• Sonuç bulunamadı

MİLLİYETÇİLİĞİN ŞEKİLLENMESİ, TÜRKLÜKLE İLGİLİ İLK ÇALIŞMALAR VE GAZETELER

Milliyetçilik öncelikli olarak belirli kavramlar etrafında birleşmiş bir topluluğun belirli bir kara parçası üzerinde, belirli değerler doğrultusunda, kimliğini ifade etme girişimidir. Bireyin kendini bir yere, bir cemaate ait hissetmesi ve köklerini bu cemaatin tarihsel geçmişinde bulması onu hem huzurlu hem de modern yapması hasebiyle tarihin belirli bir yüzyılı itibarıyla dünyanın birçok yerinde milliyetçilik, kaçınılmaz bir oluşum evresi şeklinde, kendini imparatorluklar bünyesinde göstermiştir.

Oluşum evresidir dedik, çünkü milliyetçilik aynı zamanda bir topluluğun varoluş için girmiş olduğu edimsel bir boyuttur. İnsanoğlu en ilkel zamanlardan günümüze sürekli değişim ve dönüşüm hâlinde olan bir canlıdır. İşte insanoğlunun tarihî süreç içerisinde geçirmesi gereken ve geçiren bir boyutu da milliyetçilik olmuştur. Bu boyut olarak geçirilen süreç, coğrafi olarak dünyanın her bölgesinde farklı bir aşamada ilerlemiş olsa da etkisi ve varlığı bugün dahi devam etmektedir.

Yukarıda değindiğimiz üzere Türkçülük de millet olarak Türklüğün belirli olgu ve değerler etrafında öne çıkarılma çabası neticesinde, yıkılmak ve yok olmak üzere olan bir devletin temellerini yeniden inşa eden fikir hareketi olmuştur. Diğer milletlerin milliyetçilik için girmiş oldukları sürece nispetle, Türklerin milliyetçilik için Türkçülüğü fikrî olarak siyasi bir söyleme dönüştürme süreci, çok daha uzun bir zaman dilimini kapsamaktadır. Bunun arkasında yatan en temel gerekçe, Osmanlı İmparatorluğu’nun bünyesinde birçok etnik unsur olması ve bu unsurlardan Türklerin, Türk dilinin ve Türk kültürünün devletin işlerliği noktasında denetim mekanizmalarınca öne çıkarılmamasıdır.

Türkler, Türk kültür ve medeniyeti, ne zaman ki Osmanlı bir İmparatorluk olarak Batı medeniyeti karşısında siyasi prestij ve toprak kaybetmeye başlamışsa işte o tarihlerden itibaren öncelikli olarak Avrupalı seyyah ve aydınlarca çok daha kapsamlı bir şekilde mercek altına alınarak bilimsel anlamda incelenmeye başlanmış ve Türk kültür ve

medeniyetine ait eserlerin keşfedilmesiyle de Türkoloji kapsamında eserler, yayınlar yapılmaya başlanmıştır. Tabii bu yayınlar aslında XIX. yüzyılda aydınlanma döneminin bir uzantısı olarak Avrupa’da başlayan dil odaklı çalışmaların Osmanlı coğrafyasına uzanmış halidir de denilebilir. Çünkü XIX. yüzyıl Avrupa’da birçok gramerci ve leksikograf, filolog kimliğinde dil bilim uzmanı, yöresel ağızların tasnifinden tutun da dillerin bölgesel dağılımına ve kökenine dair araştırma konusunda popüler boyutta bir çalışma alanı yaratmışlardır. Osmanlı’nın her geçen gün gerileme sürecini daha da derinleştirmesi Avrupalı aydın ve filologlar için bir fırsat coğrafyasına dönüşmüştür diyebiliriz.

Köken olarak Asya’ya dayandırılan Türkler, İstanbul’un fethinden sonra Avrupa toplumu için barbar olarak korku imparatorluğu gibi bir imaja sahip olmuşlardır. Daha sonraki yüzyıllarda bu korku zamanla yerini ticari anlamda Osmanlı coğrafyasını bir Pazar olarak algılamaya bıraktığı gibi bilimsel anlamda kökleri ve dilleri derinlemesine araştırılması gereken bir millet algısına bırakmıştır.

Bu bakış açılarının zamanla evrilmesine bağlı olarak Türkler, Türk kültür ve medeniyeti, dünyada gelişen toplumsal ve siyasi olaylarla birlikte, Avrupalıların bilimsel çalışmaları arasında bir kitap olarak yer aldığı gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal düzlemde izlediği politikalar doğrultusunda, çeşitli gazete ve dergilerde de kendisine yer bulmuştur.

1.1. 19. YÜZYILDA MİLLİYETÇİLİK ve MİLLET ALGISINI

ŞEKİLLENDİREN OLAY ve OLGULAR

1.1.1. 19. Yüzyılın Başlarında Milliyetçiliğe Dair Siyasi Olaylar ve Sosyal Yaşantı

1789 Fransız İhtilali ile tüm dünyada ulusların kendi coğrafyasına, diline, dinine kültürüne baktığını ve dünya üzerinde kendilerini ifade edecek bir kimliğe ihtiyaç duyduklarını görürüz. Söz konusu ihtilal tarihi sonrasında, toplumu oluşturan en küçük yapı taşı olarak bireyin sosyal bir canlı olduğu düşünülünce, birey olarak varlığını ortaya koyma aşamasında kendine özgü birtakım değerlere ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç

geniş bir kitle tarafından hissedilerek ortak dil gibi din ve kültür gibi değerler ile giderilerek kendini gerçekleştirme aşamasında, milliyetçilik bir araç olarak doğar.

Bunun belli devletlere özgülüğü yoktur. Milliyetçilik, her devlet çatısı altında söz konusu millet sıfatını kazanan toplulukların er ya da geç geçireceği bir sürecin sonucudur.

İngiltere ile ABD’de gerçekleşen demokrasi ve insan haklarına dair gelişmeler ile Fransız halkını yaşam standartları açısından etkilemiştir. Fransa’da halkın birçok sınıfa ayrılmış olması, gelişmeler doğrultusunda çatışmaları da başlatmış hatta artırmıştır.

Kralın halka yönetim için baskı yapması, kendisinin lüks içinde yaşaması, halkın ise aşırı derecede yoksullukla mücadele içinde olması, insanları bir noktadan sonra isyana götürmüştür. Toplumsal adaletsizlikler her zaman sosyal tepkilerle karşılık bulmuştur.

Bunlara bağlı olarak Aydınlanma Çağ’ında kendini yetiştirme fırsatı bulan Fransız aydınları insan hakları, eşitlik, adalet, demokrasi, hürriyet gibi konuları ele alarak birçok eser ortaya çıkarmışlar. Söz konusu bu eserlerin halka ulaşması ile halkın hayata bakış açısı değişmiş hak kavramı alınması aşamasında şiddet kendini göstermiştir. Fransa’nın 17. yüzyılda girmiş olduğu savaşlar ve yersiz harcamaların yanı sıra, toplum içinde bireylerin kendi adaletini yaratma çabası, ekonomisini ciddi anlamda bozmuştur.

Kralın halktan daha fazla vergi almak istemesi ile birlikte bütün bu gelişmeler halkın hafızasında birikmiş ve daha birçok diğer nedenlere bağlı olarak 1789’da Paris’te halk ayaklanması başlamıştır. Ayaklanmaların sonucunda Fransa’da krallık sona ermiş meşruti yönetim yürürlüğe girmiştir.

Fransız İhtilali, tüm dünyada devletleri, özellikle İmparatorluk olarak hüküm süren devletleri ve toplumları siyasi olduğu gibi sosyal yönden de etkileyen önemli sonuçlara sebep olmuştur.

Bu sonuçlara baktığımızda:

Eşitlik gibi hürriyet ve adalet kavramları toplumsal sahada yeniden sorgulanmış ve anayasal bir düzlemde anlam kazanmaya başlamıştır. Milliyetçilik bir fikir olarak dünyaya yayılmış ve buna bağlı olarak devletlerin siyasi, hukuki, toplumsal yapısında

ve yargı değerlerinde çok ciddi değişiklikler olmuştur. Krallıklar, yerini demokrasiye bırakmak zorunda kalmış ve halkın kendini ifade etme hakkı doğmuştur. İnsan Hakları Beyannamesi tüm dünyaya yayılmış ve Milliyetçilik bir akım olarak çok uluslu devletleri çöküş sürecine sokmuştur.

Avrupa’da büyük ayaklanmaları savaşlar takip etmiştir. Osmanlı Devleti, bünyesindeki etnik unsurların çokluğuna bağlı olarak milliyetçilik akımından çok fazla etkilenen devletlerden birisi olmuştur. Azınlık konumundaki topluluklar, bağımsız devletler kurmak için önce kendi iç dinamiklerini düzenlediler daha sonra isyan ettiler.

Fransız İhtilali’nin Osmanlı Devleti’ne olumlu katkılarının olduğunu da inkâr etmemek gerekir. Özellikle insan haklarına, demokrasiye, eşitliğe, adalete ve hürriyete dair yenilikler Osmanlı toplumunu, belli bir dönem de olsa toplumsal alanda anlayışlı bir yapıya götürmüş etkilemiştir. Tanzimat ve Islahat Fermanı ile I. Meşrutiyet bu etkilenmenin en önemli sonuçlarından biridir.

19. yüzyılın başından itibaren Fransız Devrimi’nin dünya çapındaki etkisinin sonucu olarak Balkanlar radikal bir dönüşüm sürecine girmiştir. Orta ve Doğu Avrupa ve hatta çok uzakta İspanyol Amerika’sındaki ulusal hareketler gibi, bu süreç dış etkenlerle filizlendi. Leften Stavros Stavrianos’un sözleriyle “Teokrasi Çağı, yerini Milliyetçilik Çağına -seküler düşüncelerin, önderlerin ve hedeflerin çağına- bırakıyordu (Stavrianos, 2017: 3).

Fransız İhtilali ile birlikte Osmanlı Devleti’nin bu etnik zenginliğini fırsata çevirip kendi topraklarını genişletmeyi düşünen büyük devletler, Hristiyanlık üzerinden ulaşabildikleri toplumları (Sırp, Yunan, Bulgar…) isyana teşvik etmiş ve bu isyanları dolaylı yollardan desteklemişlerdir. Feroz Ahmad’ın da ifade ettiği üzere, Fransız Devrimi’nden önce, Müslim ve gayrimüslimlerin uyum içinde yaşadığı düşünülüyordu, öyleyse neden ayaklanmışlardı? Hristiyanlar ve Yahudiler millet (dinî cemaatler) olarak örgütlenmişlerdi ve kendi dinsel kimliklerini korumalarına izin verilmişti, kendi dinî önderlerinin yönetiminde geniş bir kültürel ve toplumsal özerklikten yararlanıyorlardı. Bu sistem, gayrimüslim cemaatlerin küçük ortak olarak tanımlanabileceği bir çeşit “ortaklaşa egemenlik” olarak bile adlandırılabilirdi. Ancak Aydınlanma ve sonradan milliyetçilik çağı, yüzyıllar boyu istikrar sağlamış dinî cemaatler sisteminin altını oymaya başlamıştı. Dinî

cemaatler yavaş yavaş kabuk değiştirdikçe, imparatorluk sistemini ezici bulmaya başladılar.

Çoğu zaman ulusal olarak tanımlanan yeni kimlikler edindiler ve reform, özerklik, hatta bağımsızlık için mücadeleye giriştiler (Ahmad, 2017: 4). Mücadeleleri her ne kadar uzun yıllar alsa da birçok millet, kimliğini “biz” kavramı üzerinden duyumsamaya başlamasından itibaren milliyetçilik düşüncesiyle hareket etmiştir.

Anlaşıldığı üzere, Osmanlı Devleti’nde “Milliyetçilik” öncelikli olarak yabancı propagandasına bağlı olarak ve siyasi amaçlar doğrultusunda devletin Hristiyan tebaası (gayrimüslim) arasında, farklı etnik unsurların merkeze karşı isyan noktasına varıncaya kadar yayılmaya başlamış ve bazıları da çok daha erken dönemde bu isyanlarını bağımsızlıklarına taşımışlardır.

Milliyetçilik için ilk kıpırdanmaların Osmanlı İmparatorluğu’nda ayaklanma niteliğinde ciddi bir tehdit olarak Sırplar’da olduğunu görüyoruz. Özellikle 16. yüzyıl sonrasında Osmanlı’nın Balkanlar’da mücadele için girmiş olduğu savaşlarla birlikte söz konusu coğrafyadaki milletlerin bu savaşlara karşı geliştirmiş olduğu bezginliğin Avusturya ve Rusya tarafından desteklenmesi Sırpların Osmanlı’ya karşı isyanını temellendirmiştir.

Osmanlılar Sırbistan Krallığı’nı 14. yüzyıl sonunda Çirmen (Marica, 1371) ve Kosova (1389) savaşlarında ele geçirmişti. İşgal 19. yüzyıla kadar sürdü. Sırbistan’daki Osmanlı yönetiminin çözülmesiyle ortaya çıkan yerel etkenlerden dolayı, Kara Yorgi Petroviç 1804’ten 1813’e kadar süren bir ayaklanmaya önderlik etti (Ahmad, 2017: 5). Dokuz yıllık süre içinde tam bağımsızlık için olmasa da Osmanlı çatısı altında gerek yaşam biçimlerini değiştirme gerekse belirli bir ideal uğruna mücadele etme amacıyla daha organize bir şekilde hareket etmeye başlamışlardır.

Sırplar kendi başlarına Osmanlı imparatorluk yönetiminden kurtulacak güce sahip değildi. Dolayısıyla büyük güçlerden birinden yardım istediler: Temmuz 1807’de Kara Yorgi bir bağımsızlık savaşı başlatmayı umut ederek Osmanlılara karşı Rusya ile bir anlaşma imzaladı. Ancak Çar I. Aleksander, 1807’de Napoleon Bonaparte ile Tilsit Antlaşması’nı ve 24 Ağustos 1807’de III. Selim ile bir mütareke imzalayarak Kara Yorgi’yi ortada bıraktı. Ancak Sırbistan 1815’te özerk bir prenslik haline geldi, sonra da 1882’den 1903’e kadar Obrenoviç hanedanlığınca yönetilen bir krallığa dönüştü (Ahmad,

2017: 5). Sırpların bu gelişim çizgisi diğer etnik unsurları, milletleri yıllar boyu bu yönde bir bağımsızlık mücadelesine itmiştir ki Sırplar’dan hemen sonra Yunanlılar yakın tarihte bağımsızlıklarını kazanarak bunun diğer bir örneği oluşturmuştur.

Öncelikli olarak Fransız İhtilalinin ortaya çıkmasında etkili olan temel sebeplere baktığımızda, halkın mutlakiyetçi yönetimler karşısındaki ezginliği ve bezginliği ile birlikte demokrasiye dair özlemini dile getiren ve Avrupa’da aydınlanma sürecinin öncüsü olan jean jacques Rousseau, Montesquieu ve Voltaire’in düşüncelerini görmek mümkündür.

Hangi devlet çatısı altında olursa olsun, insanoğlu sürekli bir gelişim ve dönüşüm hâlinde olduğu için belli bir yüzyıl dinin toplumdaki egemenliğine bağlı olarak gelişmiş yaşam biçimi, bir müddet sonra toplumda her şeye cevap verecek nitelikte varlığını sürdürme olanağı bulamamıştır. Milliyetçilik böyle bir doygunluğun olduğu yüzyılda filozof niteliğindeki yukarıda ismine değindiğimiz kimselerin temelinde akıl olan sorgulamalarla, birçok şeyi neden-sonuç ilişkisi içinde ifade etme çabasıyla içinde yaşadıkları toplumu yeni bir yaşam biçimine, aydınlanma dönemi olarak nitelenen yüzyıla hazırlayarak insanların toplumsal adalet namına harekete geçmelerine sebep olmuşlardır.

Özellikle 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Rusya’nın Mora halkını isyana teşvik etmesi; 1787-1792’de Rusya ile Avusturya’nın “Grek Projesi” ile Bizans’ı diriltme çabaları ve Osmanlı yönetimine karşı 1821’de başlayan Yunan ayaklanması da, bütün Balkanlar’ı etkileyen Fransız devrimci düşüncelerinin etkisiyle doğmuştur.

Fransızlar da savaşa giriştikleri sırada Osmanlı otoritesini zedeleyecek bir propaganda çalışması yaptılar. 1797’de Napoleon İyonya Adaları’ndaki kendi generallerine (General Gentili) “Yerlileri pohpohlayın, konuşmalarınızda sık sık Yunanistan’ın Atina ve İsparta dönemine atıfta bulunun…” talimatını vererek Yunanlıların kendi geçmişleriyle ilişkilerini yeniden canlandırmayı hedeflemişlerdir (Stavrianos, 2017: 5).

Bu nitelikte söylemlerle yaratılan idealler, ülküler Osmanlı devlet çatsı altında, yabancı propagandasının en bariz göstergesidir.

Buna bağlı olarak diyebiliriz ki ayaklanmanın başarıyla sonuçlanması bir kader değildir.

Osmanlılar Mısır’daki valileri Mehmed Ali’nin kurduğu modern ordunun yardımıyla

Yunanlıları derdest etmenin tam eşiğine gelmiş ancak Fransız propagandası, İngiliz-Rus müdahalesi, Osmanlı zaferini engellemiş ve Yunanlılar, 1829’da bağımsızlıklarına kavuşturulmuştur.

İşte buna benzer birçok sebep, Fransız İhtilali’nin Osmanlı toprakları üzerinde yayılımını ve milliyetçilik hareketlerinin hızlanmasını kolaylaştırmıştır. Osmanlı bünyesindeki her millet, önce dilinin resmiyetini kabul ettirmenin mücadelesini vermiş, sonra tarihî geçmişini derleyerek millî bir bilinç oluşturmaya çalışmış, ardından dine dayalı ahlaki yaşam değerlerini somut hâlde ifade etmeye başlamış ve ekonomik bağımsızlıklarını da kazanarak bağımsız olmuşlar.

Bu olayların gelişmeye başladığı yıllarda, Osmanlıların sosyal, iktisadî ve siyasi hayatlarında çok büyük değişiklikler ortaya çıkmıştır. “Hasta adam” olarak da bilinen devlet, artık eski prestijini koruyaz bir konuma gelmiştir. İmparatorluk birçok alanda buhranlı bir süreç yaşarken gözle görülür derecede kaybedilen topraklara rağmen ayakta kalmasının sebebi, yine büyük devletlerin Avrupa’da uluslararası bürokratik ilişkiler aşamasında ve siyasi-ekonomik çıkarlar açısından Osmanlı’yı kontrollü bir yıkım sürecinde denetim altında tutması ile alakalıdır. Yani Avrupalı büyük devletler, iktisadî ve mali çıkarlarına dokunmayan bir Osmanlı’nın ayakta kalmasına göz yummuş, hatta zaman zaman toplumsal alanda yapılacak iyileştirmelerde de Osmanlı’yı desteklemiştir.

Bununla birlikte 1838 Balta Limanı Ticaret Antlaşması’ndan bir yıl sonra toplumsal hayattaki düzenlemelere dair duyurulan Tanzimat, taşıdığı ekonomik değerler açısından 1838’de yapılan antlaşmanın sosyal hayattaki bir başka boyutudur.

Mal güvencesine dair alınan kararlar, iktisadî rasyonalizmle alakalı olup her yönüyle Batı iktisat zihniyetinin Osmanlılara kazandırdığı bir sistem olmuştur. Uygulama noktalarında özel mülkiyetçi yaklaşımlar giderek büyümüş ama toplumun, özel teşebbüsle kurduğu iletişim bağları zayıf bir boyutta kalmıştır.

Üretim için iktisadî karar mercileri de kâr amacına dönük bir politika izleyememişlerdir.

Sosyal hayatta, az da olsa girişimci olacak nitelikte bir orta sınıf mevcut olmadığı gibi devlet tarafından desteklenerek oluşturulmuş bir sınıf da meydana gelmemiştir. Yine

Osmanlı’da ileri düzeyde bir sanayi de olmadığı için sanayi etrafında oluşmuş geniş bir kitle de mevcut değildir. Dolayısıyla Tanzimat’ın ekonomik alanda yapmaya çalıştığı birçok amacını pratiğe dönüştürme fırsatı bulamamıştır.

Bununla birlikte o dönemde Avrupa tüccarları genellikle Osmanlı ekonomisine bir vesile ile de olsa müdahale etmişlerdir. Dahası Yunanistan gibi Sırbistan gibi Eflak ve Boğdan gibi eyaletlerde meydana gelen karışıklıklar merkezi otoritece kontrol altına alınamayınca söz konusu eyaletlerin pazarlarına etki etme konusunda ve onları yönlendirme hususunda endişelenmişlerdir. Bu noktadan sonra da gayrimüslim halkı kışkırtarak onların Osmanlı’dan ayrılmasını desteklemişlerdir. Avrupalıların böyle bir politik siyaseti karşısında, Osmanlı bürokrasisi söz konusu eyaletlerdeki pazarları açık tutmaya çalışarak doğrudan yıkılmaya dönük bir devlet konumunda, odak noktası olmaktan kaçınmaya çalışmıştır.

Osmanlı devletinin hızlı ve tamamen yıkılması, Batılı devletlerin iktisadî çıkarlarına aykırı gelmektedir. Buna istinaden Avrupa’nın büyük devletleri, Osmanlı merkez teşkilatını zaman zaman takviye etmiş ama bir güç olarak da karşısında görmek istememiştir. İmparatorluğun mevcut pazarlarına merkezi bir konumdan kazanılan imtiyaz ve ayrıcalıklarla hâkim olmak Batılıların işine gelmiştir. Osmanlı da savaş sahnesinden uzak durması bakımdan kendine düşen güçlenme sürecini değerlendirerek merkez idaresi üzerinden yeniden yapılanma fırsatı bulmuştur.

Özellikle III. Selim tahta çıktıktan (1789) sonra bir dizi yeniliğe olan ihtiyaç su yüzüne çıkmıştır. Islahatlarıyla öne çıkmış biri olan III. Selim zamanında, devlet ekonomisi her geçen gün kötüye gittiği için hazine için yeni gelir kaynakları bulmak zorunda kalınmıştır.

Çünkü uzun süren savaşların ardından gelen yenilgilerle birlikte içerideki isyanlar (bastırılması dahi bir savaş maliyeti olan), ciddi bir bütçe açığı ortaya çıkarmıştır.

Yukarda da belirttiğimiz üzere III. Selim, Avrupa Fransız İhtilali’nin (1789) yankılarıyla meşgul olurken Osmanlı’nın en başta ihtiyaç duyduğu yenilik mahiyetindeki ıslahatları, yürürlüğe koymanın telaşına kapılmıştır. Bu yenilikleri de Batı tarzında bir forma uygun halde gerçekleştirmeye çalışarak devletin çağdaş bir görünüm kazanmasına katkı sağlamak istemiştir. Bu çağdaşlaşma çabası özellikle Batı

odağında olduğu için Tanzimat’ın ön hazırlıklarıdır da denilebilir. III. Selim’in siyaset ve diplomasi alanındaki yenilikleri, Osmanlı Devleti’ne Batı’nın etkisini kolaylaştırmıştır (Karal, 1988: 73).

Selim önce orduyu ıslah etmek istemiş ve Yeniçeri Ocağı’na dokunmadan Nizâmı-ı Cedid ordusunu kurmuştur (Okumuş, 2005: 20-24). Yeniçerilerin karşısına bir güç yaratmadan onların sosyal ve askerî sahadaki hâkimiyetini ortadan kaldıralamayacağını anlamıştır.

Yeni düzen anlamındaki Nizam-ı Cedid, dar ve geniş anlamda düşünüldüğünde iki durum için kullanılmıştır. Birincisi (dar anlamda) III. Selim devrinde Avrupa usulüyle yetiştirilmek istenen talimli askeri, ikincisi (geniş anlamda) ise III. Selim’in Yeniçerileri kaldırmak, ulemanın nüfuzunu kırmak, Osmanlı Devleti’ni Avrupa’nın ilim, sanat, ziraat ve ticaret yönünden ilerlemelerine ortak yapmak için teşebbüs ettiği yenilik hareketlerinin bütününü ifade eder (Karal, 1988: 61). Hâkim güç olarak öncelikli olarak Yeniçerilerin nüfuzunun ortadan kalkması gerekmektedir.

Söz konusu yıllarda, devletin gerçek ordusunu temsil eden ve savaşçı kuvvet olarak da bilinen yeniçerilerdir. Yeniçeriler oluşturulma aşamasında çok sıkı bir denetimden geçiyor ve ocağa öyle kabul ediliyorlardı. Öyle ki ocağa girmek ve çalışmak, çok sıkı şartlara bağlanmış ve köylü çocukları ile birlikte savaş esirlerinden oluşturulan bir ordu olarak bilinmektedir. Yeniçeri Ocağı’nın bozulma gerekçesi olarak köylü çocuklarından vazgeçilmesi ve esnaflık yapan kimselerin orduya kabul edilmesi gösterilmektedir. Hal böyle olunca bir kurum olarak Yeniçeri Ocağı, zamanla işsiz ve yeteneksiz kimselerle dolmuş, yapılması gereken eğitim ve talimler ciddiye alınmamıştır.

Bu şartlar, III. Selim için askeri anlamda bir ıslahat düşüncesini haklı göstermiştir.

Nitekim 1794’te modern bir şekilde talim edilmeleri ve hazırlanmaları kaidesiyle Nizam-ı Cedit ismiyle yeni ordu kurulmuştur. Bu ordunun kullanacağı araç gereçler yurt dışından getirtilmiştir. Nizam-ı Cedit’e yazılan askerlerin yeni disiplinler karşısında kaçmaması için maaşlarında artış düşünüldüğü gibi yaşam standartları da iyileştirilmeye çalışılmıştır.

Nizam-ı Cedit’in giderlerini karşılamak üzere İrad-ı Cedit ismiyle bir de yeni bir hazine hazırlanmıştır. Nizam-ı Cedit için hazırlanan ıslahat layihalarında, iktisadî anlamda

tedbir olarak sadece sikkenin ıslahı programa alınmıştır. Bu durum aslında devlet adamları içerisinde iktisadî problemleri kavrayan ve onlara yerinde çözüm üreten kimselerin de olmadığını gösteren bir örnektir.

Buradan hareketle Padişah, kendi tedbirini alarak devlet ricalinin samur gibi kakım, vaşak kürk giymesini, kadınların İngiliz çulhasından yapılan elbiseler giymesini yasakladığı gibi sarayın altın envanterini çataldan bıçağa varıncaya kadar hesaplatarak iktisadî anlamda bir tasarruf yoluna gitmeye çalışmıştır.

Arkasından merkezileşmeyi desteklemek için batılılaşma yolu açılarak çeşitli programlara hız verilmiştir. Bu tür gelişmeler daha sonra 3 Kasım 1808’de Sened-i İttifak sözleşmesi için gerekçe olmuştur. Sözleşmeye göre ileri gelen ayanlar tarafından, yeniçerilerin askerlik dışındaki kazanç kapılarının kapatılması, askerlik yapanlara ulufe önerisi ve vergilerin sadece hükümet için toplanması bir teklif olarak sunulmuştur.

Sözleşmedeki birçok düzenleme maddesi uygulama aşamasında çeşitli engellerle karşılaşmış ve en nihayetinde Sened-i İttifak, Osmanlı toplumunda öne çıkan güçlü ayanların ortadan kaldırılmasının ardından hükümsüz bir belgeye dönüşmüş ve zamanla rafa kaldırılarak bir daha dile getirilme gereği duyulmamıştır. Ancak Osmanlı İmparatorluğu tarihinde ilk olarak Padişahın mutlak otoritesini kısıtlama girişimi niteliğinde bir belge olması hasebiyle siyasi tarih için önemli bir belge niteliğini haizdir.

Bütün bunlara bağlı olarak III. Selim’in ıslahatları, Yeniçeri Ocağı’nı ciddi olarak rahatsız etmiştir. Bu rahatsızlık onların talimleri tamamen bırakmasına ve isyan etmelerine kadar uzanmıştır. 1807’de yeniçerilerden biri olan Kabakçı Mustafa Paşa, çok büyük bir isyana öncülük etmiştir.

Yeniçeriler bu isyan sırasında hükümetten bazı taleplerde bulundular. Onlardan biri olarak müslim ya da gayrimüslim kimsenin canına, ırzına ve malına dokunulmayacak.

Bu başlıca talebin arakasından sıralanan daha birçok talebin en önemlisi de Nizam-ı Cedit’in kaldırılmasıdır. Bu istek üzerine Padişah, isyanı bastırmak ve olayları sakinleştirmek için Nizam-ı Cedit’i kaldırdığını ilan etmek zorunda kalmıştır.

Aynı dönemde Kabakçı İsyanı’nından başka Sırplar ve Rumlar da ayrılıkçı faaliyetleri kapsamında isyan çıkarmışlardır. 1804 yılına gidildiğinde görülecektir ki Sırpları isyana teşvik eden etmenler arasında Rusya’nın rolü görmezden gelinemez. Rusya’nın yanı sıra Avusturya ve Fransa’nın dünya çapında yayılmaya başlayan ulusçuluk hareketleri doğrultusunda Sırpları başkaldırmaya yönlendirmişler ve en nihayetinde 1812 Bükreş Antlaşması ile de kendi kendilerini idare etmek hakkı verilmiştir. Verilecek vergilerde Osmanlı ile ortak bir şekilde verilmesine karar kılınmış ancak Sırplar buna uymadıkları gibi 1829 Edirne Antlaşması’na kadar belirli aralıklarla isyana devam ederek Osmanlı’yı yıpratma politikası izlemişlerdir. Edirne Antlaşması’nda da Sırpların iç işlerinde bağımsız hareket edebileceği, dış siyasette de Osmanlı’ya bağlı olacağı kararlaştırılmıştır. Bunun dışında Sırplar, Osmanlı’ya bir miktar vergi vermeye hükmedilmiş ancak 1830 yılından sonra Sırp topraklarında kalan Osmanlı askerlerini göndermek için ve vergi vermemek için direniş politikası doğrultusunda mücadeleye girişmişler ve 1878 yılında Berlin Antlaşması ile tam bağımsızlığını almışlardır.

Sırp isyanından sonra Yunanlıların 1829’da bağımsızlığını kazanması, devlet çatısı altındaki milletleri, inanç özgürlükleri doğrultusunda bir arada tutmak için birtakım yeni düşünce politikaları uygulamaya götürmüştür.

Sırplar ve Yunanlıların dışında Rumlar da isyana katılmışlardır. Rumalar, Osmanlı için farklı bir konumdadır. Çünkü nüfus olarak Rumlar, ülkenin birçok yerinde dağınık bir yerleşime sahip olmakla birlikte meşguliyetlerinin Osmanalı ekononomisine çok büyük katkıları vardır. İcra ettikleri meslekler arasında Karadeniz’deki ticari faaliyetleri dışında sanat ve zanaat için de Osmanlı’ya çok katkısı olan bir kitledir.

Bununla birlikte 1814’te Rusya’da kurulan Filiki Eterya Cemiyeti ve Ortodoks Kilisesi’nin desteği ile 1821’de Mora’da Rum isyanları başlamıştır. Bu isyan, 1829 Edirne Antlaşması ile Yunanistan’ı bağımsızlığa götürmüştür.

Edirne Antlaşması sonrasında, Mısır Sorunu olarak Mısır valisi Mehmet Ali Paşa, isyan ederek Suriye’de hak talep etmiş. Oğlu İbrahim Paşa da Adana bölgesinin vergilerini alma konusunda yetki talep etmiş ve de almıştır.

II. Mahmud, böyle bir durum karşısında, İngiltere ile yaptığı istişareler neticesinde yardım alacağını netleştirmiş ancak Balta Limanı Ticaret Sözleşmesini de İngilizlerin ayrıcalıklarına imzalamak zorunda kalmıştır. İngiltere’den beklenen destek alınamamış üstelik Nizip’te Osmanlı donanması bir daha yenilmiştir. Osmanlı’nın bu yenilgisi karşısında Avrupalı devletler Osmanlı’ya daha çok müdahale etme fırsatı bulmuş ve askeri olarak yardımlarda bulunmuştur. Gelen askeri yardımlarla Osmanlı’nın Mehmet Ali Paşa’ya karşı tavrı değişmiş, ciddi bir sıkıştırma ile 1841’de Mehmet Ali Paşa, Suriye’den vazgeçmenin karşılığında Mısır valiliğinin babadan oğula geçecek şekilde kendisine bırakılmasını talep etmiştir.

1839 askerî sahadaki olumsuzluklardan sonra (Osmanlı-Mısır Savaşı) Osmanlı tam bağımsız bir devlet özelliğini yitirmiştir. Osmanlı’nın bir İmparatorluk olarak bu yıllardaki durumunu Avrupalı devletler yönlendirmeye başlamış ki bu da sömürge olmakatan başka bir şey getirmemiştir. İmparatorluğu sadece sahip olduğu coğrafyanın hacimsel büyüklüğünde kalmıştır.

Osmanlı vasatın altında bir siyasi vizyonla isyanlara karşı koyamamış bu da 19.

yüzyılda Osmanlıyı çöküş sürecine itmiştir. Tabii bu süreç II. Mahmud’un yaptığı reform niteliğindeki yeniliklerle bir nebze de olsa uzatılmıştır. Yeniçeri Ocağı’nın başarısızlıkları dikkate alınıp 1826 yılında kaldırıldıktan sonra ıslahat olarak ülke çapında birçok yeniliğin önü de açılmıştır.

II. Mahmud (1808–1839) askerî yeniliklere karşı bir odak noktası oluşturan yeniçerileri lağvetmiş, III. Selim zamanında ortaya çıkan çağdaş askerî birlikleri ordunun esas birimleri haline getirmiştir (Mardin, 2002: 11-12). Yeniçerilerin yenilikler karşısındaki tavırlarından kurtulan askerî birlikler, eğitim alanında yapılan reformlarla yani en azından Avrupa’dan getirtilen eğitim kaynaklarının Fransızca olmasına rağmen kendilerine olan katkısı dâhilinde yenilikçi olmuşlardır. Fransızca kaynaklar üzerinden oluşturulmaya çalışılan yeni askerî oluşumlara bağlı olarak Fransızca eğitim kurumlarında önemli bir yer tutmuştur. O kadar ki Tanzimat sonrası Batı tarzında yazılan ilk romanlarımızdaki tip ve karakterler yarım yamalak da olsa Fransızca bilgisini göstermek için gülünç durumlara düşmüş hâlde tasvir edilmiştir.