• Sonuç bulunamadı

Bilge Karasu’nun Roman ve Öykülerinde İzlekler

Belgede Bilge Karasu - insan ve eser (sayfa 186-200)

2. BİLGE KARASU’NUN ESERLERİNİN İNCELENMESİ

2.3. Bilge Karasu’nun Roman ve Öykülerinde İzlekler

2.3.1. Ölüm

Bilge Karasu’da ölüm sevgiyle, aşkla, tutkuyla iç içedir ve “çoğu zaman bir sevginin ölümü ya da iki yandan birinin ölümü olarak belki sevgiyi dondurduğu için kurtaran bir şeydir” (Arslantunalı, 1997: 20). İzleksel boyutta “yalnızlık-aşk-ölüm üçgeninde” (Tosun, 2015b: 49) kurgulanan Troya’da Ölüm Vardı’da sevgi ve ölümün bir aradalığı ben-anlatıcının “İnsan kötü oluyor sevdiğinde. Bağlandığımda kan isterim arada. Kan sıcak sıcak aktıkça, ısırıktan akmalı. Ölüm, benim ölümüm gerek.” (TÖV: 46) sözleriyle ifade edilir. Aynı eserde yer alan “Dönenen Bir”in kahraman anlatıcısının sayıklamalar halindeki sözleri, yaşadığı ilişkideki hayal kırıklıkları ölümle birleştirilerek yansıtılır. Sevdiği kişinin başka biriyle evlenecek olmasından duyduğu kıskançlık, kahramanda ölme isteği uyandırır. Kahramanın “Ölüm gerek bana. Varsınlar evlensinler. Ölümü ararım ben.” (TÖV: 42) sözlerinde sevdiğini bir başkasıyla paylaşmaktansa ölmeyi tercih eden bir kişinin hissiyatı vardır.

Karasu anlatılarında ölümün sevgiyle, tutkuyla iç içeliği, ölümün sevilenle bir aradalığına uzanır. Bu ilişki iki boyutludur. Birincisinde ölüm, sevilenin elinden gelir ki bu, tutkunun gerektirdiği ölümdür. İkincisi yol gösterici/ sevilen olmadan çıkılan ölümdür ki tutku sonuna kadar yaşanmayınca gerçekleşir (Savaşır, 1983: 21). Bu durum, özellikle Göçmüş Kediler Bahçesi’ndeki

anlatılarda ön plana çıkar. Kitapla aynı adı taşıyan öykü, birinci tür ölüme örnektir. Tarihi bir oyuna karşılıklı takımlarda katılan sevgililerden biri, diğerine duyduğu sahiplenici, kuşatıcı, bağlayıcı sevgi yüzünden sevdiğini (oyunda) ele geçirmek için yaptığı yanlış hamle ile kendi takımının kaybetmesine yol açar. Yaptığı bu hata yüzünden halktan birinin öfkesine maruz kalan ve saldırıya uğrayan başkişi yanlışlıkla bir aracın altında kalır ve ölür. Böylece ölümüne sevgisi sebep olmuş; yani ölüm, dolaylı da olsa sevilenin elinden gelmiş olur. Geride kalanın, ölen sevgilisinin ardından yaşamaya gerek görmemesi ötekinin ölümünün kendi yaşantısını anlamsız kılmasından kaynaklanır. Sevgilisinin ölümünden sonra “Kollarımda can verdi. Şimdi, ardından yaşayıp gitmek neye yarar?” (GKB: 229) demesi ölenle özdeşleştiğini gösterir. Karasu’ya göre “bu geri getirmenin değil, yaşatmanın bir yolu[dur]” (Aktunç vd., 2009: 249).

İkinci tür ölüm örneği “Usta Beni Öldürsen E!” adlı öyküde usta ile çırak motifi üzerinden kurgulanır. Biri usta biri çırak iki ip cambazı arasındaki ilişkinin anlatıldığı öyküde çırak, ölecek insanların burun kanatlarının dibinde onu taşıyan kişi için ölümün habercisi anlamına gelen bir ben görür. Bir gün ustasının yüzünde böyle bir ben görmesi, ustasının ölecek olmasından başka bir şey düşünememesine yol açar. Hayatları da ölümleri de birbirine bağlı olan usta ile çıraktan birinin en küçük bir dalgınlığı, yanlışı diğerinin ölümüne yol açabileceğinden her ikisinin de ölümle yüz yüze gelmemek için ip üstündeyken kendini tamamen yaptığı işe vermesi gerekir. Ustasının ölümünün kendi elinden olmasını istemeyen çırağın tek düşüncesi, ip üstündeyken hata yapmamaktır. Ustasının ölümüne sebebiyet vermekten korkan çırak bu telaş ile ustasının, ip üstündeyken kendisini sadece işine vermesi gerektiği yolundaki öğüdünün dışına çıkar ve bir anlık dalgınlıkla ölümcül bir hata yaparak ipten düşer. Böylelikle ölüm, sevilenin sözünden çıkılması sonucunda gerçekleşir:

Ustası belki de onu sınıyordu, kalfasının içindeki korkudan habersiz, onun da bu sınanmadan habersiz olduğunu düşünerek. Yitirdiği bunca çıraktan sonra, bunun ustalığa erişmesinin kıvancını duymak için; ölmeden, yenilmeden, bugüne eriştiğini görerek kıvanmak için. Ama böyle şeyler düşünmek bile ustalığı daha hak etmediğini düşündürmez miydi? Ustası karşısında yitip gitmek üzereyken... Bekliyordu. Ustanın son adımını atmasını bekliyordu hâlâ. Ustası, orta ipin altındaki halkaya tutunmuştu bile. Ama seyircilerin çepeçevre sardığı, ince kum döşeli oyun alanı kendisine hızla yaklaşırken, bağırtıların, çığlıkların içinde seçemedi ustasının “vah şaşkın oğlum” diyen sesini. İşitemedi. (GKB: 120)

Benzer bir diyalektik “Kısmet Büfesi” adlı öyküde de yer alır. Üç kadının birbirleriyle ilişkileri üzerine kurulu olan çerçeve vakada yoğun bir sevgisizliğin yol açtığı ölüm, kadınlardan birinin katılaşıp donması olarak kendini gösterir. İç vakayı oluşturan MorYeleliAt’taki usta ile çırak ilişkisinde çırak ölür. Sevginin egemen olduğu bu ilişki ise yeniden başlayabilme umudunu içerir (Mungan, 2009: 238). İç vakada öne çıkan ölümle sevginin bir aradalığı, ölümün sevilenin elinden gelmesi bağlamında Gece’de de işlenir:

Öpüp durduğum bu bacaklar, bu gövde, bu eller, bu yüz, bu geceden hemen ya da çok sonra, bu yataktan az ya da çok uzakta, katilim, ölümüm kılığına giremez mi? girebilir mi? girmeyecek

mi? (..) Bunun altında bir şey daha var elbet. Ölümümün (giderek, ölümlerimizin) sevdiklerimin (sevdiklerimizin) yani kendisinden çekinmeyi hiç düşünmediğim(iz) bir yaratığın elinden olması yollu bir gizli istek. (G: 203)

Romanda ortaya koyulan karanlık atmosferde yaşayan, yaşayabilecek gibi gözüken tek şey dil’dir. Bu, dil’in ölümü duyurmasıdır (Agamben: 2009: 143). Dil dışında her şey ölüdür ya da ölümü beklemektedir. Bu anlamda Gece, yaşam ile ölümün birbirleriyle nasıl ilişkili olduğuna dair düşünceleri de barındırır. Romanın ben-anlatıcısı ölümü kurmadan yaşamın kurulamayacağı; bir hastalık belirtisi gibi görülse bile, ölüme hazırlanıldığına göre bir yaşam dengesi tasarlayabilmek gerektiği üzerinde durur (G: 167). Ölümlü dünyada yapılabilecek tek şey ölüm hiç gelmeyecekmişçesine yaşantıyı kurmaktır:

Ölümlü bir dünyada insan çabasının en büyük başarısı, ölüm diye bir şey hiç yokmuş gibi davranarak, ölüme meydan okuyarak kurmak, örmek, kendi payına düşeni yapıp sonrakilere bırakmaktır. (G: 188)

Bu sözler, insanoğlunun bir gün öleceğini bile bile hayata ve yaşama dair planlar yapışını, ölümü belki de hiç düşünmeden yaşayışını açıklar mahiyettedir. Ölümle yaşam arasındaki dengenin kurulması gerektiği düşüncesi öne çıkar.

Ölüm, Kılavuz’un roman kişileri arasında sıklıkla tartışılan bir konudur. Rüyalarında, birini öldürdüğünü ve bundan dolayı suçlandığını gören başkişi Uğur’un arkadaşının ölümüne dolaylı da olsa sebebiyet vermekten duyduğu suçluluk, iç hesaplaşmaya girişmesine neden olur. Cinayetli düşlerinin ardında kendini öldürmek istemesi ile ilişkili bir suçlama olup olamayacağı Uğur’un kafasını kurcalayan hususlardandır. Bu noktada intihar, romanda ele alınan meselelerdendir. Uğur, kendini öldürmeyi birçok defa düşünür, tasarlar, buna hazırlanır. İntihardan vazgeçme sebebi ise böyle bir kararın saçmalığıdır. Ona göre ölümlerin getirdiği özgürlük boşluktur, yalnızlıktır, kuruluktur (K: 57). Uğur’un bu düşünceleri Karasu’nun mektuplarında intiharla ilgili söyledikleriyle benzeşir. “Yirmi yaşındayken aklıma koymuştum. (..) felsefe yönünden boşluğunu gördüm gördüm, vazgeçtim.” (HM: 47) diyen yazarın üzerinde durduğu nokta, yaşamanın çok daha ilginç olduğudur.

Mümtaz Bey, Uğur ve İhsan arasında geçen konuşmalarda intihar, farklı bir yönüyle ele alınır ve mutluluğun insana ölümü düşündürüp düşündürmeyeceği sorgulanır. “Bu noktalara gelindiğinde artık ölmek mi gerekir?” (K: 69) diye soran Uğur’un sözleri kastedilen mutluluğun, huzurun derinden hissedildiği, yaşandığı anlardır:

Öyle sanıyorum ki, en azından kimi insan, canına kıymağa karar vermişse -buna ne zaman, hangi durumda karar denebilir? Orasını bir yana bırakıyorum...- evet, karar vermişse, mutlu olduğu, mutluluktan soluğunun kesildiğini duyduğu bir anda, bu kararını uygular... Belki bu mutluluktan geri dönüşe dayanamayacağını duyduğu için; belki, o anda, ancak o anda canına

kıymak anlam taşıyacağı için... Ne var ki, bu durumda bile, ancak bir kez yapılabilecek bir şeyin ‘vakti gelmişliği’ne karar vermek güç olsa gerek. (K: 100)

Dar anlamda mutluluk, insanın iyice birikmiş ihtiyaçlarının daha çok ani bir tatminidir ve doğası gereği yalnızca kısa dönemli bir görüngü olarak mümkündür (Freud, 2011: 36). İnsanın en mutlu olduğu anda ölmeyi istemesinin ardında yatan sebep o kısa süreli mutluluk anını dondurmak ve sonsuz, bitimsiz kılmaktır. Uğur’un açıklamasının ardından İhsan’ın sorduğu “İnsanların, mutlu oldukları için, bu mutluluğun içindeyken, canlarına kıydıkları olur mu?” (K: 69) sorusu bu kanıyı destekler niteliktedir.

Romanda ölüm temi, turistlerin şüpheli ölümleri üzerinden de irdelenir ve mutluluk duygusu bir kere daha ön plana çıkar. Turunçlu’daki kahvehanede Mümtaz Bey’in yanına oturan İsviçreli turist, bulunduğu yerde çok mutlu olduğunu, orada ölmek istediğini söyler. Mutluluk ona da ölümü hatırlatmakta, ölümü çağrıştırmaktadır. Mümtaz Bey’le konuştuktan birkaç gün sonra kaldığı otel odasında ölü bulunması, turistin, sözünü ettiği mutluluk anında öldüğünü, muhtemelen intihar ettiğini düşündürür. Mümtaz Bey’in Ankara’dan tanıdığı diğer turist ise ortaçağ masallarında kavuşmaları engellenen âşıkların ölümü üzerinde çalışmakta, doğu masallarıyla batı masallarını bu açıdan karşılaştırmayı tasarlamaktadır. Ölüm, her iki turisti de ortak noktada buluşturan bir unsurdur:

İsviçreli olduğunu söyledi. Ben de, bir gün önce bir yurttaşıyla sohbet ettiğimi söyledim. (..) Burada çok mutluymuş. ‘Mutlu’ sözcüğünü kullandığına dikkat ettiydim, unutmuyorum. Biraz sonra da, ‘insanın burada ölmesi ne güzel olurdu!..’ dedi. İtiraz ettim, ‘yaşamak daha güzel olmaz mı?’ türünden bir şeyler söyledim. Yüzüme uzun uzun baktı. ‘Anlamıyorsunuz!’ dedi. Üstelemedim. Kalkıp gitti biraz sonra... (K: 98)

İntihar, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”nda norm karakter İoakim tarafından da sorgulanır. Daha önce birkaç kez canına kıymaya karar veren İoakim, çeşitli sebeplerle bundan vazgeçer:

Tanrı korkusundan ötürü vazgeçmişti çoğu zaman, kendini öldürmekten korktuğu için vazgeçmişti bir iki kez; kendini öldürmeği alçaklık diye gördüğü de olmuştu, düzmece bir kahramanlık diye de. “Saçma” da demişti, “öldürsem neyi çözerim” diye de sormuştu kendi kendine. (USBGA: 96-97)

İoakim’in intihardan vazgeçiş sebepleri arasında Tanrı korkusunun yer alması, onun din adamı kimliğiyle ilgilidir. Diğer sebeplerde hem vicdani hem felsefi bir boyut vardır. Canına kıymanın hiçbir soruna çözüm getirmeyeceği fikri Uğur’un intihar hakkındaki düşünceleriyle örtüşür. İntihar özgürlüğü ortadan kaldıran, dönüşü olmayan bir davranıştır.

Ölüm, Altı Ay Bir Güz’ün de izleklerinden biridir. Başkişi Kerim, Kılavuz romanının başkişisi Uğur gibi düşleri vasıtasıyla ölmüş olanlar tarafından çağrıldığını duyumsar: “Beni çağırıyorlar o

yakadan, dedi; öyle olsa gerek, seni bekliyoruz der gibiler” (AABG: 11). Kerim, Ethem Razi adlı arkadaşının, annesinin ve halasının oğlu İsabey’in ölümlerine tanıklık etmiş birisidir. Düşlerinde kendisini genellikle ölüler arasında bulan Kerim’in anılarında çoğunlukla ölmüş olan kişiler yer alır: annesi, haminnesi, anneannesi, Ethem Razi, İsabey… Kerim’in etrafı ölülerle çevrilmiş gibidir: “Bu kez uyanışı ölüler arasından değil, diriler arasında” (AABG: 72). Ölmüş olanlar tarafından çağrıldığını düşünmesinde hastalığının payı büyüktür. Doktora gözükmek üzere hastaneye gitmek için hazırlanmasıyla başlayan romanda Kerim’in hastalığı üzerinden hastaneler, doktorlar, hastalar ve hastalıklar konusu irdelenir. Hastaneler, ölümün geciktirilmeye çalışıldığı yerler olarak gösterilirken hastaların kendilerini teslim ettiği doktorlar, Kerim’in aynı zamanda arkadaşı olan doktorundan hareketle, hastalığı sıradan bir şey olarak görmeleri noktasında eleştirilir:

Prof. Dr. Osman için, ortada hastalık vardı, bir hastalık. O hastalığı taşıyan bir kişi, sanki, hiç yoktu. Bu muydu D.H.A.’nın takıldığı? Arkadaşını, hastasını, hastalığından ayırması mıydı? Hasta ile hastalık sanki ancak bir rastlantı ile bir araya gelmişlerdi. Bir arkadaşının, ya da hiç tanımadığı bir hastasının alnına konmuş bir sineği elinin bir devimiyle kovmaktan başka bir şey değildi sanki hekimlik görevi. (AABG: 37)

Romanda doktorlar ölümü geciktirmeye çalışanlar, ölüm ise karanlıklar dünyası/ ölüm diyarı olarak nitelendirilir. Ancak ölümü geciktirmeye çalışan doktorların hastalığa ve ölüme yaklaşımları; hastalığı, onu taşıyan hastadan ayrı ve bağımsız bir şeymiş gibi görüp soyutlamaları; modern tıbba getirilen bir eleştiridir. “Artık ölüm, başka bir varoluşa açılan kapı değil, def edilmesi gereken bir beladır. Bir insanlık durumu değil, tıbbi bir sorundur” (Sayar, 2015). Bu durumun bir diğer boyutu ise ölümün nesneleşmesidir. Karasu’nun otobiyografik anlatılarından oluşan Lağımlaranası ya da Beyoğlu’nda “Anam öldüğünde ölümün nesneleşmesi nasıl başlarmış, yaşadım; yıldırıcı, yırtıcı bir şeydi.” (LYB, “Bir Söylencedir Beyoğlu”: 67) diyen yazar-ben, “varoluşun merkezi olan bedenin sonluluğunu temsil e[den]” (Bıçak, 2012: 266) ölümün tatsız, sevimsiz tarafına vurgu yapar.

Bilge Karasu’nun öykülerinde ölüm, çeşitli şekillerde ele alınır. Kimi zaman bir kadının ak yüzünde kendini gösterir, kimi zaman karanlık bir yalı ile sembolize edilir, kimi zaman da abdalın elbisesinde yaşayan bir kemirgende vücut bulur. Bazen de ölümün olduğu her yerde; kazaya uğramış bir aracın, yıkılmış bir duvarın ya da çökmüş bir evin etrafındaki kalabalığın içinde yer alan ve “ölüye ya da ölülere, biraz gülümser, biraz sevinçli, biraz gurulu bir yüzle bakan, (..) yaşlıca, saçı ağarmış, güzelce, cana yakınca bir kadın”ın (KB, “İki Kadının Işığı Gitgide Azalan Bir Resmi Üzerine Metin”: 16) suretinde belirir. “Göçmüş Kediler Bahçesi”nde mor renk, “masaldaki oyunun özelliklerine göre değerlendirildiğinde çürümenin/ cesedin rengidir” (Erdem, 2013: 129). “Geceden Geceye Arabayı Kaçıran Adam” adlı masalda, uzun uğraşlar sonucunda gitmek istediği yere varan adamı bekleyen, kocamış yüzler, çökmüş göğüslere doğru sarkmış kar saçlı kafalar, emik avurtlar, dişsiz ağızlar ve çukura kaçmış dalgın gözlerle (GKB: 42) sembolize

edilir. Bazen de insanın karşısına yengeç kılığında çıkar. “Yengece Övgü” adlı öyküde yengeç ile ölüm arasında kurulan benzerlik “Yengeçle ölüm arasında bu kusursuz çakışma, neden?” (GKB: 76) sorusuyla ortaya koyulur. “İnsanın ölümle göz göze geldiği söylenmiştir de bir yengeçle göz göze niye gelinmesin?” (GKB: 76) sorusu da yengeç ile ölümün koşutluk içerisinde verildiğini, yengecin ölümle ilişkilendirildiğini gösterir.

Karasu öykülerinde öğrenmenin yolu kimi zaman ölmekten geçer; kimi zaman ise ölmek tazeleniş, yeniden doğuştur:

Hazır değilim dediğin için giremedik karanlığın içine; ölümden korktun. Oysa ölümle biraraya gelmeden, acılar çekip parça parça olmadan, gönlün tazelenmez, yeniden doğamazsın. (GKB: “Avından El Alan”, 23)

“Avından El Alan” adlı öykünün başkişisi olan balıkçı, ölümle yüzyüze gelmeye hazır olmadığından kolundaki balıkla yaşamaya devam eder. Bu halde kendini gerçekleştirmesi, özgürleşmesi mümkün olmayan balıkçı ölmektense tutsak olarak kalmayı yeğler. Ölümden ve onunla yüzleşmekten korktuğu için kendini de balığı da ölümsüzlüğe ulaştıramaz. Tükenmenin, yok olmanın, ölmenin ardından gelen yeniden doğuş ışığı, aydınlığı, bilgeliği barındırır:

Ölüler her şeyi bilir; öğrenmenin yolu da ölmektir. Ölüp yok olan, ölülere karışan, yerin, suyun altına inip onlardan salık alan, gökyüzüne, onun da ötesine çıkıp ışığı, aydınlığı, bilgeliği oradan, çiçek derer gibi, yanına alıp gövdesinin dağılmış parçalarını yeniden bir araya getirerek, tazelenip yeniden doğmuş gibi yeryüzüne dönerek insan arasına karışandır ki bilinecek her şeyi bilir. (GKB: 25)

Kimi öykülerde ölüme karşı girişilen mücadele ön plana çıkar. “Korkusuz Kirpiye Övgü”de bir kirpinin hayatta kalma mücadelesi anlatılır. Yaşamını sürdürebilmek, yaşam alanını koruyabilmek adına kıyıcı, can alıcı insanların elinden çektikleri, hayvanların yaşam hakkına saygı göstermeyen insanlara yöneltilen bir eleştiridir:

Cırnakları gözükmüyor, yok belki de. Sonra öbürlerinden çok daha ağır kanlılar. Ama bu yüzden de ne yapacaklarını hiç mi hiç kestiremiyor, apışıp kalıyorum karşılarında. Onların başka yerlerinde bir gücü, bir savutu, ya da bir dikenleri var ama ben yerini çıkaramadım... (GKB: 67)

Arayış içindeki insanı ve mutlak sonu (Aker, 1970a: 30) anlatan “Dehlizde Giden Adam” adlı öykü de bir nevi ölüm-kalım mücadelesine sahne olur. Bitmek bilmeyen, sonu gelmeyen dehlizde kestiremediği bir müddetten beri yürüyen başkişinin o yolun insanları öldürmek için yapılmış olduğuna yönelik düşüncesi, dehlizin sonuna geldiğinde bütün yaşam belirtilerinin içinden çekilip alınmasıyla gerçeklik kazanır. Dehlizin sonunu gören, çıkışa ulaşan başkişinin içinden soğumaya başlaması ölümün galibiyetidir:

Yüzünü kaldırdı. Güneş sıcacık, yayılıyordu yüzüne. Aşağıdan, uzaktan, dalgaların yürek gibi atan gürültüsü geliyordu. Ayağı bir yere dayandı. Eliyle yokladı. Düz bir kaya olmalıydı bu. oturdu. Yüzünü gene kaldırdı. Sıcaklık yüzünden içine doğru yayıldı. Ama en içinde, buz gibi duran bir nokta vardı. Işığın sıcaklığı bu noktaya ulaşamıyordu. İçi de, dışı da, yapayalnızdı bu sıcakta, bu ışıksızlıkta. (GKB: 101)

Her canlı daha doğarken ve yaşam boyunca ölümün tohumunu içinde taşır (KB, “Kısmet Büfesi, ya da, Çeken (Küçülen) Bir Kadın Üzerine Metin”, 121). Bu da ölümün, daha doğarken bireyin yazgısı olduğu; doğduğu anda ölümü de, ölümünü de beraberinde getirdiği anlayışıyla bütünlenir. Kimileri yaşarken kendilerini ölüme hazırlarken kimileri içinse ölüm yaşarken kendilerine hazırlamaları gereken bir şeydir. Yaşamlarının anlamını kimseye muhtaç olmaksızın, kendilerine yakışır, saygıdeğer bir ölüm törenine dayandıran bu türden insanlar, “Bir Söylencedir Beyoğlu” adlı anlatıda Ispartalılar olarak adlandırılır. Ispartalı, anlatıda Beyoğlu’nun ve oradaki kentsoyluların dünyasına yapılan bir göndermedir:

Ispartalı, bütün yaşayışı boyunca, bir “yarın”a hazırlanır. Bu “yarın”, ün, güç, iktidar değildir gerçekte, siz görünüşe bakmayın, ölümdür. Düpedüz ölüm. Ispartalının çabalarının tek utkusu ölümdür. Ispartalının bitirdiği, sona erdirdiği tek iş, ölümdür, öbür durakların hepsi geçicidir Ispartalı için. Ölüm, Ispartalının yarattığı tek güzelliktir. (LYB: 49)

“Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, ölüm ile yaşam arasındaki hassas denge üzerine kurulu bir öyküdür. Ölüm ile yaşam başkişi Andronikos ile norm karakter İoakim’in kimliğinde sorgulanır. Andronikos’a göre ölüm, eğer Tanrı’nın buyruğuysa kabul edilebilir bir şey olarak gösterilirken başkasının sebebiyet verdiği ölümü kabullenmek mümkün değildir:

Ölüm, kaçınılması gereken bir şey. Ölçü, herhangi bir nedenden ötürü, insanın içinde şaştığı zaman, yapılacak bir şey yoktur. Tanrı işlettiğini durdurmuş oluyor. Ama dışarıdan uzanan bir el, insanın içine girer, ölçüyü şaşırtmak isterse, insanın yapacağı tek bir şey vardır. O eli tutmak, o bileği bütün gücünü kullanarak bükmeğe çalışmak, gerekirse, kesmek… (USBGA: 17)

Yaşam, DNA molekülünün düzenleyici fiziko-kimyasal etkileriyle bir süre için korunabilen hassas bir fiziksel denge ve düzenlilik durumudur. Ölüm ise bu termodinamik düzen ve dengenin bozulması, düzenliliğin cansız maddenin artmış karmaşa ve düzensizliğine dönüşmesinden ibarettir (Tura, 2011: 119-120). Yukarıdaki alıntıda insanın içindeki ölçüden kastedilen, bu denge ve düzenlilik halidir ve bu şaşmaz ölçüyü bozabilecek tek güç Tanrı’dır. Anlatı düzleminde bu düzenin onu yaratanın eliyle bozulmasında bir sakınca görülmezken, dışarıdan bir güç tarafından bozguna uğratılmasındaki haksızlığa dikkat çekilir. İoakim de benzer şekilde öldürmenin haklı gösterilip gösterilemeyeceği üzerinde düşünür. Manastırın bahçesinde bulup aylardır beslediği tilkiyi kendi elleriyle öldürmekten duyduğu suçluluk karşısında kendini haklı çıkarmaya, aklamaya çalışan keşiş bunu başaramaz:

İoakim yıllardan beri düşünür, hala bir karara varamaz. Öldürmenin haklı görülebileceği, iyi sayılabileceği, iyi sayılmasından geçtim, gerekli, dolayısıyla haklı bulunabileceği bir tek, ama

bir tek durum yok mudur, olamaz mı insanların, toplulukların yaşayışında, işlerinde? Sanmıyor, aklı bir türlü yatmıyor. (USBGA: 103)

Kendini tilkinin zaten açlıktan öleceğine, onu öldürmekle acısını dindirdiğine inandırmaya çalışan İoakim, bu düşüncesinde haklılık payı bulamaz. Ona göre açlıktan öleceğine sudan olsun demek geçerli bir mazeret değildir. Kimsenin veremeyeceği bir izni istemeden, hiçbir şeyin veremeyeceği bir yetkiyi hakkıymış gibi kullanmak; Tanrı’nın verdiği canı almak sebebi ne olursa olsun yanlıştır. Kimsenin böyle bir tasarrufa hakkı yoktur. Tanrı tarafından takdir edilen ölüm ise

Belgede Bilge Karasu - insan ve eser (sayfa 186-200)