• Sonuç bulunamadı

Açık/ Geniş Mekânlar

Belgede Bilge Karasu - insan ve eser (sayfa 165-169)

2. BİLGE KARASU’NUN ESERLERİNİN İNCELENMESİ

2.2. Öykülerde Yapı

2.2.4. Öykülerde Mekân

2.2.4.2. Açık/ Geniş Mekânlar

Troya’da Ölüm Vardı’da yer alan öykülerin ortak uzamı köy ile bucak arası bir yerleşim yeri olan Sarıkum'dur. “Doğum”, “Oda Oda Dünya”, “Dönenen Bir” ve “Zanzalak Ağacı” hariç olay örgüsü, şahıs kadrosu ve mekân unsurları ile birbirine bağlanan diğer dokuz hikâyenin ilki “Sarıkum’a Giriş” adını taşır. Her zaman geniz yakacak kadar üzüm kokan (TÖV: 20), trenlerin bir o yöne bir bu yöne gidip geldiği, hemen herkesin birbirini tanıdığı, deniz kenarındaki küçük bir muhit olan Sarıkum, ben-anlatıcı tarafından şu sözlerle tasvir edilir:

Bir tren düdüğü ötüyordu uzakta. Güneş yükseliyor, adını bilmeden çiğnediğim bir sürü ot hafif hafif kokmağa başlıyordu. Daracık, taş döşeli istasyon yoluna ayak bastım hemen sonra. Bir yandan yürüyor, bir yandan da ayaklarımın altındaki illet, katılaşmış çamuru temizlemeğe uğraşıyordum. (..) Asmalar vardı sağımda; kanca parmaklı, kıvranan, ilenen asmalar. Bu günlerde bile üç-dört ay öncesinin yapraksız, koruksuz yoksulluğunda. Sabah sisi, parça parça, tel tel ötelerine berilerine takılmış kalmıştı. (..) Asmalar yalnızdı. Ölüm içindeydiler, kötüydüler. (..) Evlerin sessizliği içinden geçtim. Toprağı kömür tozu, taşları kömür parçası olan yerdeydim şimdi, istasyonda. Sessizdi ortalık. Caddeye çıktım sonra. Cadde de sessiz, uyku içindeydi. Arada bir, uykusunu alamamış bir halle bir pencere aralanıyor, hemen sonra oracığa çöküverecekmişçesine uykulu, boş, karanlık, duruyordu öylece... (TÖV: 11-12)

Sarıkum’un, aradan yıllar geçtikten sonra buraya gelen başkişi üzerindeki etkisinin sebebi yörenin, çocukluk ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği yer olmasıdır. Anlatıların altı tanesinin mekânı olan Sarıkum Suat, Fikret, Müşfik ve adı bilinmeyen dört erkek arkadaşın birlikteliğini besleyip büyütür. Savaş haberini aldıkları; cinselliği keşfettikleri; dostluklara ve ilişkilere dair ne varsa öğrendikleri; denizde taş sektirmenin, bahçelerden ot toplamanın, sandalla denize açılmanın yarattığı özgürlük duygusunu tattıkları Sarıkum, dört arkadaşın kendi olmalarına, kendi benliklerini

kurmalarına aracılık eder. İnsanları kendine benzeten (TÖV: 12) Sarıkum, söz konusu yönüyle de mekân-insan birlikteliğine, kişinin kendini içinde bulunduğu mekânla anlamlandırması noktasında katkıda bulunur.

Doğasıyla, bahçeleriyle, deniziyle dört arkadaşın çocukluklarını doyasıya yaşamalarına olanak tanıyan, varoluşlarını gerçekleştirdikleri Sarıkum işlevsel açıdan açık ve geniştir. İçselleştirilmiş, benimsenmiş bir yerleşim yeri olarak güzel anılara ev sahipliği yapar. “Kendi kendine kalma isteği ve sarı kumlar üstünde maviliğin altında araya başka bir rengin katışmadığı yer özlemi” (Kol, t.y.: 252) içindeki öykü kişileri açısından Sarıkum, özlem duyulan bir geçmişin temsilcisidir.

Kısmet Büfesi içinde yer alan “Karanlık Bir Yalı Üzerine Metin”, yalıya yüklenen sıfatın da imlediği üzere, karanlık, kasvetli, pencerelerinin hiç açılmadığı, sembolik düzlemde ölmüş bir mekândan hareketle kurgulanır. “Taşıllaşmış, kapalı, kapalı olduğu için karanlık, karanlık olduğu için ölümünü gözden saklayabilecek yarı-yaratık nesne” (KB: 36) olarak tasvir edilen yalının karşısında ise allı, yeşilli, damalı donu ile denizin bir yerlerinden çıkagelen ve oranın yalnızlığından faydalanan ismi belirsiz çocuk/ başkişi yer alır. Alışılagelmiş kurallara meydan okuyarak ortaya çıkmış olan bu yalı ile her gün bahçesine gelip yalının ölülüğüne kafa tutan çocuk arasındaki tezat, anlatının dinamiğini oluşturur:

Kendisini artık kimseciklerin kovamayacağını bilerek, o, ustalığından ötürü ancak birkaç saniye süren kendini kaldırma, kollarının gergin durmasını sağladığı anda havada dönüp rıhtım taşlarına oturma devimine girişir, omuzlarına, göğsüne, karnına, uyluklarına, topuklarına sürünen yosunları çıldırtır. Rıhtıma çıktıktan sonra da oranın tek kağanı olur. (KB: 45)

İçindeki tek hayat belirtisi mobilyaları ve tahtaları kemiren hayvanların, kurtların ve böceklerin kemirme seslerinden ibaret olan yalı, “çocukla kurduğu iletişimde yenik düşer” (İleri, 1991: 132). “Bir umut gücü kalmamışın karşısında umuttan başka bir şey bilmeyenin nobranlığıyla” (KB: 45) taşlara yatıp dinlenen; kalkıp dolaştığı bahçeden çiçek, dal, yaprak koparan; ara sıra bir ağacın dibine çömelen; etrafında gezip kapı tokmaklarını yoklayan, kepenklere elini süren; çatlaklara, deliklere parmağını sokan başkişinin ölümü simgeleyen yalı karşısındaki bu rahatlığı, karanlık yalının kendisi için açık/ geniş mekân işlevi taşıdığını ortaya koyar.

Birbirine koşut ilerleyen iki anlatının iç içe geçtiği “Kısmet Büfesi, ya da, Çeken (Küçülen) Bir Kadın Üzerine Resim”deki iç hikâye olan MorYeleliAt bir mağarada geçer. Mağara duvarına resimler yapan usta ile çırağının ilişkisine tanıklık eden duvar, usta-çırak döngüsünün devamının sağlanmasında önemli fonksiyona sahiptir:

Bu yaraların, bu savutların çizimi ile, bu duvarın yıllardır bildiği, kurulmasına katıldığı, kurduğu, dışarıya az çok benzeyen (gene de, benzeyen) dünyasına, salt insanların bildiği, salt insanların bulduğu bir anlam katacaktı. Bunu gördüklerinde, ancak insanlar (onların da, ancak,

bilenleri) bir şeyler anlayacaktı. Ama bu resimler, çok az kişi de bilse, çizgilerinden, boyalarından çok ötede bir güç taşıyacaktı: Bu mağaradaki insanların yaşayabilmesi, karınlarını doyurup dirimlerini çocuklarına aktarabilmesi için gerekli olan gücü; yiyeceklerin bolluğunun sağlama gücünü taşıyacaktı. (KB: 120)

Bilginin aktarılmasının sembolik düzlemdeki yansıması olan duvarın, yaşamın aktarımı için gerekli gücü de barındırıyor olması açık/ geniş mekân oluşuyla açımlanır.

Meryem adlı bir kadının kedilerle ve Beyoğlu ile ilişkisinin anlatıldığı “Kedili Meryem”, Beyoğlu’nun açık/ geniş mekân olarak işlev kazandığı bir öyküdür. Bu semtin Sakızağacı, Galatasaray, Balıkpazarı, Tarlabaşı gibi yerlerinde peşine taktığı kedileriyle gezen Meryem, Beyoğlu ile özdeşleşmiş bir karakter görünümündedir. “Beyoğlu ikindilerinin bir parçası olan Deli Meryem, hâlâ sağsa, on beş yirmi kediyi de hâlâ beslemektedir” (S: 64-65). Kedileriyle meşhur Beyoğlu’nun kedileriyle meşhur Meryem’i ayrılmaz bir ikili oluşturur.

“Bizim Denizimiz”, kumsalda denize giren iki erkek çocuğun korku, merak karşımı bir duyguyla kendilerini, dünyayı su ve yüzmek aracılığıyla keşfetmelerini anlatır. Yüzmek, onlar için tamamlanmak, tamlığa ulaşmaktır. Yaptıkları salt yüzmek değil; özgürlüğü, mutluluğu ve erinci doyasıya yaşamak, suyun değdiği her bir zerrelerinde hissetmektir:

Erkekler denizdeydi. Bildikleri denizin bildikleri yeşilliklerini, iribaş karası, tavus aynası, denizanası, erik kütürü yeşillerini, her an yeniden tansıyarak yüzüyorlardı. Serinlemek için değil yalnız; yüzmek için de değil gerçekte. Suyun içinde olmak, suyun içinde kollarının, bacaklarının, gövdelerinin yarı özgürlüğünü bir tamlığın mutluluğu diye yaşamak, suyun esnekliğinde devinmek, tuzun kanlarına karıştığını duyar gibi olmak için... (GKB: 124)

Denizle bütünleşmiş, adeta onun parçası haline gelmiş çocuklar “bir uzak denizin içinden yavaş yavaş karaya yaklaşmağa karar vermiş, uzak çağların ayaklı kollu su yaratıkları”na (GKB: 126) benzer. Kumsalın daimi üyesi olan ve zaman zaman ortaya çıkıp kendini gösteren, ardından yitip giden kertenkele, kedi ve kurbağaya has bazı özelliklerin çocuklara yüklenmiş olması; mekânı, paylaştıkları bu hayvanlar gibi algılama isteklerinden kaynaklanır. Kumsala ait bütün unsurlar yeşilimsi boz renkteki derileri; ürkek ürkek şişirdikleri karınları; donuk, kıpırtısız, çıplak, patlak gözleri ile bu iki çocuğa indirgenir.

Ülkenin en yüksek yerlerinden biri olan tepeye ulaşmak amacıyla yola çıkan ismi belirsiz başkişinin verdiği mücadeleyi konu edinen “Bir Başka Tepe”de öykü kişisi zorlu tabiat koşullarına ayak uydurarak doğayla bütünleşir. Bu fiziksel yolculuk, aynı zamanda içsel bir yolculuğun tezahürüdür: “Bugüne dek öğrendiklerimi, bugüne dek yaşadıklarımı, yolda göreceğim her şeyle bir arada düşünmek, karşı karşıya getirip tartmaktan başka ne işim var doruğa çıkarken?” (GKB: 199). Yükselmek, çıkmak, tırmanmak, öğrenmek, yücelmek, devinmek gibi fiillerle ifadesini bulan bu süreçte tepeye varma serüveni, yaşamın benzeri bir iş yapmakla eşdeğerdir. Sonunda hedeflediği noktaya ulaşan kişi her şeyin üstünde olduğunu duyumsar:

Dünya uçsuz bucaksız altımda, ama gene de küçücük; çevremde, ta aşağılarda, yan yana, yan yana dizili binlerle, on binlerle ufak ufak şey, bu dünya; insanları, tarlaları, işlikleri, ağaçları, hayvanları, evleriyle... Doruktaki adam her şeyin üstünde duruyor artık, bilgisiyle, kocamanlığıyla. (GKB: 207)

Gözlerinin, gönlünün ve de aklının alabileceği en yüksek görgüyü edinen doruktaki adamın eriştiği bu bilgi, onu mekânla özdeş hale getirir.

Baskı inanç çatışması ekseninde başkişi Andronikos’un içsel sorgulamalarının, verdiği kararların, bu karar neticesinde başına gelenlerin anlatıldığı, “Ada” ve “Tepe” adlı iki bölümden oluşan “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, bölümlerin adı olan bu iki mekânda geçer. Sessizliği, ıssızlığı, sakinliği ve yalıtılmışlığı ile ada, inancının sağlamlığından ve verdiği kararın doğruluğundan emin olmak için vicdan muhasebesine girişen başkişiye ihtiyaç duyduğu ortamı sunar. Yanında sadece kendisine gereken yiyecek çıkını ve kıyafetleri bulunan Andronikos adayla uyum içindedir. Yaşamını sürdürebilmesi için elzem olan suyu bulmak dışında bir isteğinin olmaması, ada hayatının gerektirdikleri dışına çıkmadığını gösterir. Aşağıdaki pasaj, bulunduğu yere uygun şekilde hareket ettiğinin, ortamla bütünleştiğinin kanıtıdır:

Suyun içinde dikkatle ilerliyor. Kayaların üstü daralıyor. İpini, kuşağını çözmeli, urubasını sıyırmalı, bu suya çırılçıplak girmeli. İyi. Yıkanır da... Urubanın üstüne bir taş yerleştiriyor. Kayanın üzerinde, bir yana uçmadan, kurur da... Suyun içinde emeklemeli, dizlerine, avuçlarına, karnına dikkat etmeli. Deliğin önüne geliyor artık. (..) Kulak veriyor. Uzaktan, suyun her kabarışının, deliğe hızla girişinin ardından bir uğultu işitiliyor. Bu delik, bir mağaraya açılıyor muhakkak. Denemeli bu yolu. (USBGA: 13)

“Ada”nın tamamlayıcısı niteliğindeki “Tepe”de Andronikos’un en yakın dostu olan İoakim’in her gün Aventinus’un eteğine tırmanması, geçmişe yapılan yolculuk gibidir. Ritüel haline gelen bu tırmanış geçmişi yeniden yaşamak, sorgulamak, değerlendirmek için bir tür gerekliliktir. Bir taraftan Andronikos’un ölümüne şahitlik etmenin acısını, yükünü hafifletmek, gönül borcunu yerine getirmek anlamlarına gelirken diğer taraftan hesabın kitabın yapılıp bütün bir ömrün temize çekilmesi demektir:

Olgun yapıntının bir adım ötesi ölüm, biliyorum ama artık kendimi aldatmadan, gözümü karartmadan, ulu, engin bir yapıntı içinde, bütün ömrüm boyunca olgunlaşması için uğraşıp didindiğim bir yemiş, bu akşam, tepeye çıkarken gözümün önüne getirdiğim olgun yemiş imişçesine bir yapıntı içinde ölebilirim artık, diyor. (USBGA: 119)

Düşünmeye, hatırlamaya, sorgulamaya eşlik eden bu iki mekân, Andronikos ile İoakim’e ihtiyaç duydukları ortamı sunar. Kendileriyle, geçmişleriyle uyum, kabullenme ön plandadır. Ada ve tepe, fiziksel olmanın ötesinde öykü kişilerini tamamlayan yönüyle işlevsel özellik kazanır.

Belgede Bilge Karasu - insan ve eser (sayfa 165-169)