• Sonuç bulunamadı

Arthur Lumley Davids (1811-1832) (A Grammar of The Turkish Language 1832)

18. yüzyıl aydınlanma felsefesinin ulus-devletin düşünce dünyasını belirleyen bir zihniyet yeniliği hatta devrimi olduğunu söylemek doğaldır. Bu felsefenin tüm

1.2. YABANCILARIN TÜRKOLOJİ İLE İLGİLİ YAPTIĞI ÇALIŞMALAR

1.2.8. Arthur Lumley Davids (1811-1832) (A Grammar of The Turkish Language 1832)

hareketle o döneme ait Türk düşünce sisteminin ve gündelik hayatta insanların nelerin kaygısını duyduğunu gözlemlemek mümkündür. Atasözleri, bir milletin hayatı duyuş ve algılayış biçiminin saklandığı en önemli kaynaklardır ki Tanzimat’ın ilk aydınlarından Şinasi, Durub-ı Emsal-i Osmanî, adlı eserini, kendi döneminin kültürel birikimini, Avrupa görmüş biri olarak Osmanlı toplumunun duyuş düşünüş biçimini, o dönem itibarı ile derleyerek ölümsüzleştirmiştir.

Esere dönecek olursak, cümle yapılarından hareketle aktif cümle, pasif cümle örnekleri verilerek Türkçe öğrenmek isteyenlere kolaylık sunulmuştur. Türkçenin yapısını o dönemi dikkate alarak incelediğimizde, Arapça ve Farsçadan arındırılmış örnek kalıplarla çok daha basit bir yapıya sahip olduğunu görebiliriz.

Eser son bölümünde dört sayfalık bir fiil çekimlerine yer vermiştir. Arkasından Osmanlıca metin örneklerine yer verilerek bitirilmiştir.

Eser, günümüzde olduğu gibi, yabancı bir dil olarak Türkçenin öğretimine dair hazırlanmış ilk kaynak kitaplardan biri olarak Türk dilinin içinde bulunduğu yapısal durumu ve fiil zenginliğini, söz konusu yıllarda bilimsel bir şekilde saklamış ve bugün bize ulaştırarak morfolojik, analojik tahlillere öncülük edecek nitelikte muhafaza etmiştir. Şüphesiz Türkçeye dair bu kadar bilgi barındırması, onun Osmanlı aydınları tarafından mutklaka gözden geçirilmiş olacağına hükmetmemize yeterlidir. Çünkü Osmanlı, eğitim için reformlarını II. Mahmud’la çok daha sistemli bir sürece sokmuş ve devamı da kendisinden sonra gelen padişahlarla desteklenmiştir. Türkçenin bir eğitim dili olarak okullarda zorunluluğuna dair alınan kararların alınmaya başladığı anayasal düzenlemeler düşünülünce bu gibi kaynak kitapların okullarda okutulmak üzere gözden geçirildiği hükmüne varılabilir.

1.2.8. Arthur Lumley Davids (1811-1832) (A Grammar of The Turkish Language

dair yazmış olduğu A Grammer of the Turkish Language adlı eseridir. Eser incelendiğinde de görülecektir ki Davids, bu esere kendini adamıştır. Yeteneği sadece Türk diline karşı değil, aynı zamanda Arapça ve Farsçaya da zaman ayırarak kendini geliştirmeye çalışmıştır. Davids’in eserinden önce de Türk diline dair eserler ortaya konmuştur. Ancak Davids’in eserinden sonra Türk dilini konu edinen hemen hemen her eser Davids’in eserini referans ve kaynakça olarak göstermiştir.

Türk dilinin sistematik bir biçimde, yapısal bağını birçok başlık kullanarak tahlil etmiş ve öğretici mahiyette örneklere yer vermiştir.

Biyografisine bakacak olursak çok erken yaşlarda, Yahudiliğinin farkına varıp bu konuya dair, siyasi mahiyette düşüncelerini London Times gazetesinde savunmuştur.13 Bizi Yahudiliğinden ziyade ortaya koyduğu eser ilgilendirmetedir. Kendisinin Yahudi olmasına istinaden Türk diline katkıları dolayısı ile Türkçülüğü Türklere Yahudiler kazandırmış gibi bir hükme varılmaz. Kendisinden önce de Türklere ve Türk diline dair çalışmalar yapılmıştır. Kendisinden önceki yıllarda yapılmış çalışmaları ne kadar taramıştır bilemeyiz ama eserini kaleme aldığı yıllarda, Türk dilinin mevcut durumunu görmemiz açısından önemli bir kaynaktır.

Yukarıda da söylediğimiz üzere Avrupa kökenli Türkoloji eserlerinden birçoğunun Türk yazar ve düşünürleri üzerinde çok önemli etkileri olmuştur. Söz konusu eserlerden birisi olan de Arthur Lumley Davids’in yazdığı “A Grammer of the Turkish Language” (Türk Dili Grameri, Londra-1832) isimli eseridir. Türkçenin Avrupai tarzsa bir yapısal inceleme ile yayımlanan ilk sistematik boyutlu gramer kaynağıdır diyebiliriz.

Bu eserin gramer bölümleri, Fuat Paşa ve Cevdet Paşa’nın Kavaid-i Osmaniye adlı eserlerinin yazılmasına da ilham kaynağı olduğu rivayet edilmektedir. Bununla birlikte Ali Suavî’nin Paris’te çıkardığı Ulûm gazetesinin ilk sayısında yayınlanan “Türk” adlı makalesine Davids’in eserinin giriş kısmı öncülük etmiştir (Sarınay, 2004: 53).

13 http://www.jewishencyclopedia.com/articles/4987-davids-arthur-lumley

Arthur Lumley Davids’in “A Grammar of the Turkish Language” adlı eseri “Giriş, Türk Dili Grameri, Söz Varlığı, Diyaloglar ve Ekler” olmak üzere inceleme bir kaynak olarak dört bölüm halinde okuyucuya sunulmuştur.

Giriş bölümü, Türklerin kökeni ve tarihi ile ilgili belirli bilgiler içermektedir. Fakat bu bilgilerin doğruluğu bugün yapılan yeni çalışmalar ışığında tartışılır niteliktedir. Bu bölümde Türkolojinin araştırma sahasına giren çok fazla bilgi ve bunlara dair açıklamalar mevcuttur. Girişin son sayfalarında eserin yazılış amacının ifade ederek bu eserein diplomatlara, gezginlere ve tüccarlara dönük bir eser olduğunu söylemiştir. Bu düşünce ile kaleme alına eser, Türk dilini, söz konusu eserin kaleme alındığı yıllarda, öne çıkarmış ve Türk dilinin gramer yapısı ortaya konarak Batılı aydınlar için Türklere dair ve Türklere ait dilleri üzerine düşünme fırsatı yaratmıştır.

Türk Dili Grameri Bölümü’nde, Türk dili grameri hakkında yabancı bir bilim insanı bakış açısıyla bilgiler verilmiştir. Bu bilgilerin ve kullanılan alfabenin standartlığı tartışılsa da 19. yüzyılda Türk diline bakış açısı sağlaması yönüyle önemli olduğunu düşünüyoruz. Gramer bölümünde, özellikle örnekler verilirken başlığa ve dönemim kullanımına uygun kullanımlar verilmediği tespit edilse de yazıldığı dönem göz önüne alındığında Türkçülük için ilk bilimsel kaynaklar arasında hayli yankı yapmıştır.

Söz Varlığı Bölümü’nde, 19. yüzyıl İstanbul Türkçesinin söz varlığı ile ilgili ilgi çekici örnekler verilmiştir. Gün adları, organ adları, mevsimler, meslekler, hayvan adları, renkler, yeryüzü söz varlığı, fiiller, ülke adları gibi dönemin bakış açısını yansıtacak örnekler verilmiştir.

Kitabın dikkat çeken başlıklarından biri de Diyaloglar Bölümü’dür. Bu bölüm, Türkçe bilmeyen birinin Osmanlı topraklarında hayatını sürdürmesi için hazırlanmış görüntüsü vermektedir. Bu bölümde; ikili ilişkilerle, yeme içmeyle, yazmayla, alışverişle, giyimle, seyahatle, hava durumuyla ilgili günlük yaşamda sıkça kullanılacak, günlük yaşamı kolaylaştıracak diyaloglar bulunmaktadır.

Ekler Bölümü’nde ise Arthur Lumley Davids, Türk dilinin farklı alanlarından bazı seçme metinleri eserin sonuna eklemiştir.

Eser içerik itibarıyla Türk dilini, enine boyuna, uzun uzadıya ve çok fazla örneklerle anlatma çabasında olmasa da yazıldığı dönem için denilebilir ki Türk dilinin yapısal durumunu, kelime dağarcığını Osmanlı aydınına göstermesi ve kendi dilinin zenginliğini bu aydınlara farkettirmsi hasebiyle önemli bir kaynaktır.

Dil bir kimliğin en temel taşıdır. Yani milletler kimliğini ifade etme aşamasında ilk müracat ettikleri araç öz dilleri olmuştur. Davids de Türk dilinin yapısını incelerken Türklere de kimliklerinin farkına varması için bu eseriyle bir fırsat vermiştir. Daha sonraki Türk diline dair tartışmalarda ve Türk dilinin güncel sorgulamalarında müracat edilen bir eser olması nedeniyle de Türk dilinin safhalarını gözlemleyerek Millî bir edebiyatın gerekliliğine inanan kimselerin başvurduğu bir eser olmuştur. Bunu Bernard Lewis de eserinde dile getirmiştir: 1851’de yayımlanan ve Türkiye’de modern anlamda Türkler tarafından yazılmış olan ilk Türkçe grameri olan Fuat ve Cevdet Paşaların Kavaid-i Osmaniye’sine de kaynaklık ettiği rivayet edilmiştir (Lewis, 2007: 344).

Araştırmacı yazar Vecihi Hekimoğu da aynı kanaatle Davids’in eserinin Fuat ve Cevdet Paşaların eseri için kaynaklık ettiğini ileri sürmüştür (Hekimoğlu, 2009: 298).

1.2.9. James W. Redhouse (1811-1892) (Grammaire Raisonée de la Langue Ottomane, 1846)

1811 yılında Londra’da dünyaya gelmiş ve daha on beş yaşındayken İstanbul’u ziyaret etme fırsatı bulmuştur. Çok erken yaşta anne ve babasını kaybetmiş olan Redhouse, 1819’da Christ’s Hospital isimli yardımla birlikte eğitim hizmeti veren kuruma yerleştirilmiştir.

Christ’s Hospital’da denizcilikle birlikte haritacılık, teknik resim, trigonometri gibi birçok alan üzerine eğitim görmüştür. 1826’da disiplinsizlik nedeniyle okuldan çıkarılınca, Akdeniz’e açılan bir gemi ile İstanbul’a gelmiştir (Findley, 2007: 523).

İstanbul’da Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun isimli kurumda teknik ressam olarak çalışma olanağı bulmuştur. İstanbul’da bulunduğu ilk 8 yıllık süre zarfında Türkçenin yanı sıra Arapça, Farsça ve Fransızca öğrenmiştir. Tophane atölyelerinde ressamlık yaparken Türkçe öğrenmeye başlamıştır. Beş sene sonra Şarkî Türkçe lehçesini tetkik etmek için Rusya’yı ziyaret etme fırsatı bulmuştur. Ağır başlı haliyle dikkat çeken Redhouse, hedefine varmak için var gücüyle çalışmıştır. Yirmi üç yaşına girince,

Türkçe, İngilizce ve Fransızca bir lügat neşretmek maksadıyla Londra’ya dönmek zorunda kalır. Fakat bu esnada Paris’te Bianchi’nin Türkçe-Fransızca lügatinin yayımlanması, Redhouse’ın teşebbüsünü bir müddet için ertelemiştir. Söz konusu yıllarda Londra’ya, Türkiye sefiri olarak ve beraberinde bazı askerî ve bahriyeli zabitan getirerek Namık Paşa isminde birisi gelmiştir. Namık Paşa, Redhouse’un en kıymetli dostlarından biri olmuştur. Redhouse İstanbul’da iken, beraberce îbni Batuta’nın seyahatnamesini Türkçeye çevirmişlerdir. Vücuda getirdikleri eser, İngiliz Kralı tarafından Sultan Mahmud’a hediye edilmiştir. Londra’da tekrar görüştükleri vakit, Paşa’nın ısrarlarıyla Redhouse, Türkiye’den gelen genç zabitlerin tahsilleriyle meşgul olmuştur. Dört sene sonra İstanbul hasretine dayanamayarak Sadrazamın hususî tercümanlığını kabul etmiştir. Bir müddet sonra, hariciye nezaretinde aynı vazifeyi ifa etmeğe başlamıştır. Bu devri, gerek Redhouse gerek Türkiye için verimli bir dönem sayabiliriz. Çünkü burada kalem arkadaşları daha sonra sadrazam olacak Ahmed Vefik ve Fuad Efendiler olmuştur. Bu üç güzide gencin arkadaşlığı, hayatlarını aynı vadiye dökmüş, artık her üçü de Batı’yı Türkiye’ye; Türkiye’yi de Batı’ya tanıtmak amacıyla mücadele ederek hayatlarını tamamlamışlardır. İstanbul’dayken Redhouse, İngilizce’den Nelson’un hayatını ve “Seyrisefain Hülâsası”nı Türkçeye çevirmiştir. Bu ikinci kitap, bahriye mektebinin matbaasında basılmıştır (Findley, 1998: 211).

Redhouse’un 1846’da yayımlanan Türk diline dair eserine baktığımızda, ilk etapta birinci chapitre/bölüm başlığı atında incelediği alfabe ile ilgili 98 maddelik bir açıklama görüyoruz. Bu bölümde 31 harfin Fransızca karşılıklarına değinilerek harflerin başta, ortada, sonda okunuşlarına değinilerek bazı seslerin Fransızcada iki harfe karşılık geldiğine dikkat çekmiştir. Bu başlık altında harflerin tanıtımı yapılırken kullanılan örneklerde Farsça kökenli kelimeler ile Türkçe kelimeler arasındaki farka değinerek Türklerin Osmanlı çatısı altında, devletin millet bazında asıl unsurunu, Türkleri dikkate aldığı görülmektedir.

Eser dört ana bölüme ayrılarak ilk bölümde Türk diline ait seslerin Arap harfleri üzerinden karşılıkları uzun uzadıya anlatılmıştır. İkinci bölümde morfolojik tahliller yapılarak Türk dilindeki isim soylu sözcükler, filler, zamirler, sıfatlar örneklerle açıklanmış ve tablolara kullanılarak okuyucuların Fransızca ile kolay karşılaştırması sağlanmıştır (Redhouse, 1846: 70). Yine bu bölüm içerisinde fiillerden bahsedilerek

edilgen yapılar üzerinden Türk dilinin cümle yapısı incelenmiştir. Eserde kelimelerin tahlilleri yapılırken, sözcük türleri hakkında bilgi verilerek isim soylu kelimelerden bahsedilmiş ve Türk kültürü ile birlikte toplumsal algı hakkında da bilgi verilmiş.

Türklerde, aileden gelen bir isimlendirmenin olmadığı, yani soyadı kavramının olmadığını bunun alternatifi olarak “oğlu” kelimesinin kullanıldığını belirtmiştir (Redhouse, 1846: 335).

Üçüncü bölüm belki bu kitap için en önemli bölümdür. Çünkü kelimeler, sözcük türü olarak gruplara ayrılarak incelenmekle birlikte Türkçe kökenli kelimeler; Farsça kökenli kelimeler, Arapça kökenli kelimeler tespit edilmiş ve sonrasında cümle içerisindeki kullanımlarına dair geniş bilgiler verilmiştir. Kelimelerin bu şekilde gruplandırılması ve milliyetine göre incelenmesi sosyal hayatta bu kitabı okuyan insanları, milliyet düşüncesi etrafında düşünmeye götürdüğünü söyleyebiliriz. Martin Heidegger’in ifadesiyle “dil varlığın evidir” (Heidegger, 2010: 63). Varoluşunu duyumsamak isteyen insan öncelikli olarak dilinin farkına varır ki dil onun ait olduğu yeri gösterir. Bu bakımdan bu kitaplar her ne kadar bir gramer kitabı olarak yayımlanmış olsalar da kelimelerin tahlili üzerinden millet kavramları, hitap edilen kitleye benimsetilmiş ve herkesin ait olduğu yerler sorgulatılmıştır.

O dönemde Osmanlı devlet çatısı altında, birden çok millet var ama yönetime yakın olsun ya da olmasın; toplum içerisinde zengin bir zümre olsun ya da olmasın bunlara bakmaksızın doğrudan hâkim unsur Türklerin dili, merkeze alınarak Türk kimliğinin öne çıkarıldığını bu eserde görmek mümkündür.

Bu eseri dışında, Vade mecum of the Ottoman colloquial language (1855); Turkish vade mecum (1877); A simplified grammar of the Ottoman-Turkish (1884);Müntehabatı lügati Osmaniye (1838); A dictionary of Arabic and Persian words used in Turkish (1853); A Turkish and English lexicon shewing the English significations of the Turkish terms (1890); Kitabı maanii lehçe li James Redhouse el İngilizi (1890); The Mesnevi (1881); A Vindication of the Ottoman Sultans title of caliph (1877); On the history, system and varieties of Turkish poetry (1879) isimli eserleri mevcuttur (Karagöz, 2010: 249).

Eserlerin isimlerinden de anlaşılacağı üzere, Redhouse yaşadığı yıllar içerisinde Osmanlı kültür hayatını çok bilimsel bir şekilde desteklemiştir. Ortaya koyduğu çalışmalar kendisinden sonra gelen Osmanlı aydınları kendilerinde eksik olanı bu gibi çalışmlar üzerinden daha net görmüş ve Türk diline odaklı çalışmalarını yoğunlaştırmışlardır. Burada da hatırlatmak gerekirse yabancıların Türkçülüğe ve Millî Edebiyatçılara katkısı bilimsel bir boyutta başlamış ve zamana yayılarak dolaylı bir biçimde dönemin dilini ve edebiyatını etkilemiştir.

1.2.10. E. De Valmy (?) (Réformes de L’Empaire Ottomane, Leure İnfuluence, 1850)

Eser, tam olarak bugünkü anlamda bir milletvekili, bir diplomat olarak E. De Valmy tarafından kaleme alınmış bir eserdir. Gündelik bir üslupla yazılmış olması eseri yazarının bakış açısı üzerinden sübjektif bir konuma getirse de eserin içeriğindeki Osmanlı ve Osmanlı toplumunun yaşam biçimine dönük tespitleri, bizim o yıllardaki Osmanlı’yı ve diğer devletlerin politikalarını anlamamızı kolaylaştırmaktadır.

1850’ler Osmanlı devleti için çok inişli çıkışlı bir süreçtir. Kırım Savaşı ve arkasından ilk dış borçlanma, bu yıllarda gerçekleşmiştir. Toplumsal alanda gayrimüslimlere ve etnik unsur olarak yaşam biçimi farklı olanlara eşitlik namına verilen ayrıca hakların ilanına dair Islahat Fermanı bu yıllarda duyurulmuştur. Eğitim alanında yapılmak istenenleri denetlemek üzere Encümen-i Daniş gibi kurumlar bu yıllarda kurulmuştur.

İşte bu reform niteliğindeki yenilikler üzerinden E. De Valmy, Osmanlı’nın bir değişim süreci içinde olduğunu ve bu süreçte, örnek olarak Avrupa’yı seçtiğini bu eserinde dile getirmiştir. Osmanlı devlet olarak değişimin gereğini 1839’da hatta askerî alanda yapılmak istenen değişikliklere dair proğramların hazırlandığı III. Selim’in hüküm sürdüğü yıllarda 1789-1807 anlamış ama bu yenilikleri hangi alanda ve kademeli olarak hangi alanlara kaydırılacağı hususunda net bir karara varılamamış.

Buna bağlı olarak III. Selim’den sonra gelen padişahlar kendi dönemi için öncelik ne ise ona dair yenilik girişimlerinde bulunmuş bu da topyekün bir yenilikten ziyade toplumda

ikiliklere sebep olacak nitelikte etnik unsurlara kendi kimlikleri üzerinden bir farkındalık kazandırdığı gibi Türklere de devletin asli unsuru olduklarını hatırlatmıştır.

“Les Turcs, au contraire, se sont separes des Sarrasins [Haçlı seferleri sırasında Müslümanlara verilen ad, umumiyetle Arapları kasten kullanılmış]

lorsqu’ils ont mis le pied en Europe. Dés ce jour ils ont pris le nom d’Ottomans, par respect pour la mémoire du fondateur du leur empire et peut-etre aussi par instinct de leurs futures destinées. On conçoit que le monde chretien au moyen âge n’ait vu dans la prise de Constantinople par les Turcs qu’un sujet d’alarmes, mais il est permis à l’historien de notre temps d’y voir l’exécution d’un arret de la justice divine et l’extinction d’un foyer de corruption et de degradation qui répandait sur le monde chretien sa lumière pernicieuse…” (Valmy, 1850: 3).

[Aksine, Türkler Avrupa’ya ayak bastıklarından beri Araplardan farklıdırlar.

O günden itibaren, Osmanlılar adını, imparatorluklarının kurucusunun anısına saygı göstererek belki de gelecekteki kaderlerine içgüdüsel olarak sahip oldular. Orta Çağdaki Hristiyan dünyasının Türklerin Konstantinopolis’i almasıyla sadece alarm konusu olduğunu görmesi anlaşılır bir durumdur. Ancak zamanın tarihçisine göre bir ilahi adaletin Hıristiyan dünyasına zararlı ışığını yayan yolsuzluk ve bozulma merkezinin tükenmesi…]

Bu satırlarda Osmanlı’nın Araplardan farkı dile getirilerek Türk kimliği üzerinden Avrupalılarca saygıyı hak eden bir toplum oldukları dile getirilmiştir. Osmanlı’yı devlet olarak kuran Osman Bey’in kendisine olan saygı gereği de devletin isminin bu şekilde kaldığını ve Osmanlıların Avrupa’ya ayak bastığı günden beri Avrupalılarca bu şekilde anıldığı ifade ediliyor. Şu ifadeler dahi Türkçülüğün Avrupalıların nezdinde bilimsel boyutta sorgulanmaya başladığının birer göstergesi olmaya yeterlidir kanaatimizce.

Burada asıl dikkat edilmesi gereken husus “Türk” ün bir etnik kavram olarak İslamiyet çatısı altında millet olarak Araplardan (Sarrasins) ayrı tutulmasıdır. Bunun arkasında bir hayranlık da olabilir ama Türklerin Asya kökenli bir millet olduğu ve benimsedikleri dine rağmen kendine ve Asya’ya özgü değerler üzerinden kendilerine özgü yaşam biçimini de dikkate almadan geçmez.

“Les maîtres de Constantinople en appellent de cette sentence et pretendent occuper legitimement parmi les Etats de l’Occident la place qu’ils ne devaient plus depuis longtemps qu’à nos divisions et à nos rivalites. Pour obtenir ce droit de cité, que ni la guerre ni les allianccs n’avaient pu conquérir il fallait

relever l’empire Ottoman de s a décadence et l’initier aux grands principes de la civilisation européenne; il fallait, en d’autres termes, opérer une réforme tout à la fois politique, sociale et religicuse.” (Valmy, 1850: 13).

[Konstantinopolis’in yöneticileri bu cümleye itiraz ediyorlar ve artık Batılı devletlerin arasında bölücülerimize ve rekabetlerimize borçlu olmadıkları yerleri meşru bir şekilde işgal ediyordu. Ne savaşla ne de ittifakla kazanamayan söz konusu bu vatandaşlık hakkını elde etmek için Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü hızlandırmak ve onu Avrupa medeniyetinin büyük ilkelerine başlatmak gerekiyordu. Başka bir deyişle, aynı anda siyasi, sosyal ve dini bir reform yapılması gerekiyordu].

Bu satırlarda da yine Osmanlı’nın içinde bulunduğu kritik sürecin tahlili yapılarak Avrupalıların nezdinde nasıl bir yol izleyerek geri kalmışlıktan kurtulabilir, buna dair formüller üretilerek önerile sunuluyor. Tabii öneriler arasında hiç şüphsiz ilk önce Osmanlı’nın hem sosyal hem de dinî değerlerle ilgili reformlara gitmesi gerektiği öne çıkıyor. Şüphesiz bu Osmanlı’nın da farkında olduğu bir durumdur ama bu reform sürecini kademeli bir şekilde uzun vadede uygulayacak bir ekibe ihtiyacın olduğu da bir gerçektir.

“C’est cette reforme qui se poursuit en ce moment et sur laquelle nous croyons devoir appeler quelque attention, au double point de vue du progrès de la civilisation et du maintien de l’équilibre européen…” (Valmy, 1850: 7).

[Şu anda devam eden ve üzerinde uygarlığın ilerleyişi ve Avrupa dengesinin korunması açısından iki kez dikkat çekmemiz gerektiğini düşündüğümüz bu reform…].

Osmanlı’da yapılacak reformların netice itibarı ile Avrupa’ya da bir denge getireceği umulmaktadır. Netice itibarı ile Osmanlı, her şeyden önece Avrupa için hemen yanıbaşındaki bir pazardır. Ticari ürünlerini Asya’ya ve uzak Doğu’ya ulaştırma aşamasında bir köprü konumundadır.

“D’un autre côte, le désordre et la corruption avaient envahi toutes les fonctions administratives; la levée des impôts etait une exaction perpétuelle, aussi stérile pour le Tresor que désolante pour les populations; les reglements d’administration publique étaient abandonnés aux caprices des agents supérieurs et subalternes; les arrets de la justice, ou pour mieux dire de l’injustice, etaient au plus offrant et dernier enchérisseur; les dere-beys, espèce de seigneurs féodaux, cherchaient à se rendre independants dans les provinces confiées à leur admistration afin de les opprimer plus librement; les pachas se révoltaient ouvertement contre l’autorité imperiale…” (Valmy, 1850: 8-9).

[Öte yandan, düzensizlik ve yolsuzluk tüm idari işlevleri istila etmişti;

Vergilerin toplanması, Hazine’nin halk için üzücü olduğu kadar steril olmaması nedeniyle sürekli bir haksızlıktı; kamu yönetimi kuralları, üst ve alt idarecilerin kaprislerine bırakıldı; adalet veya daha doğru konuşabilmek için adaletsizlik kararları en yüksek teklifi verene veya en son teklifi verene aittir;

Bir tür feodal efendi olan dere beyler, kendilerini daha özgür bir şekilde baskı altına almak için idarelere emanet edilen illerde, kendilerini bağımsız kılmaya çalıştılar; Paşalar, emperyal otoriteye karşı açıkça isyan etti..].

Ülkenin reformlara olan ihtiyaçlarına gerekçe olarak yukarıda bir dizi olumsuzluklar sıralanmaktadır. Bunlar her geçen gün Osmanlı’nın kendine uzun vadede bir programa ihtiyacının olduğunun göstergesi olduğu gibi Avrupalıların nezdinde Osmanlı’nın konumunu da ortaya koymaktadır. Avrupalılar Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün korunmasını, geçici olarak istiyor ve bunu kendi içinde yapacağı reformlarla destekliyor çünkü Osmanlı’nın yıkılması neticesindeki toprak dağılımında kimin hangi sahayı sahipleneceği hususunda bir fikir birliği henüz oluşmamıştır. Avrupalı devletler henüz kendi arasındaki sorunları halledememiştir. Buna bağlı olarak reform konusunda desteklediği gibi Kırım Savaşı’nda borç bile vermiştir. Çünkü Avrupa karşısında güçlü bir Rusya itememektedir. Siyasi arenada büyük devletler bu şekilde çıkarlarını korumaya çalışırken Osmanlı da kendi içinde reformlarla devlet bekasını sağlmaya çalışmıştır. Ama bunu yukarıda Valmy’nin tespitleri doğrultusunda bir çürümüş yapıya rağmen yapması biraz güç olacaktır.