• Sonuç bulunamadı

Le Yıldız (Le Etoile Orientale, 10 Octobre 1892)

18. yüzyıl aydınlanma felsefesinin ulus-devletin düşünce dünyasını belirleyen bir zihniyet yeniliği hatta devrimi olduğunu söylemek doğaldır. Bu felsefenin tüm

1.2. YABANCILARIN TÜRKOLOJİ İLE İLGİLİ YAPTIĞI ÇALIŞMALAR

1.3.2. Le Yıldız (Le Etoile Orientale, 10 Octobre 1892)

yardım çağrısına kayıtsız kaldığını söylüyor. Her hâlükârda kârlı çıkan Rusya olaylara doğrudan müdahale etme gereği duymuyor çünkü siyasi çıkarları her şeyden üstün görüyor. Ermeni çete liderinin, Sérope’un, idam edileceği gün Sérope ve adamlarının son ana kadar gözlerini Bitlis’i çevreleyen dağların tepelerinden ayırmadığını, Rusya’nın onları kurtarmak için bir şeyler yapacağını umutla beklediklerini ifade ediyor.

Gazatede Müslümanlar tarafından yağma edilen dükkân ve ticarethanlerin dışında 500 kadar Ermeni vatandaşın hapishaneye atıldığını dile getirerek tam anlamıyla bir propaganda yapıyor. Kamuoyunda bu gibi ifadeler söz konusu ülkeler arasında ve milletler arasında insanları mağduriyet üzerinden çeşitli gruplaşmalara götürmüştür.

Bu gruplaşmalar da genellikle çıkar ilişkileri üzerinden şekillenir ki “hasta adam Osmanlı” için Avrupalı devletler, bir zamanlar üç kıtada söz sahibi olan Osmanlı’nın çöküşünü desteklemek işten bile sayılmamış. Dış güçlerin yani özellikle Avrupalı devletlerin bu tavrı, Osmanlı Toprak bütünlüğü için içeride bir kenetlenme duygusu hazırlamış, Türklere kendi kimliğini hatırlatmıştır.

“La presse turquie a depuis quelque temps commencé une vigoureuse campagne contre les Arméniens. Le Tarik, Le Sabah et autres officieux publient depuis quelques jours des articles insensés et grotesques où ils s’efforcent de prouver d’abord que les Arméniens sont une minorité infime et une quantité presque négligeable en Turquie, et ensuite que ces Arméniens n’ont aucun grief sérieux contre le gouvernement ottoman. Ils disent encore que le gros de la nation arménienne est dévoué et soumis au gouvernement impérial, mais qu’une partie d’entre elle se laisse égarer par les jeunes écervelés qui vont en Europe faire leurs études et en rapportent toute espèce d’idées pernicieuses. Je n’ai pas à plaider ici la cause des Arméniens, mais le inonde entier sait que les plus graves abus existent dans les provinces qu’ils habitent en Anatolie et que les réformes auxquellesla Turquie s’est engagée par le traité de Berlin n’ont jamais été sérieusement appliquées.” (Le Yıldız, 10 Août 1893: 5).

[Türk basını bir süredir Ermenilere karşı güçlü bir kampanya başlattı. Tarîk, Sabah ve öbür yarı resmi gazeteler, birkaç gündür ilkin Ermeniler’in Türkiye’de ihmal edilebilir küçük mü küçük bir azınlık oldukarını sonra da söz konusu Ermeniler’in Osmanlı Devleti’ne karşı hiçbir şikâyetleri olmadığını kanıtlamaya çalışan sağduyudan yoksun ve tuhaf makaleler yayımlıyorlar. Ayrıca Ermeni milletinin büyük kısmının imparatorluğa adanmış ve itaatkâr olduğunu söylüyorlar, ancak bunun sadece bir kısmının, Avrupa’ya okumaya gitmiş çılgın düşünceli gençler tarafından yanlış yönlendirildiğini ekliyorlar. Burada Ermeniler’in durumunu savunmak zorunda değilim, ancak tüm dünya, en ciddi istismarların Anadolu’da yaşadıkları illerde bulunduğunu ve Türkiye'nin Berlin Antlaşması ile yapması gereken reformları ciddi bir şekilde uygulamadığını biliyor].

Dönemin öne çıkan ve devletin resmi gazetelerinin Ermenilerin azınlık kabul edilerek aşağılandığını ve bütün bunlara rağmen Ermenilerin herhangi bir yakınma, sızlanma

içinde, Osmanlı hükümetine karşı isyana benzer bir girişiminin olmadığını ifade eden bu satırlarda da yine Ermenilerin ayrı bir mağduriyet içinde olduğu ifade edilmiştir.

Millet odaklı her yazı, Batı’da da olsa Osmanlı çatısı altındaki diğer etnik grupları, millî bir bilinçlenmeye götürmüş ve özellikle Türkleri hem siyasi olarak hem de dilleri üzerinden ciddi bir yeniden yapılanma hareketine hazırlamıştır.

“La Turquie d’Europe comprenait, au commencement du siècle, la péninsule des Balkans, du Danube et de la Save au cap Malée. Elle se dissout et s’émiette périodiquement depuis le règne du sultan Mahmoud, cet homme clairvoyant et énergique qui a entrevu le monde moderne et a vainementent repris de lutter contre la décrépitude de son peuple.

Aujourdhui, les Turcs, grâce à l’imprévoyance et àl’incurie de leurs gouvernants, n’ont plus qu’un pied en Europe: À la première crise, ils seront définitivement chassés des dernières provinces où ils sont encore campés!”

(Le Yıldız, 20 Octobre 1892: 2).

[Yüzyılın başlarında, Avrupa Türkiye’si cap Malée’deki Balkan yarımadasından, Tuna ve Save’den oluşuyordu. Türkiye modern dünyayı inceleyen ve boşuna halkının çürümesine karşı savaşmaya devam eden öngörülü ve enerjik bir adam olan Sultan Mahmud saltanatından bu yana periyodik olarak çözülür ve parçalanır. Modern dünyayı inceleyen ve boşuna halkının çürümesine karşı savaşmaya devam eden bu öngörülü ve enerjik adam. Modern dünyayı gözardı eden ve halkının aldatmacasına karşı mücadeleye boşuna devam eden bu talihsiz ve enerjik adam Sultan Mahmut saltanatından bu yana periyodik olarak dağılır ve parçalanır. Bugün, Türkler, yöneticilerinin basiretsizlikleri ve ihmalleri sebebiyle Avrupa’da sadece tek bir ayağa sahipler: İlk krizde, bulunmaya devam ettikleri bölgelerden kesinlikle uzaklaşacaklar!]

Görüldüğü üzere, II. Mahmud’un Osmanlı toplumu için yapmış olduğu faaliyetler kapsamında, dâhiyane bir kimse olduğundan bahsedilmiştir. Özellikle toplumun modernleşmesi için yapmış olduğu sosyal hayattaki reformlar ve Tanzimat fermanı ile gayrimüslim kimselere tanınan haklar doğrultusunda meth edilmiştir. Ancak Türklerin son yıllarda toprak kayıpları da bir gerçek olup en nihayetinde Avrupa’dan da çekileceği kaçınılmaz bir gerçek olarak dile getirilmiştir.

“Dans les provinces et surtout dans celles, habitées par les Arméniens, le musulman continue à croire qu’il a le droit de vivre aux dépens des peuples chrétiens que ses armes lui ont soumis. La propriété et parfois l’honneur et la vie des Arméniens sont à la merci des Turcs, des Kurdes et des Circassiens [Çerkezler]. S’ils s’adressent aux tribunaux, ceux-ci n’attachent

pas d’importance à la déposition de chrétiens, une des conditions essentielles de la validité du témoignage étant pour eux d’avoir été proféré par la bouche d’un mahométan et se prononcent en faveur de monstres a comme Moussa-Bey, acquitté par les juges de Constantinople malgré les remontrances des représentants de l’Angleterre et des Etats-Unis d’Amérique.” (Le Yıldız, 10 Juin 1893: 3).

[İllerde ve özellikle Ermenilerin yaşadığı yerlerde, Müslüman halk, ordularının boyunduruğu altında Hristiyan halka rağmen yaşama hakkına sahip olduğuna inanmaya devam ediyor. Ermenilerin mülkiyeti, bazen onuru ve hayatı, Türklerin, Kürtlerin ve Çerkezlerin insafına kalmıştır.

Mahkemelere başvururlarsa Hristiyanların ifadesine önem vermezler;

tanıklığın geçerliliğinin şartlarından biri Muhammet ümmetinden birinin ağzından söylenmiş olmak ve Musa Bey gibilerini kayırmak, İngiltere ve A.B.D. temsilcilerinin uyarılarına rağmen Konstanstinapolis yargıçları tarafından beraat edildiler].

Burada ise yine Ermenilerin içinde bulunduğu zor şartlar dile getirilerek mağduriyetlerine ilave olarak Ermenilere ait her şeyin Türklerin, Çerkezlerin ve Kürtlerin insafına bırakıldığı ifade ediliyor. Hatta kendileriyle ilgili mahkemelere yapılan şikâyetlerde şahitliklerinin dikkate alınmadığı ifade ediliyor.

Je vais vous parler de la censure turque sur les journaux. Elle s’exerce par les employés du bureau de la presse, d’une façon oppressive, presque brutale. A chaque journal est attaché un censeur particulier. Une ou deux heures avant la mise en pages, ce censeur se rend dans les bureaux de la feuille soumise à sa surveillance. Il lit toutes les épreuves, sans en excepter celles des annonces et réclames, et ne donne le “bon à’tirer” qu’après avoir supprimé les nouvelles qui lui déplaisent, modifié, s’il le croit utile, le sens et la teneurdes articles. Il est maître absolu, ne doit compte à personne et s’acquitte de ses fonctions avec une rigueur dont on ne peut se faire la moindre idée en pays libres. Malheur au journal qui aurait publié une nouvelle, un renseignement, un article, qui n’aurait pas été approuvé par le censeur, malheur aussi s’ilse permettait le moindre changement aux épreuves sur lesquelles il a mis sa griffe. Une suspension de plusieurs mois est la moindre des peines qui lui puisse être infligée... Pour vous donner une idée de la férocité de ce bureau, qu’il me suffise de vous dire qu’il n’a permis aux feuilles qui se publient à Constantinople d’annoncer la chute de dom Pedro et la proclamation de la république au Brésil que six mois après l’événement.” (Le Yıldız, 11 Avril 1893: 4).

[Size gazeteler üzerine olan Türk sansüründen bahsedeceğim. Bu sansür basın bürosunun çalışanları tarafından baskıcı, neredeyse acımasız bir yolla yapılıyor. Her gazeteye özel bir sansür uygulanıyor. Sayfalar düzenlenmeden bir veya iki saat önce, bu sansür, sayfalarının gözetim

altında olduğu bürolarda oluyor. Türm olayları, reklamları ve duyuruları okur ve sadece onu memnun eden makalelerin anlamını ve içeriğini yararlı bulduğuna inanıyorsa, hoşuna gitmeyen yerleri sildikten sonra paylaşılmasına izin verir. Tamamen dediği dediktir, kimseyi hesap vermez, görevini özgür ülkelerde tahmin bile edilemeyecek şekilde yerine getirir.

Sansür tarafından onylanmayacak bir haber, bir kayıt bir makale olursa veya onaylanmayan bir değişiklik yaparsa gazeteye geçmiş olsun. Birkaç ay kapatma cezası verilebilecek en az cezadır. Size bu sansürdeki katılık hakkında bir fikir vermek için, İstanbul’da çıkan gazeteler Dom Pedro’nun düşüşünü ve Brezilya’da cumhuriyetin ilanını ancak olay gerçekleştikten 6 ay sonra verebilmişlerdir demem yeterlidir].

Buradan da anlaşılacağı üzere, Abdülhamid’in basına getirmiş olduğu yasaklar dile getirilerek Osmanlı’nın kendi bünyesindeki milletlerin tedirgin olmasındaki bir başka gerekçe dile getirilmeye çalışılmıştır. Abdülhamid’in basına getirdiği sansürde haklılık payı yok değildir. Çünkü nasıl ki bu yüzyılda (21. yüzyıl) sosyal medya üzerinden bile insanları birçok konuda galeyana getirip toplumsal olaylara yönlendirmek mümkünse o yıllarda da basın-yayın organları aracılığı ile insanları iktidara karşı kışkırtarak çeşitli isyanlara zemin hazırlamak mümkündü. Abdülhamid Osmanlı’nın bir devlet olarak bünyesindeki millet farklılığının bilincinde biri olarak söz konusu dönemin azınlık statüsündeki milletleri iktidara yani kendisine bağlı tutmak için basında millet ibarelerine dahi sansür uygulatmıştır. Gerekçesi de devletin bekasıdır.

Bununla birlikte dış basın organı olarak Le Yıldız, Avrupa’daki diğer basın organları gibi Osmanlı’nın iç meselelerini gündeme taşıyarak dünya çapında odak noktası olmaya çalışmıştır. Özellikle Ermenilere dair yazılan makalelerin arkasında Osmanlı’nın içindeki siyasi istikrarsızlığı fırsata dönüştürerek devletin dağılmasını hızlandırma maksadı vardır.

“L’événement qui s’est produit avant-hier n’a surpris personne; il était prévu depuis, longtemps et, après les récents désastres, attendu d’un moment à l’autre. Il était devenu évident pour tous ceux qui, au dedans et au dehors, suivaient d’un oeil attentif la situation dé nos affaires intérieure, que les jours du règne d’Abd-ul-Hamid II étaient comptés. Un instaut, il est vrai, on avait cru que, tiré enfin de son aveuglement, de sa torpeur, parles terribles leçons des mois derniers, l’éx Sultan allait rompre avec les traditions d’un passé néfaste, chasser de Yildiz la camarilla sans foi ni loi qui, par sa corruption et ses méfaits, avait mis l’État à deux doigts de sa perte, et inaugurerun système de gouvernement libéral, honnête, en harmonie avec les idées modernes. Hélas! Ces espérances ont été vite

déçues par la condamnation arbitraire; à l’exil des principaux membres du cabinet-lesquels avaient le tort suprême de posséder la confiance de la nation,-ainsi que par la nomination de Mahmoud pacha au poste de grand vizir et celle de Raghib pacha au poste de minisire des finances et de la Liste civile.” (Le Yıldız, 1 Janvier 1893: 8).

[Dünden önce gerçekleşen olay kimseyi şaşırtmadı. Uzun zamandır sık sık vuku bulan önceki felaketlerden sonra bu durum öngörülmüştü. İçerde ve dışarda işlerin gidişatını dikkatli bir gözle izleyen herkes için Abdülhamid’in hüküm sürebileceği günlerin sayılıydı. Bu türden olayların yaşanacağı, Yıldız Sarayı’ndan çıkarılacağı düşünülüyordu. Son birkaç aydır yaşanan üzücü olaylardan çıkartılan dersler eski sultanın liberal bir hükümetin başlangıcını ortaya çıkarmıştı. Yazık! Bu umutlar çok kısa bir zaman içinde keyfi mahkümiyetlerle boşa çıktı. Sürgünde hükümetin belli başlı üyeleri milletine güvenmemekte haksız olan ve Mahmut Paşa’nın Sadrazamlık makamına atanması ve Ragıp Paşa’nın maliye bakanlığına getirilmesi gibi olaylar bu durumun örnekleridir].

Yine II. Abdülhamid’in keyfi almış olduğu kararların nasıl bir adaletsiz ortama zemin hazırladığından bahsedilerek, hitap edilen kitlenin söz konusu yetkililere kışkırtılması amaçlanmıştır denilebilir. “Hasta adam” benzetmesi üzerinden Osmanlı bir kıskaç altına alınarak daima yıpratıcı propaganda izlenmiştir. Bu yabancı tutum karşısında Osmanlı çatısı altındaki millî duyarlılığa ulaşmış olan kimseler, ister istemez kimlikleri üzerinden bir savunma da geliştirecektir. Ancak bu savunma süreci halk üzerinden gelişerek bir savaş neticesinde su yüzüne çıkacağı gibi kültürel anlamda da varlığını Türk dilinin sadeleşmesi gereğine dair başlayan polemikler şeklinde, kendini su yüzüne çıkacaktır.

“Les missionnaires Italiens

Le recrutement des missionnaires français pour la Turquie va tous les jours en se ralentissant; en meme temps, le nombre des missionnaires italiens s’acroît graduéllement; cela fait autant d’agents inféodés à lapolitique crispinienne que nous payons pour combattre notre influence. Car, lorsqu’un missionnaire apprend sa langue à des étrangers, il a beau vouloir -se borner à sauver leurs âmes, il n’en ouvre-pas moins derrière lui laporte aux marchandises de ses compatriotes. En l’Arménie où l’affection pour nous est restée si vivace. Italien commence à être enseigné dans presque toutes les écoles. Dans la province de Diarbékir des Franciscainsitaliens enseignent la langue de leur pays dans sept établissements. Le collège d’Alep est à peu pres passé entre leurs mains. Ce collège ccompte quatre cents élèves,

presque tous dé futurs commerçants qui commencent à savoir l’İtalien et à oublier le français.” (Le Yıldız, 20 Janvier 1893: 2).

[İtalyan Misyonerler,

Fransız misyonerlerin Türkiye için görevlendirilmesi her gün yavaşlarken, aynı zamanda, İtalyan misyonerleri de giderek artmaktadır ve etkinliğimizle savaşmak için ödediğimiz Crispinian politikalarına itaat eden o kadar çok ajan var ki. Bir misyoner kendi dilini yabancılara öğrettiğinde onların ruhunu kurtarmaya çalışması nafile bir uğraştır. En azından arkasından kendi vatandaşlarına ticari ürünlerine bir kapı açmamaktadır. Bize karşı sevginin çok canlı olduğu Ermenistan’da İtalyanca neredeyse bütün okullada okutulmaya başlanmıştır. Diyarbakır’ın kırsal bölgelerinde Fransız ve İtalyanlar kendi dillerini yedi birimde öğretmeye başlamışlardır. Halep koleji neredeyse onların ellerine geçmiştir. Bu kolejde 400 öğrenci eğitim görmektedir. Hemen hemen tüm tacirler İtalyancayı öğrenmeye Fransızcayı unutmaya başlamıştır].

Bu ifadeler, Fransızların karşısında misyonerlik faaliyeti içinde olan İtalyan ajanlardan bahsediyor. Söz konusu misyonerler Diyarbakır’ın ilçelerinde faaliyet hâlinde olup Fransızca ve İtalyanca öğretme amacıyla toplumsal algıyı denetleyerek istedikleri doğrultuda yön verme çabası içinde oldukları belirtiliyor. Dilin milletler üzerindeki rolü bir kez daha ortaya çıkıyor ki burada da yöre halkına Avrupalıların söz konusu dönemin siyasal boyuttaki düşünceleri aşılamaya çalıştığı ve zamanla insanların kendi etnik kökenlerine intisap ederek çeşitli ayrılık faaliyetlerine girmesi bekleniyor.

“Il s’agit de la fermeture de l’Ecole des langues:

L’Ecole des langues (Lissan Mektebi) vient, d’être fermée, parce que, dans son discours officiel de la distribution des prix, le directeur de cétye école, Daoud-Bey, a parlé, de progrès, de civilisation et d’instruction. Cette école de langues n’était pas une école proprement dite: c’était plutôt une série de cours d’adultes faits par des-professeurs excellents aux jeunes fonctionnaires des ministères de l’intérieur et des affaires étrangères. On n’y enseignait jusqu’ici, en lait de langues étrangères, que le français, mais on l’y enseignait bien, trop bien, paraît-il, puisqu’on s’est hâté dé fermer l’établissement.” (Le Yıldız, 20 Octobre 1892: 3).

[Dil okullarının kapanması söz konusudur. Çünkü Davut Bey ödül dağıtımı sırasında yaptığı resmi bir konuşmada gelişmeden, medeniyetten ve eğitimden bahsetmiştir. Bu dil okulu alışıldık bir okul değildir: daha ziyade, mükemmel öğretmenler tarafından İçişleri ve Dışişleri Bakanlıkları genç görevlilerine verilen bir dizi yetişkin dersiydi. Buralarda sadece Fransızca

öğretilmekte ve bu dil çok iyi öğretilmektedir. Kısa süre zarfında kapatılmaya çalışıldığından bu dil çok iyi hatta fazla iyi öğretilmektedir].

Bir okulun kapatılmasına dair geçilen bu haberde de Osmanlı’nın Avrupa’ya bakış açısının doğrultusunda bir gelişme olarak kamuda görevli memurların yabancı dil bilgisini artırmak için açılan okulun kapatıldığı ifade ediliyor. Yine Abdülhamid’in gereksiz bir uygulaması olarak bu okulun kapatılması hususunda acele edildiği dile getirilmiştir.

Yabancı dil eğitimine dair Osmanlı yönetiminin ilk girişimleri çok daha erken dönemde başlamış özellikle II. Mahmud sonrasında devlet bünyesinde Tercüme Odası kurulacak kadar ehemmiyet kazanmış bir konudur. II. Abdülhamid dönemine gelindiğinde ise Lisan Mektebi’nin daha önce de birkaç defa kapatılmasına rağmen yeniden açıldığı ancak II. Abdülhamid’in kendince aldığı önlemler dâhilinde temelli kapatıldığı görülmektedir. Amaç olarak hangi gerekçe sunulmuştur tam olarak bilinmez ama II.

Abdülhamid’in Batı’ya karşı takınmış olduğu tavrın, daha doğrusu olumsuz tavrın somut uygulamalarından biri olduğu kesindir.