• Sonuç bulunamadı

Ataç, dönemindeki çeviri faaliyetleri üzerine eleştirel yazılar da kaleme almıştır. Öyle ki Tercüme dergisinde böyle bir bölümün ayrılmasının gereğini sık sık vurgu- lamıştır. Bu tür yazılarında ikinci bir dil üzerinden bile olsa tercüme edilecek metnin orijinaline en yakın olanının seçilmesi üzerinde durur. Ataç için çevrilecek metnin ruhunu vermek, manasını kavramak önemlidir. Onun için de çevirmenin gerektiğinde eserin ortaya çıktığı devirle, eserle ilgili izahat vermesini önemser. Dikkat çektiği bir başka husus dil meselesidir. Ölü bir dil kullanmak yerine, kolaylıkla okunan, akıcı, Türkçenin sentaks yapısına uygun çevirileri beğenir.

“Kral Edip” başlıklı yazı33 Kemal Emin’in (Bara) 1932’de İstiklâl Lisesi Talebe Kooperatifi yayınlarından çıkmış olan Sofoklis’in Oedipos çevirisi üzerinedir. Yakup Kadri’nin Horatius ve Ruşen Eşref’in Virgilius tercümelerini hatırlatan Ataç, tercümele- rin Fransızca metinlerden yapıldığını, ancak çevirmenlerinin asıl metni mümkün olduğu kadar sezmeye, kavramaya çalıştıklarını, onlarda bir hümanizm aşkı olduğunu belirtir. Kemal Emin’in Fransızcadan yaptığı tercüme ise aslına uygun değildir. Oedipus’u, 19. yüzyılda Jules Lacroix’in Fransızca versiyonu olan ve Fransız aktör Mounet-Sully’nin oynadığı bir adaptasyondan çevirmiştir. İlk olarak, aslında “Oedipos” veya şimdiki Yunan telaffuzuna göre “İdipos” olması gereken başlığın, “Œdipe” şeklinde yazılıp “Edip” okunan Fransızcasından alınmasını eleştirir:

Sofoklis’in tragedyasının ilk ismi sadece ‘Oedipos’tur; sonra onu, şairin son zamanlarında yazdığı ve ancak yeğeni veya torununun oynatabildiği ‘Oedipos Kolonada’ tragedyasından ayırmak için bir de ‘türannos’ ilave etmişler. Oedipos tahtını terk ettikten sonra da kraldır; Yunancadaki ‘türannos’ ve Fransızcadaki isimden sonra gelen ‘roi’ kelimeleri ancak bu tragedyada Oedipos’un hükümdarlığı zamanına ait bir vakadan bahsedildiğini göstermek için konulmuştur. ‘Oedipos’un kırallığı’ terkibi de asıl ismi pek iyi ifade etmez; bana kalırsa sadece ‘Oedipos’ demek veya aslın mukabili olduğunu iddia ettiği zannını vermeyecek bir isim bulmak daha münasip olurdu.

Eleştirdiği ikinci husus, yine asıl metinden uzaklaşılarak eserin, bugünkü tiyatronun zaruretlerine göre perdelere ayrılmış olmasıdır. Tercümenin başında Sofoklis’in kısa bir biyografi si ve eserin kısa bir tahliline yer verilmekle birlikte Yunan tragedyasının ne olduğunu gösteren, o devrin hayatındaki yerini anlatan bir bölüme yer verilmemesini, efsanenin anlatılmamış olmasını eleştirir:

Kadmos oğullarının başına gelenler, Yunanlılarda kadere verilen ehemmiyet bilinmezse Sofoklis’in bu eseri tamamıyla anlaşılmaz. Sonra unutulmamalı ki bugün elimizde bulunan ‘Oedipos’ bütün Yunan şairlerinin ve ‘mytologue’larının bahsettiği ‘The balde’ efsanesinin ancak bir cüz’üdür; Atinalılar tiyatroya giderken o masalları bilirler ve ‘Oedipos’u anlarlardı. Yirminci asrın kariine kitabı verirken kül hakkında da biraz malumatı esirgememelidir.

Fransız tragedyasında koro olmadığını, halbuki Yunan tragedyasında şiir, musiki ve dansın birbirine karışıp bir ayin teşkil ettiğini, şarkısız söylenen parçaların şarkı ile söylenenlerle aynı vezinde olmadığını söyleyerek aslından uzaklaşmanın doğurduğu sakıncaları şöyle anlatır:

Şarkısız söylenen parçalar şarkı ile söylenenler bir vezinde değildir. Koronun şarkısız söylenmesine imkân yoktur; ancak koro reisi, eşhastan biri ile konuşurken şarkısız söz söyler. Yunancanın düz söylenecek şiirleri taganni edilecek şiirleri bir vezinde değilmiş. Bunu görmek için bir tragedyanın Yunanca metnine bakmak kâfi dir. Lacroix’nın tercüme- sinde eşhas da, koro da hep Fransızcanın ‘alexandrin’i ile söyler. Bu Yunan tragedyalarına, bilhassa koro mefhumuna hiyanettir. Fransızlar da pek nadiren tragedyaya koro koymuşlar, fakat onun söyleyeceği parçaları musikiye daha uygun vezinlerle, hatta yarı serbest nazımla yazmışlardır. Kemal Emin Bey de Lairoix’ya uymuş, ‘Hey’et’ dediği koro, diğer eşhas gibi (7-7)lik vezinle konuşuyor. Aslı taklide çalışsaydı, hatta kafi yeden vazgeçip ritmalı bir nesir kullanarak asla daha sadık kalsaydı bence iyi ederdi.

Yine Milliyet’te 1932’de Mehmet Emin’in (Erişirgil) Bergson’un Les deux sources

de la morale et de la religion eserinin çevirisi üzerine iki yazısı yayımlanır. İlk yazıda,34 Mehmet Emin’in Yeni Türk Mecmuası’nın ilavesi olarak verilen Ahlak ve Dinin İki Kaynağı başlıklı tercümenin ilk sayfasını Fransızca metinle karşılaştıran Ataç, ikisi arasında gördüğü anlam farklarını, Türkçe karşılıkları eleştirel bir gözle değerlendirmiştir. Bu yazı üzerine, müşkülpesent olmakla eleştirildiğini söyleyerek ikinci bir yazı daha kaleme alır.35 Bu kez tercümedeki aksaklıkları, metinden hareketle daha ayrıntılı olarak göstermeye çalışır.

Bir başka yazısında Edebiyat-ı Cedide sanatçılarından Ahmet Reşit’in (Rey) Ae-

neis çevirisi üzerinde durur.36 Latin şairi Virgilius’un söz konusu eserinin tercümesini halka, özellikle gençlere hitap etmeyen ölü bir dil kullanıldığı için eleştirir. Ataç bu tür çevirilerde Fransızca metne sadık kalmak yerine, daha serbest bir çeviriyle okurlarda Latince öğrenmeye merak uyandırmanın doğru olacağını düşünür:

M. Bellessort, Æneis tercümesinin önsözünde, tercümeleri de yine bilhassa Latince bilenler okuduğu için mütercimin en ölmüş, klişe haline gelmiş hayalleri, teşbihleri bile atlamama- ya mecbur kaldığını şikâyetle anlatır. O eserleri canlandırmak için mütercimin serbestçe hareket etmesi lazım geldiğini söyler. “Fakat ne yapalım? der. Biz, bilenler için tercüme ediyoruz.” Bay Ahmet Reşit bilenler için tercüme etmiyor, çünkü bizde Latince bilen yok. Türk mütercim, metne, daha doğrusu Fransızca tercümeye tam bir sadakat göstermekten ziyade eseri sevdirtmeye, zevkle okutmaya çalışmalıdır.” (...) “Çetin, ilmî bir traité değil, şiir kitabı, bir masal okuyoruz. Gençlere onu sevdirelim ki bir gün, Vergilius’un mısraları elbette daha güzeldir diye aslını merak edip okumaya, Latince öğrenmeye merak etsinler.

34 “Haftalık Edebî Musahabe: Fikirler ve İnsanlar-Bir Tercüme”, Milliyet, 18 Ekim 1932.

35 “Haftalık Edebî Musahabe: Fikirler ve İnsanlar-Yine Bergson Tercümesi”, Milliyet, 8 Kasım 1932. 36 “Cereyanlar, Kitaplar: Æneis Tercümesi”, Akşam, 4 Nisan 1936.

Hüseyin Rıfat’ın (Işıl) Farsçadan tercüme ettiği Mevlana Rübailerinden Manzum

Tercümeler kitabı bir başka yazının konusudur.37 Genel olarak beğendiği bu tercümede Hüseyin Rıfat’ın gerek Mevlana’dan gerek diğer şairlerden aldığı rübailerin hemen hepsini “feilâtün feilâtün feilâtin feilün” vezni ile Türkçeye çevirmesini eleştirir. Rü- bailerin her mısraında veznin küçük değişikliklere uğraması kulağa ayrıca bir zevk, bir sürpriz lezzeti verdiği için bu usulü doğru bulmadığını söyler.

Tercümeden tercüme Ataç’ın üzerinde durduğu önemli bir meseledir. Pek çok eserin Fransızca üzerinden tercüme edilmesini eleştirerek Nurettin Artam tarafından İngilizceden çevrilen Kipling’in iki ciltlik Cengel kitabını başarılı bir örnek olarak gösterir. Buna rağmen Goethe’nin Werther’i, Hermann ve Dorothea’sı, Dickens’in

David Copperfi eld’inin Almanca ve İngilizceden değil Fransızcadan çevrildiğini, buna

bir son vermek gerektiğini belirtir.38

Ataç, diğer pek çok meselede olduğu gibi hümanistlerin tercüme alanına önemli bir ivme kazandırdıklarını ve “hülasıcılık”ın önünü kestiklerini belirtir. Homeras des- tanlarının, özellikle İliada’nın daha önce çıkmış olan birkaç özetinin dışında yenilerde başlanılmış olan iki İliada tercümesinden haber verir. Biri Türk Dili Belleten’inde bir bölümü çıkmış olan Celâl Arıkdemir’in Yunanca metinden asıl sentaksa sadık kalarak oluşturduğu tercümedir. Öyle ki bu tercüme Homeros’u aslından okumak isteyenlere imkân verecektir. İkincisi ise Hasan İzzettin Dinamo’nun Fransızca, Almanca, İngi- lizce tercümelerden hareketle oluşturduğu daha rahat okunan bir tercümedir. Ataç, Celal Arıkdemir’inki gibi tercümelere ihtiyaç olduğu gibi Homeros destanlarını, halka okunması kolay ve zevkli eserler olarak tanıtmanın da önemli olduğunu vurgular.39

Aynı gün yayımlanan bir başka yazısında Ataç, yine bu iki tercümeye yer vererek Celâl Arıkdemir’in İnsanlık mecmuasında ve Belleten’deki İliada tercümesinde bizim alışık olmadığımız ifade yapılarıyla birlikte asil bir üslupla karşı karşıya olduğumuzu belirtir. Yalnız Yunan harfl eri ile değil de Latin harfl eri ile basılmasını garipser ve Latince aslının versiyonu verilmediği için eleştirir. “Böyle âlimane tercümelerde asıl metnin tenkidinin bulunması, yani hangi mısraların Homeros’un olduğunun, hangile- rinde tereddüt edildiğinin de gösterilmesi icap eder” diyerek yine bu tür tercümelerin tenkitli olması gerektiğini vurgular. Dinamo’nun tercümesini ise kolaylıkla okunduğu için beğenir ve halka, özellikle gençlere Homeros destanını tanıtmaya hizmet edeceği için takdir eder. Yalnız Dinamo’ya da şöyle bir tavsiyede bulunur:40

37 “Hayata Dair: Rübai Tercümeleri”, Haber Akşam Postası, 28 Haziran 1937. 38 “Hayata Dair: Tercümeden Tercüme”, Haber Akşam Postası, 26 Ağustos 1937. 39 “Fikir ve Sanat: İliada”, Ulus, 26 Mart 1940.

H. İ. Dinamo’ya bir şey tavsiye edeceğim: O da Celâl Arıkdemir gibi, ‘cevap vermek’ yerine ‘karşılık vermek’ tabirini kullanıyor; halbuki ‘karşılık verme’nin manası büsbütün başkadır. ‘Buna karşılık dedi ki...’ belki daha doğru olur. Fakat ben daha ziyade, bizim eski masallarımızda olduğu gibi ‘aldı’ sözünün kullanılmasına taraftarım. Belki evvela biraz tuhaf gelir, fakat alışılır ve böylelikle Homeros destanlarına daha munis bir hal verilmiş olur. Onlar da harikulade güzel, birer masaldır.

Bir yazısında da okurlarını Mithat Cemal’in ve Mustafa Nihat’in La Dame aux

Camélias tercümelerinden haberdar eder. Böyle bazı eserlerin birden fazla tercüme-

sinin bulunması ve bunların karşılaştırılması bizde tercüme sanatının ilerlemesine hizmet edecektir.41

Polemikler

Tercüme dergisinin ilk sayısında Nurullah Ataç’ın Sabahattin Eyüboğlu ile Paul

Valéry’den Türkçeye çevirdikleri mensur şiirlere yönelik Peyami Safa, Cumhuriyet gazetesinde “Tercüme Eğlenceleri” başlıklı bir eleştiri yazısı kaleme alır.42 Öncelikle ortaya çıkan metnin bir tercüme değil, çeviri olduğunu söyleyerek meseleye açıklık getirir: “ ‘Türkçeye çevirdikleri’ diyorum, ‘tercüme ettikleri’ demiyorum. Bunun sebebi ikisi arasında fark görmemem değil, bilakis pek büyük bir fark görmemdir. Türkçeye çevirmek dürüst bir tercümenin şartlarını ihmal ederek yapılmış tercümelere yakışan bir tabir”. Maarif Vekâleti’nin çıkardığı bir mecmuanın, çevirmene hiçbir yorum payı bırakmayacak tarzda manaya sadık kalması gerektiğini belirtir ve örnekler vererek ser- best çeviri olarak gördüğü bu tercüme tarzını eleştirir. Verdiği örneklerden biri şöyledir:

“Le beau exige peut-être l’imitation servile de ce qui est indéfi nissable dans les choses” Arkadaşlar bunu şöyle tercüme etmişler:

“Eşyada hani ne olduğunu söyleyemediğimiz bir hâl yok mu? İşte onu körü körüne taklit edebilirsen belki o zaman güzele ermiş olursun”

Allahım! Bunu Sabahaddin Eyüboğlu değil, mutlaka Nurullah Ataç tercüme etmiştir. Çünkü cümlenin aslında ne ‘hani’ edatının sızdırdığı lâubalilik, ne de ‘yok mu’ tarzında bir sorgu, ne ‘edebilirsen – olursun’ fi illerindeki senli benli hitap, ne de ‘güzele ermek’ fi kri var. Valéry bu dört unsuru da yazılarına hiç sokmamış bir şairdir. Bu cümlenin Tercüme Bürosu sayın başkanı tarafından tercüme edildiğinin bir işareti de yazının en başına koyduğu şu itiraftır: “Sabahaddin Eyüboğlu benim gibi değildir, o tercüme edilen parçanın şekline sadık kalmak ister, ben ise değiştirmeden ‘muharrir Türk olsaydı bunu nasıl söylerdi’ diye düşünüp Türkçeye daha munis bir şekil bulmadan rahat edemem.”

41 “Hayata Dair: La Dame aux Camélias”, Haber Akşam Postası, 25 Ekim 1937. 42 Peyami Safa, “Tercüme Eğlenceleri”, Cumhuriyet, 1 Haziran 1940.

Muharrir Türk olsaydı... Fakat Türk olmak mutlaka mangal başında mısır patlatan haminne edasıyla mı düşünmektir?

“Hani o... yok mu? İşte sen de.. edebilirsen... olursun”. Bu Türk tefekkürünün edâsı değildir. Böyle olduğunu bile farz etsek, edâ için mânâ feda edilemez, o zaman tercüme değil ilham yoluyla te’lif olur.

Bence yukarıki cümle de kolayca şöyle tercüme edilebilir:

“Güzel, belki de eşyada tarifi mümkün olmayan bir şeyin körü körüne taklidini emreder (yahut icap ettirir.)”

Ataç, Ulus’ta “Bir Cevap” başlıklı yazısıyla43 Peyami Safa’nın hırsla, nefretle, menfaatle hareket eden bir yazar olduğunu söyledikten sonra eleştirilere cevap ve- rir ve yukarıdaki örnekte fi kre hıyanet edilmediğini, Türkçeye daha munis bir şekil verilmek istendiğini belirtir. Ataç, asıl metnin dil hususiyetlerine uymak konusunda çok dikkatli olmak gerektiğini düşünür. Ona göre Türkçede munis olmayan şekillere ancak başka çare bulunmadığı takdirde müracaat edilmeli, tercüme edilen eserlerde mümkün olduğu kadar tercüme kokusunun kalkmasına çalışılmalıdır.

Ataç’ın tercüme konusunda cevap verdiği yazarlar arasında Reşat Nuri Güntekin de vardır. Reşat Nuri, Ulus gazetesinde “Türkçenin Eksikleri” başlıklı iki yazı kaleme alır.44 İlk yazısında Batı kültüründe pek çok mefhumun bizde henüz karşılığının bulu- namadığını kendi tecrübelerinden örneklerle izah etmeye çalışır. Asırlardan beri aynı kültür kaynağından beslenen Fransız ve İngilizlerin birbirlerinin eserlerini anlamaları ve çevirmeleri kolay olduğu halde Türk mütercimlerinin bu kolaylıktan mahrum olduğunu belirtir. Örneğin, “Bir bilgiyi, faraza bir tıp meselesini doktor olmayan orta halli bir aydı- nın anlayabileceği bir şekle sokma işi” şeklinde tanımladığı “vulgarisation” kelimesine karşılık bulamamaktan şikâyet eder. Lügatteki bayağılaştırma, adileştirme karşılıkları maksadı asla vermemektedir. Uygun karşılık bulamamaktaki sıkıntısını şöyle anlatır:

Fakat ben tercümeci ne yapacağım? İşi tercümecilikten dil bilginliğine dökerek yeni bir kelime icadına mı çalışmalıyım. Tek kelimeyi uzun bir tarifl e anlatmak ve üç satır sonra bir daha karşıma çıkınca bu tarifi tekrar etmek daha mı doğru olur? Yoksa her sıkıştıkça yaptığımız gibi ‘vülgarizasyon’ diye aynen mi almalı?

Yine karşılığını bulamadığı “beauté” ve “joli” kelimelerini bir cümle içinde izah etmeye çalışır: “Les anciens étaient plus beauté; mais nous sommes plus jolis”. Fransız lügatine göre “beauté” kelimesi asalet, büyüklük, şekil ve çizgi düzgünlüğünden ileri gelme güzellik; “joli” ise eski heykellerde olduğu gibi sadece incelik, zarafet, hoşluk olan güzel anlamına gelmektedir. Reşat Nuri, Türkçede iki farklı güzellik anlayışını karşılayacak kelime bulamamaktan yakınır:

43 “Tercüme Meseleleri: Bir Cevap”, Ulus 7 Haziran1940.

44 Güntekin, “Dilimize Dair: Türkçenin Eksikleri”, Ulus, 25 Temmuz 1944; “Dilimize Dair: Türkçenin

Bu izahata göre Fransız yazıcının maksadı anlaşıldı. Eskiler şu türlü güzelmiş, biz bu türlü. Şimdi aldık ele kalemi, başladık: ‘Eskiler bizden daha güzeldiler; fakat biz onlardan daha ....’ neyiz diyeceğiz? Çünkü lügatlerimiz ‘beau’ için de ‘joli’ için de güzel, latif, şirin, hoş, vesaire diye bir sürü sıfat sıralıyorlar.

Buna benzer başka örnekler de veren Reşat Nuri bunun tercüme davasının üstünde bir kültür davası olduğunu, matematik terimleri gibi fi kir, sanat eserleri tercüme etmek için de çok mefhuma, terime ihtiyaç duyduğumuzu belirtir.

“Türkçenin Eksikleri” başlıklı ikinci yazısında, yine karşılığını bulamadığı “pe- riphrase” terimini örnek olarak verir ve tevriye ve telmih dünkü edebiyatımız için ne kadar gerekliyse bugünkü edebiyatımız için de tek bir kelime halinde bu terimin karşılığının olması gerektiğini söyler. Öte yandan dilde tasfi yeciliğe gidenleri de eleştirir. Bir gurubun “tercüme” kelimesini “çevirme” ile değiştirmeye çalıştığını, kendisinin “tercüme”yi kullanmakta zarar görmediğini, fakat mütercim demeye de artık dilinin varmadığını “tercümeci”yi tercih ettiğini belirtir. Hasan Ali Yücel’in arzusuyla Carlyle’ın Kahramanlar adlı kitabının bir kısmını kırk yıl evvel Mahmut Esat Efendinin, kendinden farklı olarak o günün dil imkânlarıyla sıkıntıya girmeden, fakat suni bir dille tercüme ettiğini şöyle anlatır:

O günkü Türkçe, yüksek bir garp eserine yarayacak kelimeler bakımından, elbette bu- günkünden daha dardır. Fakat bakıyorum, efendi merhum benim çektiğim sıkıntıyı asla çekmemiş. Çünkü Arap ve Fars kültürünün asırlar içinde Osmanlıcaya mal olmuş bütün kelimeleri ve imkânları henüz ayaktadır. O vakit ki tercümecinin emrindedir. Efendi merhum bu kelime ve imkânlardan meydana gelmiş eksiksiz bir yapma diş takımıyla Carlyle’ın çetin metnini leblebi gibi öğütüp geçiyor. Halbuki ben!

Reşat Nuri Carlyle’ın Kahramanlar kitabında karşılık bulmakta güçlük çektiği kelimeler üzerine epey örnek verdikten sonra “Görülüyor ki ben tercümecilik yap- mıyorum; şimdiye kadar pek boş oturmuş demek belki doğru değil, fakat kendini fazla sıkmamış birtakım nesiller hesabına dilcilik yapıyorum” diyerek Türk dilinin meselelerine kafa yormayanları eleştirir.

Reşat Nuri ancak dildeki eksikliklerin bu tür uğraşlarla, tartışmalarla giderilebi- leceğini söyleyerek, yine bir mefhumun zaman içerisinde kendisine bulduğu işaretleri bir örnekle şöyle izah eder:

Mesela ‘tradition’a benim çocukluğumda rivayatı mütevarise deniyordu; sonra anane oldu, nihayet gelenekte tam kıvamını bularak dilimize yerleşti. Aşağı yukarı tanıdığımız bütün milletlerin kültür kelimeleri için bu böyle olmuştur.

Reşat Nuri, terimlerden farklı olarak kültür kelimelerinin dile girip yerleşme- sinde şuurlu ve sistemli bir heyet yahut ferdî çalışmayı gerekli bulur. Yeni harfl erin kabulünden sonra Birinci Dil Encümeni’nin böyle bir çalışma başlattığını hatırlatır.

Oluşturulan heyet Fransızların iki ciltlik Larousse lügatini tarayıp batı mefhumlarının tam bir cetvelini çıkararak, Türkçede karşılığı bulunmayan mefhumlar için birer kelime aramak veya icat etmek yolunu tutmuştur, fakat Reşat Nuri’ye göre yanlış bir usulden dolayı çalışma yarım kalmıştır:

Bu encümenin büyük bir hatadan sakınamadığını şimdi anlıyorum. İlk önce Türkçe için en lüzumlu göreceği bin yahut biraz daha fazla mefhumdan işe başlasa ve bunlardan pek zor bulduklarını sonraya bıraksaydı bu iş çıkardı. Fakat Larousse’daki bütün kelimeleri sıra ile almak istediği için işin daha başında soludu ve Türk kültürü bence çok ehemmiyetli bir eserden mahrum kaldı.

Ataç, Reşat Nuri’nin Batı dillerinde pek çok mefhuma karşılık bulunamadığın- dan şikâyet ettiği, tercüme meseleleri, dilin gelişimi üzerinde durduğu bu iki önemli yazısı üzerine Ulus’ta “Tercüme Üzerine” başlıklı cevap mahiyetinde bir yazı kaleme alır.45 Zamanla Türkçenin eksiklerinden çok kendi eksiklerini duymaya, “Bu dilde söylenemez ki bu söz!..” yerine “Elbette vardır Türkçesi bu sözün; ama nedir? Ben bulamıyorum” demeye başladığını söyleyerek tercüme anlayışındaki değişiklikleri kendi tecrübelerinden örnekler vererek anlatır.

Ataç, tercüme ederken bir cümledeki kelimelerin değil, bütün cümlenin Türk- çedeki karşılığını aramak gerektiğine zaman içerisinde inandığını söyleyerek Reşat Nuri’ye bu noktada itiraz eder. Ataç’a göre “Les anciens étaient plus beauté; mais nous sommes plus jolis” örneğinde, cümlenin şekline, kelimelerine bağlı kalınca o söz sadece Türkçeye değil Almanca ve İngilizceye de tercüme edilemez. “Beau” ile “joli” arasında Fransızcada kullanıla kullanıla bir fark belirdiğini söyleyerek bizdeki “it” ve “köpek”i örnek verir. Cümlenin bütününe bakarak bu kelimelere karşılık bu- lunabileceğini düşünür ve Reşat Nuri’nin örnek verdiği cümleyi “Eskiler yakışıklı, şanlı adamlarmış; biz ise şöyle bir güzeliz” şeklinde tercüme eder.

Tercümeyi bir “yaratma işi” olarak gören Ataç’a göre belli ki çevirmenin bir sanatçı duyarlılığına sahip olması gerekir. Güzel bir eserin çevrildiği dilde de benzer bir etkiye sahip olmasını bekler:

Tercüme sadece kelimelerin karşılığını koymak değildir, dilde bir yaratma işidir. Sadece kelimelerin karşılığını bulmak olsaydı, bugün diyelim ki Fransa’da her İngilizce bilenin İngilizce kitapları iyi tercüme edebilmesi lazımdı. Ama öyle değil. Falan romanın İngi- lizcesi çok güzeldir, tatlı tatlı okunur diyorlar; Fransızcasını alıyoruz, sıkıntılı, okunmaz bir şey. Bir Gide’in, bir Lacretelle’in, bir Jean-Aubry’nin tercümesinde başka bir değer oluyor. Neden? Onlar tercüme ederken kendi dillerinin özelliklerini düşünmüyor, ona göre yaratıyorlar da ondan. Asıl metindeki cümlelerin kuruluşundan ayrılmayan tercümecilerle

Outline

Benzer Belgeler