• Sonuç bulunamadı

18. yüzyıl aydınlanma felsefesinin ulus-devletin düşünce dünyasını belirleyen bir zihniyet yeniliği hatta devrimi olduğunu söylemek doğaldır. Bu felsefenin tüm

1.1.4. Türkçülük ve Jakobenik Unsurlar

Demek istediğimiz Fransa’da olduğu üzere, Osmanlı topraklarında yaşayan halk kendi içinde birtakım şeylerin eksikliğini duyarak Avrupa’dan gelecek olan fikir akımlarına kayıtsız kalmayacaktır. Bu kayıtsızlık da tıpkı Fransa’da olduğu gibi Osmanlı’nın kendi aydınlarını akıl kavramına odaklayacak ve aydınlar dinî değerlerden tutun da yaşam biçimine kadar birçok kavramı akıl süzgecinden geçirmeye çalışacaktır.

Bunların başında Şinasi gelmektedir. Rasyonalizm ve Pozitivizm ile tanıştıktan sonra derin bir tefekkür sürecine girmiş, yazdığı şiirlerinde bile akıl eksenli sorgulamalarda bulunmuştur.

Diğer taraftan Fransız halkı, asırların müesseselerini devirmeye kalkışacak kadar iktisaden güçlenmiştir. Fransız ihtilalinin sebebi fakirlik değil, zenginliktir.

Demokrasinin en büyük filozoflarından Alexis de Tocpueville, demokrasinin bugünkü bunalımlarını öngördüğü “Fransız İhtilâli Tarihi” adlı dev eserinde, İhtilâlden önceki Fransa’da yaşanan İktisadî gelişmeyi anlatarak “hayat şartları iyiye doğru gittikçe Fransızlar kendi durumlarına daha az tahammül eder olmuşlardı” diye ifade etmişr.

İhtilal için bir şartın daha yerine geldiğini öne sürerek maddi refahın insanları daha mantıklı eylemlere götürdüğü, en azından toplum için alınan kararların akıl süzgecinden geçirilmesine ayrıca katkı sağladığı görülmüştür.

İşte kafasıyla değişen Fransa, sırtındaki feodalite yükünü kaldırıp atma gücüne ulaşınca patladı ve 10 yıl süreyle devam edecek olan kanlı, gaddar, vahşi giyotinli katliamların kucağına atıldı.

Osmanlı topraklarına baktığımızda ise milliyetçilik daha doğrusu Türkçülük Fransa’da olduğu gibi maddi bir refahın ürünü değil gayrimüslim olarak addedilen milletlerin bağımsızlıklarını ilan etmesiyle devletin gerek siyasi gücünün gerekse iç işlerinde istikrarın bozulmasına bağlı olarak bir zaruret neticesinde ortaya çıkmıştır.

Bununla birlikte Osmanlı topraklarındaki Türk milliyetçiliği Fransa’da olduğu gibi jakobenik bir uygulama ile yıkıcı boyutlara ulaşmamış, mevcut topraklardaki insanları bir araya getirerek bir duygu bütünlüğü ile cepheden cepheye koşturmuştur.

Diğer bir husus, Jakobenizmde akıl her şeyin üstünde tutulmaya çalışılmış ama geleneğin getirdiği ve yerleşmiş bir kanı doğrultusunda insanlar dini bir çırpıda rafa kaldıramamış. Oysa jakobenizm Tanrı inancı yerine akıl inancı doğrultusunda mabetler inşa etmiştir.

Taha Akyol’un ifadelerine baktığımızda, “Akıl, Tanrı gibi düşünülünce, “hangi akıl?”

diye sorulmadan, “Aklın gereği” sayılan görüşler, tartışılmaz kabul edildi. Böylece

“Aydınlanma Felsefesi” bir “dinsizlik dini” olup çıktı. Ama müsamahasız, öfkeli, Engizisyonlu-Giyotinli bir din! Nitekim Robespierre ve arkadaşı Saint Juste,

“Cumhuriyetin bir din olduğunu” söylüyorlardı (Akyol, 1989: 24). Onlara göre Cumhuriyet bir dindi, çünkü halk hayatı akıl yoluyla sorgulamaya başlamış ve düşünerek kitleler hâlinde hareket etmeye başlamıştır.

Osmanlı topraklarında ise din, Şinasi’ye kadar edebî bir eser üzerinden akılcı bir surette, Batı’dan edinilen rasyonalist fikirler doğrultusunda sorgulanmamıştı. Ama Şinasi ile birlikte yeni bir dönem başlamış din ve dinî değerler akıl süzgecinden geçirilmeye başlanmıştır.

Nitekim Şerif Mardin de azınlık gruplar için on dokuzuncu yüzyıl, dinî mitlerin yerini seküler mitlere, milliyetçilik, sosyalizm gibi modern ideolojilere bıraktığı bir yüzyıl olarak tanımlanabilir, diyerek Osmanlı topraklarında laiklik kavramıyla önce gayrimüslimler sonra da Tanzimat aydınlarının tanıştığını ortaya koymuştur.

Laiklik terimi için Katolik Hristiyanlığın yayıldığı ülkelerde, özellikle Fransızcada Yunanca kökenli “laicité” kullanılırken, Protestanlığın etkisi altındaki Anglo-Sakson dünyada Latince kökenli “secularism” kelimesi kullanılmıştır (Berkes, 1978: 16).

Aynı sözcük Türk yazınında başlangıçta Ziya Gökalp tarafından La-Dinî, Ahmet İzzet Paşa tarafından La-Ruhbanî şeklinde ifade edilmiştir. Daha sonraları kullanılan layisizm terimi yerini tümüyle laiklik sözcüğüne bırakmıştır.

Nasıl bir morfolojik yapıya sahip olursa olsun jakobenizmin laiklik anlayışı, günümüzde olduğu gibi din ile devlet yönetiminin birbirinden ayrılmasından ziyade “Tanrı” inancı yerine “akıl” inancının geçirilmesi olduğu görülür (Akyol, 1989: 24).

Osmanlı aydınları içinse laiklik bu boyutta duyumsanmamış henüz, Mümtazer Türköne’nin tespiti doğrultusunda 1860’lı yıllarda “Yeni Osmanlılar” laikliği paradoksal olarak duyumsamış ama yürürlüğe konması Cumhuriyet sonrasına kalmıştır.

Fransız İhtilalinin Jakobenleri, Rus İhtilalinin Bolşevikleri (Akyol, 1989: 24).

Türkçülük hareketinin “Yeni Osmanlılar” ı vardır diyebiliriz. Yani her ihtilal komitecilerinin bir hazırlık evresi ve nüve hâlinde ilk oluşumları ya da temsilcileri vardır. Söz konusu olaylar sosyal olaylar olduğu için gerekli şartların olgunlaşması, çok ciddi ve uzun bir oluşum süreci gerektirmektedir.

Yeni Osmanlılar ve sonrasında Türkçülüğü kendilerine ülkü edinen Osmanlı aydınları, ne Fransız Jakobenlerine ne de Rus Bolşeviklerine benziyordu. Onlar hiçbir zaman Türkçülüğü bir dikte ile topluma benimsetme çabasına girmemiştir. Türkçülük en kapsamlı haliyle düşünüldüğünde, toplumsal bir vicdanın tepkimesi şeklinde ifade edilebilir. Toplumsal bir vicdan dedik çünkü kültürel bir zemin hazırlandıktan sonra girilen savaşlarda ve siyasi sahada başarı kaçınılmaz olmuştur.

Şöyle ki bugün o günlere dair eser ve gazetelere bakıldığında, Osmanlı’nın son dönemlerinde birtakım fikir hareketleri vardır: Osmanlıcılık, Ümmetçilik ve Türkçülük.

Bu fikir hareketleri hasta adam olarak kabul edilen Osmanlı Devleti’ni dağılmaktan kurtarmak için devletin politikası olarak kimi zaman resmî kimi zaman gizlice yürütülmüş ve hepsine sırasıyla devletin kurtuluşu için birer çare gözüyle bakılmış. Ancak bunların topluma duyurulma, benimsetilme aşamasında hiçbir suretle Jakobenlerinkine veya Bolşeviklerinkine benzer nitelikte yıkıcı bir politika izlenmemiştir.

Jakobenizm bir “düşünce biçimi” olmaktan önce bir öfke psikolojisi, fanatik-marazi bir ruh halidir. Fransız İhtilâli’nde Jakobenizmin “akıl” anlayışındaki marazi psikoloji, bugün için tamamen geçersizdir. Bolşevizm’de soyut “proletarya” kavramı, Fransız İhtilâli’ndeki “akıl”ın komünist varyantıdır. Fransız İhtilâli’nin Jakobenleri “akıl”ı, Rus İhtilâli’nin Jakobenleri ise “proletarya”yı “Tanrı” yerine koymak, daha doğru bir deyişle putlaştırmak istemişlerdi (Akyol, 1989: 24). Her iki bakış açısında da bir idealleştirme ve amaç ortaya konarak belli bir insan kitlesi oluşturulmaya çalışılmıştır.

Buradan da hareketle diyebiliriz ki her millet asırlar içinde kendine ait bir ışık keşfetmiş ve onu zaman zaman o derece yüceltmiş ki bazıları şirk mahiyetinde Tanrı ile özdeşleştirmiştir. Felsefe temelli “Akıl” Fransızlar için vazgeçilmez bir değer olurken

“Proleterya” Ruslar için vazgeçilmez bir değer olmuştur.

Taha Akyol’un tespitleri doğrultusunda Türkçülüğü düşündüğümüzde de, Türkçülüğün savunucuları arasında ne “akıl” kavramını ne de toplumun herhangi bir sınıfını, tabakasını ilahlaştıracak mahiyette biri olmamış ve Türkçülük merkezinde hiçbir kavram bu derece yüceltilmemiş ama uzak vadede Türkçülük, büyük bir ülküye dönüşmüştür.

Dönüp baktığımızda II. Meşrutiyet yıllarında jakobenlere dikkat çekmek isteyen birçok Türk aydını kendi programlarını belirlemeye çalışırken Osmanlı ordusunun konumuna dair alınacak kararlarda ve meşrutiyetle birlikte mebusların/vekillerin çalışmalarına dair alınacak kararlarda ve yürütmede jakobenlere benzememek için belli bir çabanın içerisinde oldukları da görülmüştür. Şu ifadeler meramımızı daha iyi ifade edecektir:

“Ahalimiz artık bir kanun ve bir kanunî heyet mevcut olduğunu anlamalıdır Akıl ve mantık kuvvetleri tefrik etmiş, herkese vazifesini ayırmıştır. Millet seçimlerini yapmış ve vekâletini ehil ve güvenilir addettiği kişilere tevdi etmekle vazifesinin büyük kısmını tamamlamıştır. Artık Meclis-i Mebusanı hür bırakmalıdır. Birinci Meclis-İ Mebusan’ımızda olduğu gibi ikide bir lüzumlu lüzumsuz bir talepler listesiyle mebusların kapısını çalmayalım.

Mebusları İşlerinden alıkoymayalım. Zinhar Fransa’daki Jakobenleri, Moritanyalıları taklit etmeyelim. Bırakalım mebuslarımız Jironden [Fransız İhtilali’nde burjuva yanlısı ılımlı kanat, bir müddet Jakobenler arasında bulunmakla birlikte gruptan atılmışlardır]. olsunlar. Zira bu artık son tecrübemizdir. Ve kaybedecek bir dakikamız, şaka ile geçirilecek bir zam anımız kalmamıştır. Ciddiyet ve gayret, itidal ve iyi niyet rehberimiz olsun.”7

Görüldüğü üzere Jakobenlerden farkları olması gerektiğine inanan bir yaklaşımla dile getirilen bu ifadeler, II. Meşrutiyet ve Millî Edebiyat hareketinden sonra Türkçülüğün sokulmak istendiği yolun formunu da ortaya koymaktadır. Despotikî bir boyuttan ziyade yapıcı ve bütünleştirici bir yol izlenmesi hususunda kültür ve dil odaklı bir hareket zinciri kurulmuştur.

7 İsmail Hakkı, Tanin, 18 Aralık 1908

1.1.5. 19. Yüzyılda Osmanlı Bünyesinde Yahudilerin Sosyal Siyasi Durumu

Osmanlı topraklarındaki Yahudi kökenli vatandaşların diğer etnik gruplara nazaran kendi içlerindeki oluşumlara bağlı olarak çok daha farklı bir cemaat oluşturma, bir araya gelerek etkinlik için faaliyette bulunma biçimi olmuştur. Diğer etnik unsurlara bakarak Fransız ihtilalinden mülhem kollarını sıvadıkları bir milliyetçi yaklaşım söz konusu olmamıştır.

Osmanlı Musevîleri için ulusçuluk, makbul ve moda bir akım olmamıştı. Aslında politik bakımdan etkin bir örgütlenme de göze çarpmaz, özellikle eğitimin yapısına bakılınca da bu durum daha net bir şekilde anlaşılır. Cemaatin maarif örgütünün yapısı, Osmanlı Yahudilerinin imparatorluktaki ulusalcı akımlar atmosferinden uzak olduklarını gösterir. Hemen bütün merkezlede dinî bilgilerin öğretildiği ilktahsil kurumlarının bulunmasına önem verilmiştir. Dindarlık ve dinî kimliği sağlayacak bir eğitim yetimi görülmekteydi. Dolayısıyla ulusalcı ve laik eğitimin verilebileni daha üst düzeydeki eğitim kuramlarını Osmanlı cemaat örgüleri meydana getirmemiş ve gençleri bir düzeyden sonra kendi haline bırakmıştır. Dolayısıyla modern, laik üst düzey eğitimini Osmanlı Musevîlerine Alliance İsraélite gibi kendi cemaatlerinin kurmadığı kuruluşlar getirmiştir (Ortaylı, 2012: 48).

1877-78 Osmanlı-Rus savaşı, 1912 Balkan Savaşları sonucu Rumeli’den Müslümanlarla birlikte Musevîler de göç etti ve 20. yüzyıl başında muhaceret, Doğu Avrupa’dan gelenleri de göz önüne alırsak, Osmanlı Musevî toplumunda fakirlik ve problemler yarattı. Ama diğer yandan Musevî burjuvazisi özellikle İkinci Meşrutiyet yıllarında tıpkı yeni bir Türk burjuvazisi gibi doğma ve yükselme aşamasındaydı (Ortaylı, 2012: 52).

Osmanlı topraklarında birçok etnik grup milliyetçilik için yollarını Osmanlı’dan ayırdığı için geride kalan bir avuç Türk arasında Yahudi kökenli insanlar da kendi kimliklerini din üzerinden ifade etme gayretine giderek İstanbul gibi bir şehirde kendilerine mahsus ibadethane, dinî ritüel mekanları inşaa ettirme girişiminde bulunmuşlardır.

Osmanlı imparatorluktaki Yahudiler ve Yahudi cemaatleri, tıpkı Ermeni cemaatleri gibi anayasanın ilanıyla ve Frankolar (İtalyan kökenli Yahudiler), Alliance İsraelite Üniverselle (Evrensel Yahudi Birliği) (AIU) ve çoğu Filistin’de bulunan Siyonistler

tarafından temsil edilen çıkar gruplarının oluşmasıyla birlikte yapısal dönüşümler geçirdi. İmparatorlukta ilerici Yahudi hareketlerinin ortaya çıkmasına yol açan bu değişimlerde Ermeni ve Rum milletleri gibi Yahudi milleti için de çok büyük bir değişiklik olan Tanzimat reformlarının da büyük bir etkisi oldu (Ortaylı, 2012: 53).

Tanzimat reformlarındaki tebaya tanınan bireysel haklar, toplumun her kesimden insanını etkilemiştir. Özellikle de gayrimüslim kimseleri Osmanlı çatısı altında tutmak için ifade edilen madde başlıkları, Yahudilere de ayrıca özgürlükler getirmiştir.

Siyonizm, Doğu Avrupa ulusçuluklarından biri olarak Osmanlı ülkesinde gerek Musevîler gerekse yöneticiler ve aydınlar tarafından değişik biçimde algılanmış ve değişik tepkiler yanında, bazen göze çarpacak ölçüde tepkisizlikle de karşılanmıştır.

Ulusçuluk akımı Osmanlı yöneticisi ve aydınının kafasında komiteler hâlinde örgütlenen, hatta silâhlı mücadeleye başvuran Bulgar ulusçuluğu, Ermeni ulusçuluğu ve Makedonya’daki etnik gruplar çatışmasıyla aynileşmişti (Ortaylı, 2012: 53). Söz konusu milletlerden ilham aldıklarını tam olarak ispatlayacak nitelikte belgelerimiz yok ama insanın sosyal bir canlı olduğu ve bu özelliğinin gereği de yanındaki yöresindeki toplumsal ve siyasi oluşumlardan etkilenmiş olabileceğini göz ardı edemeyiz.

Bu nedenle Siyonizm hareketi, niteliği, faaliyet tarzı itibariyle önemli tepkiler doğurmadığı gibi, zaman zaman bazı Osmanlı yöneticilerinin ve aydınlarının sempatiyle baktığı, hatta pek sıcak bakılmayan Avrupa Hristiyan dünyasına karşı bir direniş olarak değerlendirilmiştir (Ortaylı, 2012: 53). Ortaylı’nın da tespit ettiği üzere Yahudilerin milliyetçilik algısı daha dinî bir nitelik taşımakla birlikte daha küçük çaplı ama farklı oluşumlar hâlinde gelişmiştir.

İmparatorluğun ulusçulukla en geç temasa geçen unsurlarından birisi Türklerse öbürünün Musevîler olduğunu söylemek mümkündür. Osmanlı Musevîliği 19. yüzyıl Avrupa kültürüyle geç temasa geçmişti; ulusçuluğu soyut bir kavram olarak öğrenip hayata uygulaması hem bu açıdan hem de coğrafî dağınıklığı dolayısıyla beklenemezdi.

Diğer yandan, Balkan ulusları, özellikle Hristiyan unsurlar ulusçuluğu, 18. yüzyıl sonundan beri birbirinden öğrenmiş ve Osmanlı yönetimine karşı başlangıçta birbirini desteklemiştir. Yunan ayaklanması, Sırp ayaklanmasına bir şeyler borçludur (Ortaylı, 2012: 53). Ancak Yahudiler, etrafındaki tüm etnik gruplardan daha farklı bir oluşum

algısı içerisinde oldukları için; kendilerini diğer etnik gruplardan daha ayrı gördükleri için; devlet merkezinin yönetimini dikkate aldıkları için; milliyetçilik için en geç girişimde bulunan bir toplum sıfatıyla zikredilmektedir. Bunun arkasındaki temel sebep Yahudilerin milliyetçilik algısının çok daha farklı bir boyutta, yani din odağında nisbi farklılıkların olduğu bir boyutta yaşanmasıdır.

İlber Ortaylı’nın da ifade ettiği üzere Osmanlı topraklarında ulusçuluk faaliyetleri, etnisiteye dayalı fikrî nitelikte hareketler olmakla birlikte, kıyas ve gözlem üzerinden de gelişmiştir. Kendi bünyesindeki etnik unsurlar, bir asırdan fazla bir süre içerisinde bağımsızlık mücadelesi vermiş ve birçoğu da bağımsızlığını kazanmıştır. Onların bu yöndeki girişimleri, Türklerde, sürece bağlı olarak kendi kimliklerine sarılma ve benliklerini öne çıkarma yolunda girişimlere yol açmıştır.

Musevî aydınlar İkinci Meşrutiyet’i tam desteklediler. Bu desteği bazı Balkan uluslarının aydınları veya Rum ve Ermeni aydınları gibi bir ulusal uzlaşma olarak değil, doğrudan Osmanlı patriyotizmi çerçevesinde gösterdiler. Nitekim dönem içinde laik bir ulusçuluk olan Siyonizm’e de iltifat edilmemiş ve imparatorluğun diğer unsurlarına karşı Yahudiler hep uzak kalmışlardır. Bulgarlar, Rumlar ve Ermeniler seçimlere ulusal programlarla girerken, Musevîlerde bu eğilim hiç olmamış; hatta bazı Arnavut ve Arapların aksine, millî kulüpler dahi teşkil etmemişlerdir. Fakat Musevîler diğer yandan siyasal hayatla daha çok ilgilenen, İtthad ve Terakki’yi destekleyen konumdaydılar (Ortaylı, 2012: 53). İttihat ve Terakki’yi desteklemelerindeki amacı birçok araştırmacı kendilerine vaad edilen toprakların (Filistin, Kudüs…) üzerindeki Osmanlı hâkimiyetini Orta Asya’ya kaydırma düşüncesi temelinde olabilir.

Ancak böyle bir Yahudi ülküsü olmuş olsaydı, çok daha önceden böyle iddiaları destekleyecek nitelikte Yahudi faaliyetleri, oluşumları gerçekleşebilirdi. 1905 sonrasına kadar diğer etnik unsurlar gibi zararlı olarak niteleyebileceğimiz tek bir oluşuma vesile olmamış olan Yahudiler, binlerce şeklinde ifade edeceğimiz bir nüfus çoğunluğuna sahip olmadıkları için Osmanlı topraklarında, özellikle İstanbul’da, bağımsızlık kavramını da duyumsamamışlardır.