepe Üniversitesi’nde ders vermeye başlayıncaya kadar geçimini özel dersler, çeviriler, birtakım projelerde yer almak ve özel işler yapmak yoluyla sağlar. Üniversitede çalışmaya başlaması, maddi bir istikrar sağlar; ancak yine de ekonomik zorluklar yaşamaya devam eder. Karasu, 03.08.1975 tarihinde yazdığı bir mektupta para faslının gerçekten acıklı olduğuna değinir (HM: 86). Öyle ki 1976 yılında, yazarın ikamet ettiği Tunus Caddesi, 67/3 Kavaklıdere adresindeki dairenin kirasına fahiş bir zam gelir. Bu durum, onun için ağır sonuçlar doğurur. 1976’da Münih Başkonsolosu Pulat Tacar’a konuk olan yazar, bir sene sonra Münih’ten beklediği çağrıyı alır ancak maddi sıkıntılar nedeniyle gitmekten vazgeçer. Çünkü “pasaportun süresinin bitmemiş olmasından yararlanma yolunu da unutturacak ölçüde güç” (HM: 121) olan bu durumu aşamaz; kendi imkânlarıyla yapması gereken işlemler için kullanabileceği bir birikimi yoktur. Bu yıllar Türkiye’deki bütün insanlar gibi onun da parasızlık yaşadığı ekonomik bakımdan sıkıntılı yıllardır. 10.03.1978 tarihli mektubunda Karasu, maddi zorluklarından söz ederken ülkenin içinde bulunduğu pahalılık ve ekonomik önlemlere de değinir: “Ekonomik pek çok önlem alındı ama zarafeti giderek artan fiyatlar hayatımızı kolaylaştırmıyor pek. (..) Teoride bu sene sizi görmeye gelebilirim. Pratikte imkânsızdan öte çünkü yolculuk giderleri tüm mali imkânlarımı aşıyor” (JGM: 169). Elektrik kesintileri, gaz yokluğu, ayçiçeği yağı, margarin, kahve, ampul, tuvalet kâğıdı ve dönem dönem çay, sigara, şeker gibi çeşitli malzemelerin çok ender bulunması ya da hiç bulunmaması gibi genel itibariyle ülkedeki yokluk ve yoksulluk, günlük hayatı katlanılması zor hale getirmektedir. 1980 yılının kış aylarında, maddi karşılığı olsa bile kömür dâhil her tür yakıtı temin edememe durumu yaşanır. Ülkedeki bütün insanların karşı karşıya kaldığı bu sıkıntı, yazarın ısınma gibi en temel ihtiyacını bile olanaksız hale getirir. Ankara’da sıcaklığın otuz senedir düşmediği kadar düştüğü bu mevsimde evinde bir hafta boyunca kömür olmadığı için zor günler geçirirler. Kendisinden ziyade annesinin sağlığı açısından bir süreliğine arkadaşı Füsun Akatlı’nın evine yerleşirler. “Kendi sağlığımı -böğürecek hallere gelmedikçe- pek düşünmeyebilirim ama anam söz konusu olduğunda kaygısız davranamam ki!” (HM: 108) sözleri onun annesine olan düşkünlüğünü gösterir. Ne yazık ki, evin kapısından taksiye gidene kadar yaşadığı soğuk şokunun zorladığı annesi, Akatlı’nın evine

misafir olduktan bir hafta sonra, 22 Ocak’ta 40 saat boyunca şarkı söyledikten sonra hayata gözlerini yumar. Karasu, sevdiği insanların ölümü karşısında hissettikleri hakkında şunları söyler: “Ölümü kabul etmek zor; hayatının bir parçası haline getirmek, bunu yaşamak ve hazmetmek çok zaman alıyor. Sevmiş olduklarımızla her zaman beraber yaşıyoruz ama ancak çok sonraları ‘dokunabildiğimiz’ garip bir yokluk içinde” (JGM: 305). O, annesinin ölümünden sonra duyduğu bu garip yokluğu her daim hisseder.

Ülkenin içinde bulunduğu sosyal, siyasi ve ekonomik bakımdan zorlu süreç Karasu’nun yazınını da etkiler. Yayınevlerinin pornografiyle ya da macera-porno türüyle ayakta durmaya çalışmaları, onun eserlerini yayımlamalarını olanaksız kılar. İçinde bulunduğu bu durumu 23.02.1980 tarihli mektubunda şu sözlerle anlatır: “Fakiriz ve ona göre yaşıyoruz, tamam. Söylenecek başka bir şey yok. Ama kâğıt bulmak da zorlaşıyor ve çok pahalı. (..) Yazmaya devam edip sabretmemiz lazım” (JGM: 209). 1985 yılı içerisinde bina satıldığı için yaşadığı evden çıkması gerekir. Kiraların çok yüksek meblağlarda olması, ona şehrin iyice dışına taşınmayı bile düşündürür. Çankaya’da maaşının %92’sine denk gelen bir ev tutmak zorunda kalır. Nilgün Sokak, 13 A/2’deki bu ev sıcak, suyu kesilmeyen, ama güneş de görmeyen bir yerdir. Bir sene sonra Halûk Aker’e yazdığı 02.08.1986 tarihli mektupta vergi iadesiyle birlikte 130.000 lira kazandığından bahseden yazar için bu, gülünç derecede düşük bir rakamdır (HM: 199). Maaşının neredeyse tamamı kiraya gittiği için bu yıllar, Karasu’nun geçinebilmek üzere çeviriler, özel dersler gibi ek işler yapmak zorunda kaldığı bir dönemdir. 1989 Temmuz’unda, oturduğu son ev olan karşı daireye taşınan Karasu’nun hayatında, tüm yaşamı boyunca maddi anlamda fazla bir değişiklik yaratmaz. 1994’teki Amerika gezisinin ardından, yokluğunda fiyatların neredeyse iki katına

Belgede Bilge Karasu - insan ve eser (sayfa 23-47)