• Sonuç bulunamadı

İkdam, S 866, 2 Kânunıevvel 1312/14 Aralık 1896 Hikâye, gazetede Musahabe sütununda çıkmıştır.

VE HİKÂYELERİ ÜZERİNE BİR KİTAP Faruk Gezgin *

10 İkdam, S 866, 2 Kânunıevvel 1312/14 Aralık 1896 Hikâye, gazetede Musahabe sütununda çıkmıştır.

Hikâye, Ali Kemal’in şu eserlerinde de yer almıştır: Paris Musahabeleri, c. 3, Dersaadet 1315, s. 115- 128; Paris Musahabeleri, 2. b., c. 2, İstanbul 1331, s. 201-213 (“Hayat Kırıntıları 1 Kerime” şeklinde). (F.G.)

11 Paris Musahabeleri, 2. b., c. 2, s. 202’de “nesim”, “seher” şeklindedir. (F.G.) 12 Paris Musahabeleri, 2. b., c. 2, s. 202’de “Hatta” eklenmiştir. (F.G.) 13 İzzî ve Kadı Mîr, Osmanlı döneminde okutulan fıkıh kitaplarıdır. (F.G.) 14 İran şairi Sadî’nin eseri. (F.G.)

Kerime’nin pederine, komşumuza rast geldik, konağın kapısında ayakta duruyordu. Biz ale’l-usul [usulüyle] etek öptük, şöyle geri çekildik... Pederimle görüşmeye başladılar. Söz cami derslerine, Gülistan tedrisatını [öğretimini] dinlediğimize intikal edince [geçince] komşu gülümsedi: “Hacı Efendi mahdum [oğlan] daha küçüktür, öyle mebahise [konulara] akıl erdiremez. Çocuğu akşamları ya sabahları bir aralık bize gönder de Kerime ile beraber Tuhfe-i Vehbî okusun, öbürleri sonra...” dedi. Bu tarihten itibaren iki günde bir Kerime’nin konağına ya sabahleyin saat ikide ya akşam yemekten sonra gidiyordum. O zamana kadar bu kâşâne [köşk, konak] hayal-i tıfl anemde [çocukluk hayalimde] büyük yer tutuyordu. Nasıl tutmasın?.. Kırk odalı bir konak. Bir taraftan Boğaziçi’nin müntehasına [sonuna, ucuna], diğer cihetten de ta Adalar’ın arkasına nazır idi [bakıyor idi], hele bahçe, bir cihan-ı letaif [güzellikler cihanı], bir zemin-i bedayi’di [güzellikler yeriydi]... Limonluklar, renk renk havuzlar, ağaçlar, çiçekler, yemişler, bütün behişt-ârâ idi [cenneti süsler idi, cennet süsü idi]. Bu hakaika [gerçeklere] birçok hayalat [hayaller], hurafat [hurafeler] da inzimam ediyordu [katılıyordu]. Bazı bilgiç kadınların rivayetine göre komşumuzun bostan-ı harikuladesinde [eşsiz bahçesinde] nelerden,15 nelerden başka sâf mermerden bir kuyu vardı ki karmakarışık liralarla, mecidiyelerle mâlâmâl [dopdolu] idi. Bu defi neden sahib-i mes’udu zaman zaman altın bir bakraçla para çekiyordu. Fakat şu yakınlarda galiba kuyunun dibi görünmeye başlı- yordu. Çünkü komşu arabalarından, atlarından bir ikisini sattırmıştı. Şu masallar bu kadarla da kalmıyordu. Biz konağa girenlerden, çıkanlardan, komşumuzla sıkı sıkı16 görüşenlerden olduğumuz için umumiyetle bu kıyl ü kâllere [dedikodulara] inanmıyorduk. Fakat bu nakliyat-ı garibe [garip, tuhaf anlatılanlar], bu hikâyat-ı kâzibe [yalan hikâyeler] çocukların sem’ine [kulağına] hakikatten hoş geliyordu. Bunun içindir ki Tuhfe-i Vehbî okumak üzere bu kâşânenin ta kalbine, daire-i haremin en iç tarafına dahil olunca derunumda [içimde, gönlümde] bir neşe doğdu. Kerime’nin bana karşı hüsn-i kabulü [güzel karşılaması] de bu şevke [sevince] başka izdiyat [artış, çoğalma, fazlalık] veriyordu.

Kadın bir hoca, evet, hiç taaccüp etmeyiniz [şaşırmayınız], bir hoca hanım, bize Tuhfe’den ders göstermeye başladı. İlk günü birinci sahifeyi hafızamıza soktu. Kelime kelime, harf harf vezin ile, ahenk ile soktu. “Evvela ‘hamd-ı bî-hadd’ [sonsuz övgü], saniyen ‘O kerem fer’, salisen ‘mâya’17 [O cömertlik buyuran] diye ezberliyorduk.” Bu üç parçayı birbirinden ayrı, 15 Paris Musahabeleri, 1315, c. 3, s. 117 ve Paris Musahabeleri, 2. b., c. 2, s. 203’te yoktur. (F.G.) 16 Paris Musahabeleri, 2. b., s. 204’te “sık sık” şeklindedir. (F.G.)

17 Burada Tuhfe-i Vehbî’nin ilk mısrasına işaret ediliyor: “Hamd-ı bî-hadd O kerem-fermâya”. Prof. Dr.

Ali İhsan Kolcu, yayınladığı “Ali Kemal Bütün Şiirleri & Bütün Hikâyeleri” kitabında, bunu “Evvele

hamdi-bî-hamd saniyen eger mefer salisen mâye diye ezberliyorduk.” olarak çok hatalı bir şekilde

vermiştir. Adı geçen kitapta, gerek şiirlerdeki ve gerekse de hikâyelerdeki bugünkü alfabemize aktar- malarda yanlış okumalar- eski harfl i metinlerden Latin alfabeli Türkçe metinler hazırlamada az çok hatalar olduğunu da belirtelim- çok fazladır: Kolcu, Kerime hikâyesinde “iptida-yı sabavet”i “ibtidâi sebavet”, “salat-ı subh”u “salât-ı sabah”, “hol-i fasih”i “hol kısmı”, “kalb-i âbid ve sâfımızda”yı “kalbe aid vassafımızda”, “gıll u gış”ı “gul u guş”, “halka-i tedrisat”ı “halta-i tedrisat”-hatalı harf yazımı da olabilir-, “cihan-ı letaif”i “cihât-ı letâif”, “zemin-i bedayi’di”yi “zemin-i bedâiydi”, “komşumuzla”yı “komşularımızla”, “hüsn-i kabulü”yü “hiss-i kabulü”, “sözde rabt, mana”yı “sözde rabt-ı mana”, “Bu dekaikı hoca da, hazirun da bilmiyorladı”yı “Bu dakâikı hoca da hazirun da bilemiyorlardı”, “Ertesi gece pederimle, sairleriyle beraber otururken yine beni selamlığa istetti... Yine aynı ders, aynı fasıl,

hem de fena ayrı maddeler sanıyorduk, çünkü ez-kaza [kazara, kaza olarak] birleştirecek olursak hocamız derhal küplere biniyor, bağırıyor çağırıyordu. Birkaç ders böyle devam et- tikten sonra bir gün beni beyefendinin huzuruna çıkardılar. Birinci bâbı [bölümü] şöyle makta [kesik] bir surette okuttular. Kerime’de hafıza yoktu. Fakat bende çoktu. Hem de pek çoktu. Bu kıraat [okuyuş] lisanımda bila-fasıla [aralıksız], bila-hata [hatasız] mevzun [vezinli], mürettep [tertipli] su gibi yürüyordu. Ama kelimeler ağzımda parça parça oluyor, sözde rabt [bağlantı], mana, hiçbir meziyet kalmıyordu. Bu dekaikı [incelikleri] hoca da, hazirun [hazır olanlar] da bilmiyorlardı. Komşu bey şu muvaffakiyetten pek neş’e-dar oldu [neşelendi]: Ertesi gece pederimle, sairleriyle beraber otururken yine beni selamlığa istetti... Yine aynı ders, aynı fasıl [bölüm], aynı vech [tarz, usul] ile tekerrür eyledi [tekrarlandı]. Hazirun hayret içinde idi.18 Sudan ezberciliğimi bildiği için bu hal babamın taaccübünü [şaşkınlığını] mucip olmadı [gerektirmedi, yol açmadı]. Fakat her taraftan gelen: “Hacı Efendi, bu çocuğu güzel okut, zihni pek açık” gibi ihtarlar gurur-ı übüvvetini [babalık gururunu] okşadı.

***

Bu iftihar-ı tıfl ane [çocukça övünme] bir tarafa dursun, gitgide biz Kerime ile hakiki bir dost olduk. Sabavetin [çocukluğun] dostluğu ne hoştur. Maddî ve manevî her türlü şevaipten [eksikliklerden] ârîdir [arınmıştır]. İnsan arkadaşını sever, fakat niçin sever bilmez, sevdasından bir netice, bir emel beklemez... Sever, işte bu kadar... Semayı, encü- mü [yıldızları], mehtabı nasıl seviyorsa öyle sever. Telakilerde [buluşmalarda] sevinir, iftiraklarda [ayrılıklarda] ağlar. Bu muhabbet mahz-ı ismet [namusun, temizliğin halisi] olduğu için arada cemal [güzellik] de aranmaz. Güzellik, çirkinlik nedir bilmez, düşünülmez. Bildiklerimizden niceleri vardı ki şu kızdan, Kerime’den bin kat latif [hoş] idiler, hatta bu vefret-i letafetle [güzellik bolluğuyla, çokluğuyla] sonraları beni çok düşündürdüler. Fakat çocuklukta hiçbiri bu derece nazar-ı meylimi celp eylemedi [ilgimi çekmedi]. Hasılı, on, on bir yaşına kadar Kerime ile beraber oynadık,19 beraber okuduk, beraber yaşadık. Hayret,

aynı vech ile tekerrür eyledi”yi “Ertesi gece pederimle, sairleriyle aynı ders, aynı fasılaynı veçhe ile tekrar eyledi”, “vefret-i letafetle”yi “vefret letafetle”, “Kerime ile beraber oynadık,”ı “Kerime beraber uyandık,”, “bir açıklık peyda oluyordu”yu “bir açıklık peyda oluverdi”, “vehle-i ûlâda”yı “vahle-i ulâda”, “Bu sindeki karı kocalardan...”ı “Bu sendeki karı kocalardan”, “o koca konağa iç güveyi, bey, efendi oluyoruz”u “o koca konağa iç güveyi, beyefendi oluveririz”, “Aramızda az çok bir itibarı haizdi...”yi “Aramızda az çok bir itibari haizdir”, “Bu halin sebebi nedir?”i “Bu halin sebebi neydi?”, “Öteden beri bana namzet, izdivacı mukarrer iken”i “Öteden beri bana namazda izdivacı mukarrer iken”, “muhaba”yı “mahaba”, “Fakat bu hüznüm”ü “Fakat bu hanım”, “Bu sinde kulûp”u “Busende kulûb”, “hiç sun’u olmadığını”yı “hiç sun’i olmadığını”, “validesinin cebriyle”yi “valdesinin haberiyle”, “iptihacıma”yı “ibtihaca”, “Mahdum’a gayet muhibbane”yi “Mahdum’a gayet mahabâne”, “vekayi-i izdivacını”yı “vekâyi-i izdivacı”, “Hatta mazideki münasebatımıza dair”i “Hatta mazideki münasebetimize dair”, “İftirak vicdana dokunuyor”u “İftirak-ı vicdana dokunuyor”, “maayibini”yi “mu’ayibini”, “bütün bütüne bozuştuk”u “bütün bütün bozuştuk”, “müzayakaya”yı “mazikaya”, “keyfe mettefak”ı “keyfemâtefak”, “zevklenmeye kalkışmasın mı?”yı “zevklenmeye kalkışmaz mı?”, “şu talak”ı “şu talakat” olarak hatalı şekilde okumuştur. Tuhfe-i Vehbî’nin bu ilk mısrası, Ali Kemal’in romanı, Fetret, (Haz. M. Kayahan Özgül], Hece Yayınları, Ankara 2003, s. 162’de de söz konusu edilmiştir. (F.G.)

18 Paris Musahabeleri, 2. b., c. 2, s. 205’te “idiler” şeklindedir. (F.G.)

19 Paris Musahabeleri, 1315, c. 3, s. 120; Paris Musahabeleri, 2. b., c. 2, s. 206’da “beraber oynadık”

büyüdükçe aramızda bir soğukluk, bir açıklık peyda oluyordu. Lakin yine yekdiğerimize [birbirimize] munis [yakın] kalıyorduk. Çünkü pek çok hatırat-ı sabavet [çocukluk ha- tırası] ile birbirimize bağlı idik. Ebeveynimizce ben, Kerime... âlâ [iyi, güzel] bir karı koca... Zaten komşu bey bana çoktan damat nazarıyla bakıyordu, öyle muamele ediyordu, her halime alakadar oluyor, her işime karışıyordu. Şu mektebe gitsin, bu cihete [tarafa, yöne] gelsin gibi ihtarlarına [uyarılarına] pederimce büyük ehemmiyet veriliyordu. On dördümüze doğru20 ben leylî [yatılı] bir mektebe girince Kerime’yi görmez oldumdu, hemen hemen de unuttumdu. Çünkü hevesatımda [heveslerimde] yeni yeni temayülat [yönelmeler, sevgiler] peyda olduydu [göründüydü]. Bir yaz biz Bursa’da idik... Komşu beyin fena halde hasta olduğuna dair pederime bir mektup geldi... İki gün sonra hemen İstanbul’a döndük... Bir gece pederim beni her nedense hastanın yanına götürdü. Adamcağız manidar manidar [manalı manalı] bana baktıktan sonra başımı okşadı. Bu hal rikkatime [yufka yüreğime, acımama] dokundu. Zaten o soluk sima, o çukur gözler, o yanak,21 o hey’et [görünüş] vehle-i ûlâda [ilk önce, birdenbire] hayretimi tahrik etmişti [harekete getirmişti]. Çok geçmedi, gözlerimden yaş boşanıverdi... Beni hemen dışarı çıkardılar, eve getirdiler. İki gün sonra komşu bey irtihal eyledi [öldü]. Bu esnalarda ne oldu, ne22 bitti, bilmiyorum. Aradan daha üç dört ay geçmedi. Evimizde bir fi skostur, bir tedariktir [hazırlıktır] gidiyordu. Peder, valide manidar manidar bana karşı birbirine bakışıyorlardı. Bir gün dayımın böyle mahfi [gizli] bir mükâlemede [karşılıklı konuşmada] ebeveynime hitaben: “Canım, on beş yaşında bir çocuk evlendirilir mi? Mektep, tahsil ne olur! Bu sin- deki [yaştaki] karı kocalardan nasıl bir aile çıkar? Bu adeta bir cürümdür [suçtur], akıbeti fena bir harekettir, insaf buyurunuz” dediğini fakat babamdan “Adam sen de! Okursa okur, okumazsa işte mağaza, gitsin gelsin. Allah rızkını verirmiş” ile cevap aldığını tesadüfen işittim. Artık iş anlaşıldı, beni evlendiriyorlar, hem de Kerime ile evlendiriyorlar. Oh!.. Oh!.. Fena değil, o koca konağa iç güveyi, bey, efendi23 oluyoruz. Kerime’den ziyade bu debdebe [gösteriş, tantana] emelimi okşuyordu. Mektep arkadaşlarımdan birkaçına bu teşebbüsten mağrurane [gururla] bahsettim. Bunlardan biri, Mahdum Bey bu sözlerime pek alakadar [ilgili] görünüyor, pek kulak kabartıyordu. Bu çocuk hoşhal [hali vakti yerinde], nazik, sevimli idi... Aramızda az çok bir itibarı haizdi [vardı]...

***

Bir perşembe akşamı eve avdetimde [dönüşümde] ebeveynimi gayet mahzun [hüzünlenmiş], müteessir [üzüntülü] buldumdu... Pederimde hiddet, şiddet hadden efzun idi [son sınırda idi]. “Bu halin sebebi nedir?” diye bir düşüncedir, bir tecessüstür [araştırmadır] beni aldı. Nihayet esas mesele meydana çıktı. Öteden beri bana namzet [aday], izdivacı mukarrer iken [kararlaştırılmış iken] ortaya bin türlü şeyler girerek komşumuz Kerime Hanım geçen salı günü bî-muhaba [çekinmeden, sakınmadan], Mahdum Bey’e nikâh edilivermiş. Bu hadise

20 Paris Musahabeleri, 2. b., c. 2, s. 206’da “On üçüne doğru” şeklindedir. (F.G.)

Outline

Benzer Belgeler