• Sonuç bulunamadı

18. yüzyıl aydınlanma felsefesinin ulus-devletin düşünce dünyasını belirleyen bir zihniyet yeniliği hatta devrimi olduğunu söylemek doğaldır. Bu felsefenin tüm

1.2. YABANCILARIN TÜRKOLOJİ İLE İLGİLİ YAPTIĞI ÇALIŞMALAR

1.2.19. Gustav Rasch (1825-1878)

Gustav Rasch’ın 1873 yılında kaleme aldığı eser Avrupa’da Türkler, yazıldığı günlerde Avrupalı milletlere Türkler hakkındaki kanaatlerini dile getirmesi sebebiyle yankı getirmiş bir kaynaktır. Çünkü Avrupalıların nezdinde Türkler, İstanbul’un fethinden sonra her ne yaparlarsa yapsınlar kendileri için bir tehdit algısı doğuran barbar ve

medeniyet yoksunu bir millet olarak değerlendirilmişler. Bu bakış açısını eserlerinde dile getiren her yazar, aydın, seyyah Avrupa’da ayrı bir ilgi ile karşılanarak çalışmaları teşvik edilmiştir. İşte onlardan biri de Gustav Rasch’tır.

Asıl adı Gustav Heinrich Wilhelm Rasch olan yazar, 1825’te Hannover’de dünyaya gelmiştir ve 1878’de Schöneberg, Berlin’de ölmüştür. Kısa bir ömür sürecinde Gustav Rasch hukuk okumuştur. Eğitimine bağlı olarak uzun süre avukatlık yapmıştır. 1848 Mart devrimi için ayaklanmalara katılanlardan biri olmuştur. Gruppe 48 olarak da bilinen bir grupla Prusya yönetimine karşı gelerek hükümet aleyhinde yazılar yazmıştır.

Dahil olduğu siyasi propagandalar nedeniyle Paris’e iltica etmek zorunda kalmıştır.

Çıkmış olduğu bu serüven, onu Paris’te Marks ve Engels gibi düşünürlerle tanışmaya kadar götürmüştür. Söz konusu düşünürlerle bağı devam etmiş midir bilinmez ama Prusya’ya geri döndükten sonra halkı hükümete karşı kışkırttığı gerekçesiyle tutuklanarak hapse konmuştur. 1873 yılında (Aus meiner Festungszeit) Tutukluluk Zamanımdan adlı eserini hapiste kaldığı bu süre zarfında kaleme almıştır.

Bu maceralardan sonra Berlin’de meslek olarak avukatlık yapmaya devam etmiş ama gazetecciliğe olan ilgisi onu haber amaçlı çeşitli seyahatlere çıkarmıştır. Çıktığı her seyahatle gittiği yerlerde bilgi toplamak için iyi bir gözlemcilik yapmıştır. Gözlemlerini yazıya aktarma aşamasında kaldığı bölgenin ekonomisinden tutun da kültürel atmosferinden ve geleneğinden ayrıntılı bir şekilde bahsetmiştir. Söz konusu yazılarının çoğunu da seyahatnâme olarak kaleme almıştır. Hemen her gittiği kültürel ortamda ya da coğrafi bölgede yaptığı ayrıntılı gözlemlerle seyehat yazılarının en niteliklilerinden bazılarını yazmıştır (Rasch, 1986: 152). Bununla birlikte Rasch, edebî nitelikte kaleme almış oldğu eserleri üzerinden yazar Karl May’ı da etkisinde bırakarak edebî türlerin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Kendine özgü betimlemelerle, söz konusu seyehat yazılarını, gezip gördüğü yörenin insanlarını anlatırken kimi zaman tarihî gerçeklikleri ve sosyolojik unsurları da eserlerine dahil etmiştir. Birçok eserini yazarken ekonomik unsurları en başta kullanmış ve gezip gördüğü yerlerin ekonomisine bağlı unsurları sosyal ilişkilere temel etmen olarak göstermiştir. Tezimize konu olan en önemli eserlerinden biri de Die Türken in Europa “Avrupa’da Türkler”dir.

Gustav Rasch’ın Doğu toplumlarına dair kaleme aldığı birçok eserinde İstanbul yer almaktadır (Cuma, 2010: 91). Doğu toplumları birçok düşünür tarafından inceleme

konusu yapılmakla birlikte Rasch’ın İstanbul’a bakış açısı diğerlerinden çok fazla farklı değil. Öyle ki birçok Batılı düşünür Şark sorununu, İstanbul’un fethinden itibaren başlatır ve o tarihten itibaren Doğu toplumları özellikle Türkler, çoğunlukla olumsuz yönleriyle öne çıkarılırlar.

1873’te kaleme alınıp 1878’de yayınlanan eseri “Avrupa’da Türkler” adlı eserinde, İstanbul’un merkezde olduğu birçok başlık yer almaktadır. Tabii İstanbul, bu başlıklar altında sadece coğrafi konumu itibarıyla ele alınmamıştır. Örneğin “İstanbul Gezintileri” başlığı altında İstanbul’u hem coğrafı hem sosyo-kültürel anlamda ele alarak incelemiş, insanların karakterlerine ve etnik kökenler üzerinden psikolojik tahliline yer verilmiştir:

“Her halkın mutlaka kendine özgü tipik kişiliği var. Halkın kişiliği bireyin kişiliği gibi kana, tarihsel gelişmeye, eğitime, dine, bilime ve örf ve adete bağlıdır. Tük kişiliği de tembel göçebe soyunun gevşeklik ve kayıtsızlığından ortaya çıkmıştır; tarihte Türkler bizimle hep bu görünüşle karşılaşmışlar. Bu tembel göçebe soyunu Avrupalılaştırmak için herhangi bir marifeti ne büyük güçler, ne de dünyanın tüm reformları ortaya koyabilir ve bu uğurda bin sene çalışsalar bile Avrupalı Asyalılaşmayacağı gibi Asyalı da Avrupalılaşamaz. Türk bir Asyalıdır ve hiçbir zaman Avrupalı olamaz. Çünkü bütün bu çalışmak, düşünmek, inanmak onun içyapısına ters düşüyor. Kendi kültüründeki durgunluk, dış dünyayı tanımadaki eksiklik, yetişmekte olan kuşağın eğitimindeki kayıtsızlık Asya kişiliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Ve işte bu yüzden Türk kişiliği her zaman Asya kişiliği olmaya mahkûmdur." (Rasch, 2005: 159).

Özellikle o dönemin kadınlarının sosyal hayattaki yeri ve topluma katkısı ile birlikte azınlık durumunda olan gayrimüslimler ve farklı milletlerin yaşantıları karşılaştırılarak gayrimüslimlerin medeniyet namına daha gelişmiş olduğu keskin bir şekilde öne çıkarılarak vurgulanmıştır.

Türklerin gündelik hayatlarına dair yapmış olduğu yorumlar arasında öne çıkan ilk husus tembelliktir. Rasch’a göre Türkler çok tembel insanlardır. Avrupalılar ile bir kıyas yaparak tarihî süreçteki rollerinden ziyade kendi yaşadığı dönemde İstanbul’da tanık olduğu bazı mahalle ve cadde sahneleri üzerinden Türkleri tembel olarak nitelemekten geri kalmamıştır:

“Keyif yapmak demek Müslüman’ın en yüksek derecede rahatlığı, afiyette olması demektir, gevşek bir rahatlık, telaşsız ve huzurlu olma durumu ki, bu durum Türk karakterine, Türk bireyselliğine çok uygun düşüyor. Altı saat kahvede divanın üzerinde bağdaş kurup oturan, çubuk tüttüren, ya da nargile içen, küçük bir fincan kahvenin birini bitirince öbürünü içen ve rahat ve huzur içinde caddeye bakan Müslüman keyif yapmaktadır.” (Rasch, 2004: 65).

Altı saat, şeklindeki bir belirtme dahi bu bakış açısının arkasında kesinlikle bir ön yargının olduğunu da akla getirmiyor değil. Çünkü eserin tamamına bakacak olursak, daha birçok sayfasında buna benzer subjektif yaklaşımlar mevcuttur. Bunların arkasındaki kasıtın dayandığı noktanın İstanbul’un fethinden başlayan bir nefret olduğunu daha önceki sayfalarda da dile getirmiştik. Yine benzer şekildeki ifadeler:

“Bu tembel göçebe soyunu Avrupalılaştırmak için herhangi bir marifeti ne büyük güçler, ne de dünyanın tüm reformları ortaya koyabilir ve bu uğurda bin sene uğraşsalar bile Avrupalılaşamaz.” (Rasch, 2004: 196).

Görüldüğü üzere Türkleri aşağılayıcı ifadeler söz konusu bu eseri okuyan dönemin Türk aydınları ister istemez öteki psikolojisi ile kendi farkındalığına varacak ve biz duygusu etrafında kendini ifade etme gereği duyacaktır. Nitekim tarihî süreç de bu şekilde gelişmiş, Türkler kendi kimlikleri etrafında toplanmayı birçok farklı etken dahilinde gerçekleştirerek Türkçülüğü, kademeli bir şekilde önce bilimsel sonra edebî ve siyasal bir çizgi hâlinde Osmanlı’yı küllerinden doğan bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyetine taşımıştır.

Bu sosyo-kültürel değerlendirmelere ilaveten yine İstanbul’un ticari hayata katkısı ve dünya ekonomisindeki yeri tartışılacak nitelikte belirtilmiştir. Tartışılacak nitelikte diyoruz çünkü değerlendirmeler, Batılı bir zihniyetin neticesinde oryantalist kimliğiyle çok subjektif bir şekilde yapılmıştır.

Rasch, eserinde yine Türkleri kasten Osmanlı ile Avrupalı ahali hakkında bir karşılaştırmaya giderek Avrupa’daki mekan tasarımı ile Osmanlı’daki mekan tasarımını karşılaştırarak Türk yaşama biçimini küçümsemiştir:

“Bizim sandalyelerimiz, masalarımız, sofralarımız, koltuklarımız ve dolaplarımız onlar için bilinmeyen nesnelerdir. Onlar da bir divan hepsinin yerini tutuyor ve Pera’nın derviş tekkesindeki keşiş hücrelerinin duvarlara bitişik divanlardan başka mobilyaları yoktur.” (Rasch, 2004: 78).

Rasch, kendi Avrupa medeniyetini öne çıkarmak için birçok kıyaslamalarla Türk kültür ve medeniyetini küçümsüyor. Bu sadece Türklerin millî bir şekilde kendilerine gelmelerine destek olmayacak aynı zamanda Atatürk zamanında yapılmış olan inkılapların da zeminini hazırlayacaktır.

Tabii Gustav Rasch bu şekilde ithamlarla eserini yazmakla birlikte Avrupa’nın birçok devletinin Osmanlı’ya diplomatik sahada nasıl baktığını da dile getirmekten geri durmamıştır.

O yıllarda Avrupalı devletler, Osmanlı’nın uzun zamandan beri Şark Sorunu şeklinde düşüncelerini meşgul ettiklerinin farkındadırlar. Asıl mesele Osmanlı sonrasında mevcut coğrafi sahaya hangi devletin sahip olması gerektiğidir. İşte Avrupalı devletler yaklaşık bir asır boyunca buna karar veremediği için zaman zaman kendi içlerinde tutarsız bir şekilde Osmanlı’yı reformlarla ve ekonomik desteklerle ayakta tutmaya çalışmıştır. O yıllarda bu düşünceyi “Göçebe Türkler” şeklinde ifade ettiği cümlelerle Rasch da desteklemektedir (Rasch, 2004: 78).

Daha sonra Rasch, iktidardaki Abdülaziz’in devlet yönetimindeki eksikliğini ortaya koymak için sözde tüm yetkilerin kendisinde toplandığını sandığını, oysa Padişah’ın yetkilerinin sadrazamlarca yanlış kullanıldığı ifade ediliyor. Yetkilerinin sadrazamlarca yanlış bir şekilde kullanıldığının farkında olmayan Abdülaziz’in sarayında neyle meşgul olduğunu ifade etmek için hokkabazlarıyla, cüceleriyle meşgul olduğunu ve vahşi hayvanlar yetiştirdiğini ileri sürüyor (Rasch, 2004: 61-67).

Ayrıca Abdülaziz’in yabancı dil olarak Avrupa dillerinden herhangi birini dahi bilmemesi Rasch için ayrıca bir kusur olarak değerlendiriliyor (Rasch, 2004: 94).

Şüphesiz Abdülaziz’in kendinden önceki padişahlarda bir meziyet olarak duran bu yabancı dil bilgisinin eksikliği önyargılı yaklaşımlar içinde bir kusur olarak görülebilir.

Bununla birlikte halkın yönetimde söz sahibi olmaması, Padişah’ın “devlet benim”

düsturunu benimsemesi bir eksiklik olabilir ama bunları tutup da genel-geçer bir çerçeve içinde doğrudan Türkleri aşağılamak için kullanmak dönem oryantalistinin ne kadar bilimsel bir söyleme sahip oldğunu tartışmaya açar.

Türkler ve veba, Hristiyan Avrupa’sında yüzyıllar boyunca Azrail’in rolünü üstlenmişler. Attıkları her adımla birlikte binlerce yılın kültür ürünleri yerle bir oldu (Rasch, 2005: 159).

Şahsi bir kanaat dahi olsa Rasch, Türkleri böyle bir söylemle tarih sahnesinde zikretmesi ve bu nitelikte yazıları okuyan Yeni Osmanlılar olsun, Jön Türkler olsun İttihat ve Terakkiciler olsun hatta ve hatta Mustafa Kemal Atatürk olsun, bu bakış açısı karşısında herkesin Türkçülüğe millî duygularla sarılması işten bile değildir. Tarih göstermiştir ki, nerde bir ötekileştirmeye dayalı yaklaşım var, işte orda ötekiliğe maruz kalan milletin kendine gelmesi, kimliğini daha derinden sorgulayarak biz duygusu etrafında daha sıkı bir şekilde dayanışma içerisine girmesi var olmuştur.

İşte birçok başlık altında söylediğimiz üzere, burada da yinelemekte fayda oldğunu düşünüyoruz, Osmanlı’nın son döneminde maruz kaldığı olaylar ve Avrupa’nın kendisine bakış açısı onu, kendine getirerek Türkçülüğe bir kurtuluş çaresi olarak bakmasına sebep olmuştur. Bu da daha sonra geliştirilerek monarşik bir yönetim biçiminden cumhuriyete evrilen ve bekasını sağlayacak olan bir devletin temellerini atmıştır.

1.2.20. M. Victor Bérard (1864-1931) (La Mort De Stanboul, 1913)

Yazarın hayatı hakkında pek bilgimiz olmasa da 20. yüzyılın başlarında Osmanlı’nın içinde bulunduğu sosyal ve siyasi olaylara dışardan bakan biri olarak sosyal çözülme ve yeni oluşumların dayanak noktalarını ortaya koyması bakımından dikkate değer bir kimse olarak eseri ile birlikte tezimize alma gereği duyduk. Victor’un eserinde Osmanlı’nın dağılma süreci ile çok yerinde tespitleri olmuştur. Hemen aşağıda görüleceği üzere İttihat ve Terakki’nin ülke yönetiminde söz sahibi olmaya başladıktan sonra, ülke çapında birtakım değişim ve dönüşümlere dikkat çekmiştir:

“Les Jeunes Turcs C. U. P. O. disaient: “Un Grec ottoman ne doit plus être qu’un Ottoman, sans attaches d’intérêts, sans communauté de sentiments ni d’espoirs patriotiques avec les Grecs du royaume; un Slave ottoman ne doit plus songer qu’à la prospérité turque et à la défense de l’Empire Turc contre toute ambition de Sofia, de Belgrade ou d’ailleurs; tout chrétien de Turquie doit se garder surtout des sacrilèges appels d’autrefois à une intervention, garantie ou surveillance de l’Europe; traître, qui parle de réformes macédoniennes, d’union crétoise, de vilayets arméniens, d’écoles grecques,

bulgares, arméniennes; traître, qui rêve de grandeur arabe ou veut perpétuer la licence albanaise, druze, kurde.” (Bérard, 1913: 310).

[Jön Türkler ise şunu söylediler: Yunan asıllı bir Osmanlı olmamalıdır.

Kendi vatanını hayal eden bir rum olmalıdır. Çıkarı olmadıkça ve kendi vatanıyla ilgili bir umudu yoksa bir Osmanlı’dan daha fazlasını olmamalıdır. Bir Slav kökenli bir Osmanlı vatandaşı artık Türk refahını düşünmemeli, Osmanlı imparatorluğunu Sofya’ya ve Belgrad’a ya da diğerlerine karşı savunmamalıdır. Türkiye’deki her Hristiyan, her şeyden önce, geçmişin kutsal müdahalelerine, Avrupa’nın müdahalesine, güvencesine ya da gözetimine itiraz etmekten kaçınmalıdır; Makedon reformları, Girit birliği, Ermeni vilayetleri, Yunanca, Bulgarca, Ermeni okullarından bahseden hain; Arap ihtişamını düşleyen ya da Arnavut, Dürzi ve Kürt ehliyetini sürdürmek isteyen hain].

Jön Türklerin yukarıda dile getirdiği hususlar, Osmanlı’nın etnik yapısına bağlı bir kaygının olduğunu göstermektedir. Bu kaygının üstesinden gelinmesi Slav kökenli halkların farklı bir bakış açısı kazanması gerekmektedir. Makedon reformları, Girit Birliği, Ermeni Vilayetleri gibi kavramlar üzerinden her millete mahsus bir dilin gündeme getirilmesi de hainlik olarak nitelendirilmiştir. Tabii bu vurgu ve nitelemenin arkasında Balkan Savaşları’nın yarattığı kaygıyı görmek mümkündür. Bu kaygı devlet çatısı altındaki birçok etnik unsuru merkezi otorite ile karşı karşıya getirdiği gibi Türkçülüğü de öne çıkarıp güçlendiren bir durum olmuştur.

“Les Arabes disaient: “Nous avons été les fondateurs, nous sommes les mainteneurs, nous devons être les conducteurs de l’Islam: à nous, à notre langue, doit revenir le soin d’introduire la pensée moderne dans l’Église de Mahomet; aux Turcs, les besognes laïques; à nous, la transformation religieuse. L’empire du Sultan-Khalife tout entier doit avoir deux langues officielles, le turc pour la gérance sultanesque, l’arabe pour la cohésion khalifale.” (Bérard, 1913: 311).

[Araplar şöyle demektedir: Biz İslam’ın kurucusu, koruyucusu, destekleyicisi, yayıcısıyız. Bizim dilimiz bizedir ve bu dil ile Peygamberimizin mabedine yeni düşünce sistemini sokmalıyız. Türkler ise 2 resmi dili Türkçeyi ve Arapçayı kullanmalıdır. Türkçe sultanlık yönetimi için, Arapça halifelik için].

Yine kritik bir süreçte Arapların da birtakım talepleri olmuş, millet olarak 18 Ekim 1912 yılı itibarıyla yani Uşi Antlaşması sonrasında Osmanlı’dan tamamen bağını koparmışçasına hareket etmiştir. İslamiyet’in kurucuları olarak kendilerini yetkili gören Araplar, Türklerin Asya’ya ait bir millet olduğunu ve toprak olarak Akdeniz’e doğru

uzanan bölgeyi Toroslardan itibaren kendilerine hak görmekte ve talep etmektedirler.

Bu siyasi tavır ve tutuma karşı bir de Osmanlı’nın resmi dil olarak iki dili birden kabul etmesi önerilmiş. Osmanlı Padişahı resmi yazışmalarında Türkçeyi, Halifelik makamının gereğince de Arapçayı kullanmalıdır diyerek din üzerinden bir bağın yürütülmesini de desteklemeye çalışmışlar. Tabii bu iddia Victor Bérard’ın bir Avrupalı olarak Araplarda yakalamış olduğu argüman olmuş olsa da dönemin içinde bulunduğu konjonktür de bunu ispatlar niteliktedir.

“Turquie d’Asie, d’autre part, se compose de deux royaumes: jusqu’au Taurus, c’est l’Anatolie turque où le turc et les Turcs doivent régner; au delà du Taurus, c’est la Syrie, la Mésopotamie, l’Hedjaz, l’Yémen, le monde arabe, que des fonctionnaires arabes doivent régir en arabe sous les ordres des ministres et du parlement ottomans” (Bérard, 1913: 311).

[Türkiye’deki Asya topraklarında 2 krallık bulunmaktadır. Birincisi toroslara kadar Türklerin hüküm sürdüğü Türk topraklarıdır; ikincisi torosların ötesinde Mezepotamya’nın, Suriye’nin Hicaz’ın Yemen’in hüküm sürdüğü yerlerdir, bu topraklarda Osmanlı’ya bağlı olarak Osmanlı’nın emir ve iradesinin denetiminde bu toprakları yönetmektedir].

Türkiye’nin toprak sahası olarak geniş bir sahaya hakim olduğu ve Türklerin millet olarak sahibi olabileceği topraklar o kadar net bir çizgi ile belirtilmiş ki Arap dünyasının Torosların hemen ötesinden Suriye ile başlayıp Mezepotamya, Hicaz, Yemen şeklinde çizilmişken Türklere sadece Anadolu olarak bilinen bölge bıraklımak istenmiştir. Bu millet odaklı bir paylaşım esasına dayalı bir paylaşım olmuştur. Buna bağlı olarak Türk kimliği yine öne çımıştır. Her saldırı bir savunma gücü geliştirecektir ki buradaki siyasi ve sosyal atmosfer de kendisinden koparılmak istenen maddi manevi ne varsa insanları Türklüğe sığınmayı gerekli kılmıştır.

“Ils reconnaissaient qu’à travers les âges, la pureté et la noblesse de cette langue du commandement avaient été compromises par une trop longue intimité et de trop nombreux échanges avec l’arabe et le persan. Mais les Yénitché Calemler, les “Jeunes Plumes”, partisans de l’Yéni Hayat, de la

“Vie Nouvelle”, entreprenaient de retrouver, de fixer et de répandre la

“Langue Nouvelle”, Yéni Lissan, en prenant pour règle l’usage de Constantinople et pour fonds le dialecte stambouliote: n’est-ce pas tout pareillement que les Français, pour leur langue, en avaient usé avec l’usage et le dialecte de Paris? Ils s’efforçaient donc de débarrasserle turc de toutes les superfétations, élégances et bizarreries arabes ou persanes, et de toutes

les chinoiseries de l’orthographe et de la construction archaïques.20 C’est cette langue toute neuve, remise au goût du jour, adaptée aux besoins de la vie nouvelle et de la pensée libre que le Comité voulait substituer dans toutes les écoles de l’empire aux langues “réactionnaires” de la religion et des nationalismes.” (Bérard, 1913: 384).

[Çağlar boyunca bu dilin saflığının ve asaletinin Arap ve Fars dili ile olan çok sayıdaki münasebetleriyle tehlikeye düştüğü kabul ediliyordu. Genç Kalemler yeni hayat mensupları İstanbul’da kullanıldığı şekliyle ve İstanbul diyalektiğiyle yeni dili, yeni lisanı yeni hayat mensupları yaygınlaştırmak istiyorlardı. Bizde de aynısı değil miydi? Dili garipleştiren Arapça ve Farsça gereksiz unsurlarından ilkel yapılardan ve imla kurallarından arındırmak istiyorlardı. Bu yeni yaşamın gereksininmlerine uyarlanmış yeni dil, imparatorluğun tüm okullarında geleneksel olarak kullanılan dilin yerine geçirilmek istenmiştir].

Bérard, Türkçenin çok ulusulu bir devletin resmi dili olmasına ragmen Arapça ve Farsçadan çok etkilendiğini, söz konusu bu iki dilden çok fazla alıntı yapılmasına bağlı bir değişimin zorunluluğunu dile getirmiştir. Türkçenin bir emir dili olduğunu Arapça ve Farsçanın güdümüne girdikten sonra özünü koruyamadığını vurguluyor. Yine bu eserin yayımlandığı yılları düşündüğümüzde, Bérard Genç Kalemler’in yapmak istediği tasfiyeciliği haklı bulmaktadır.

Bu konuda Genç Kalemler’in yeni hayata uygun bir dil arayışı içinde oldukları ve yazdıkları ile yeniden inşa etmeye çalıştıklarını söylüyor. Bunu yaparken de İstanbul Türkçesini odak noktası olarak dikkate aldıklarını, Arapça ve Farsçadaki ince bir ifade tarzını kurmaya çalıştıklarını dile getiriyor. Şüphesiz Genç Kalemler üzerinden ulusal bilince dayalı bir hareket, somut adımlarla toplumu da hem gelecekteki savaşa hazırlamış hem de yeni bir edebiyat dilinin ama herkese hitabeden bir edebiyat dilinin doğmasını sağlamıştır.

“A l’égard du paysan macédonien, la révolution jeune-turque faisait donc tout juste le contraire de ce que notre Révolution de 1789 avait fait pour notre paysan de France: elle lui enlevait ses meilleures chances de devenir propriétaire; elle lui enlevait même des terres qu’il croyait déjà tenir, que, de père en fils, il considérait comme siennes et qui, tôt ou tard, fussent venues en sa possession si ce gouvernement de malheur n’eût pas amené les mohadjirs. Deux ans après la “liberation” de 1908, le paysan macédonien ne

20 Voir là-dessus l’excellent article de P. Risal, dans le Mercure de France, du 15 août 1912: Les Turcs à la recherche d’une Ame nationale. (Alıntılama yaptığımız bölümün kendi içindeki dipnottur.)

demandait qu’à revoir les bandes révolutionnaires et à reprendre la chouannerie. Juste à point., la politique des Jeunes-Turcs à l’égard des comitadjis, des “intellectuels” et du clergé bulgares rendait au paysan les chefs ou les organisateurs de l’insurrection souhaitée” (Bérard, 1913: 376).

[Makedonya köylülerine göre Jön Türk ihtilali 1789’daki Fransız köylülerinin ihtilalinin tam zıddıdır. 1789’daki ihtilalden önce köylülerin mülk edinmesi yasaklanmıştı. Daha önce sahip olduklarına inandıkları, babadan oğula geçen toprakları ellerinden alınmıştı. Bunlar birgün baskıcı hükümetin muhacirleri geri getirmemesi durumunda bu topraklara yeniden sahip olabileceklerini düşünüyorlardı. Özgürlük tarihi olan 1908’den 2 yıl sonra Makedonya köylüsü sadece devrimci grupları görmeyi ve o grupların yeni bir hareket başlatmalarını istiyorlardı. Tam böyle bir zamanda Bulgar komitacılarına ve entelektüllerine din adamlarına karşı uygulanan Jön Türk politikası köylüleri istenilen ayaklanmanın örgütleyicisi haline getirdi].

Jön Türkler, Fransızların 1789 Fransız İhtilali’nde kendi köylüleri için yapmış oldukları girişimleri, kendi köylüleri için yapmamış tam tersini yamıştır. Fransız İhtilali, kendilerini sömüren soylu sınıfa karşı bir köylü hareketi olarak başlamıştır. Söz konusu yüzyılda Fransa’nın yüzde seksenini oluşturan köylüler kiliseye ve feodal beylere karşı vermekle yükümlü olduğu vergiler karşısında iyice ezilmiştir. Buna ilaveten ordunun üst kademelerinde görev almak isteyen kimselerde dört kuşak soyluluk gibi bir geçmişin aranması toplumsal ayrımcılığı somutlaştıran en temel örnek olmuştur ki bu da insanları galeyana getirmek için son damla olmuştur.

1908 ihtilali sonrasında, İstanbul nispeten hürriyet bakımından bir rahatlama yaşamıştır ancak Balkanlardaki otorite boşluğu çok daha karmaşık bir süreci de beraberinde getirmiştir. Özerkliği devam eden Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmekle birlikte, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Bosna-Hersek’i işgal etmiştir. Sonraki yıllarda Arnavutluk da bağımsız olmuştur. İşgaller ve bağımsızlıklarla birlikte göç hareketlilikleri yoğunlaşmış buna bağlı olarak Jön Türkler tam anlamıyla söz konusu topraklarla ve oraları sahiplenecek köylülerle ilgili kendi lehlerine bir politika geliştirememişler.

Un témoin non suspect écrivait dans le journal Le Jeune-Turc, le 28 novembre 1910 “La question la plus importante pour la majorité de la population macédonienne, la question agraire, non seulement n’est pas entrée, sous le régime constitutionnel, dans la voie de la solution, mais elle se complique de jour en jour. Les Bulgares ont été chassés des terres qu’ils cultivaient et les mohadjirs ont été installés en leur place.” C’est dans la

Macédoine slave en effet, en travers de la descente bulgare et serbe, que le Comité avait décidé d’établir ces mohadjirs de Bosnie, qui, pour la plupart, avaient gardé la langue serbe de leurs aïeux: contre la poussée du slavisme, le Comité escomptait en ces musulmans slaves un dévoûment aussi fidèle que celui des musulmans crétois en Anatolie ou dans les Iles, contre les menées de l’hellénisme (Bérard, 1913: 376).

[Şüpheli olmayan bir tanık, 28 kasım 1910 tarihli Jön Türk gazetesinde şunları söylemiştir: Makedonya halkının çoğunluğu açsınıdan en önemli problem, anayasayal bir rejim altında giderek çözümü zor bir problem dönüşmesidir. Sadece Makedonya’dadır ki komite Bosna muhacirlerinin yerleştirilmesi kararını almışlardır. Slavlaşma tehlikesine karşı da Sırp dilinin muhafazasını istemiştir. Komite, Helenizm tehdidine karşı adalarda ve Anadolu’da yaşayan müslümanların sadakatine benzer bir sadakati Sırp müslümanlardan da beklediğini ifade etmiştir].

Le Jeune-Turc’ün 28 Kasım 1910’daki sayfalarında, bir tanığın ifadeleri doğrultusunda Balkanlardaki bu siyasi çalkantıyla birlikte, Jön Türkler, Helenizm karşısında Anadolu’nun sadık insanlarına benzer bir muhacir kitlesi beklemiştir. Bulgarların yerine gelen muhacirler de Makedonya’nın alt tabakasını oluşturan kimselerden oluştuğu için komite slav etkisini kıramamıştır. Bunda en önemli faktör olarak da konuşulan dilin varlığını devam ettirme çabasında olan Sırplar gösterilmektedir. Her nerede olursa olsun, yukarıda da anlaşılacağı üzere, ulus inşasında dil en önemli unsurdur. İnsanların sosyalleşmesinden tutun da ortak değerlerin tespitinde ya da belli amaçlara birlikte yürüme noktasında dil, en önemli araç olarak karşımıza çıkıyor.

Bu bakımdan dilin kültür ve medeniyeti sonraki nesillere aktarma rolünü, Balkanlardaki çalkantılı süreçte dahi devam ettirdiğini görüyoruz. Bu süreçte hangi millet diline odaklı politikalar geliştirdiyse ve edebiyatına odaklı bir millî yapı kurduysa biz duygusu etrafında buluşabilimiş ve millet olarak bekasını sürdürmeyi başarabilmiştir.

1.3. TÜRKÇÜLÜĞÜ BİR DÜŞÜNCE OLARAK GÜNLÜK HAYATA

YANSITAN VE ETNİK GRUPLARIN KUTUPLAŞMALARINI

HIZLANDIRAN GAZETELER

Gazeteler, tarih için günlük hayatı en iyi muhafaza eden, yıllar geçse de dönemin siyasi, politik, sosyal olayları hakkında en iyi bilgi aktaran vasıtadır. Osmanlı topraklarında

basın yayın işleri her ne kadar geç gelmiş olsa da birçok tarihî olaydan, bu gazeteler vasıtasıyla haberdar oluyor, söz konusu tarihî olayları, yılları, mazide kalmış da olsa toplumsal akislerini bu gazeteler vasıtasıyla analiz ederek tarihi öğreniyor ve belirli sonuçlara varıyoruz.

Nitekim Ziya Gökalp bu konuyla da ilgili olarak:

“Lisandan sonra tarih gelir. Bir kavim tarihinin en kadim menbalarına çıkarak millî hayatının ilk inkişaf hamlelerini duyarsa, kaybetmiş olduğu ruhu yeniden bulmuş olur. Tarihten aldığı feyizlere halkın derinliklerinden çıkardığı efsaneleri, menkıbeleri, me’sureleri ilâve ettikten sonra millî maneviyeti tamamıyla tesis eder. O zaman şiir ve sanatının mevzularını, istiârelerini, telmihlerini hep bu millî sânihalardan iktibas ederek edebiyat ve bediiyatına şahsiyet verir.” (Gökalp, 2018: 79).

Gökalp’in de belirttiği üzere tarih bilinci, toplumu oluşturan bireylerce ne kadar erken duyumsanır, bireyler kendi geçmişini ne kadar iyi bilirse ve ait olduğu kökleri, tarih üzerinden, toprak üzerinden, ata üzerinden, soy üzerinden duyumsarsa kendini o derece mutlu, huzurlu hisseder ve geleceğe emin adımlarla sarılır. İşte gazetelerin de toplumu oluşturan bireyler üzerinde toplumsal birlik ve bütünlük için tarihten beslenen bir katkısı vardır. Yayımlandıkları yıllarda bulunduğu toplumun nabzını tutan, milletlerin duyuş ve düşünüşlerini kendinde barındıran birer kaynaktır gazeteler.

Türkiye’de, Fransız elçiliği tarafından yayınlanan ilk süreli yayın olan Bulletin de Nouvelles’ten (1795) başka 22 ayrı dilde onlarca gazete, Osmanlı topraklarında yayınlanmıştır (Alemdar, 1998: 38-43). Her gazete, Osmanlı topraklarında hitap edeceği kendi etnik grubundan haberdar bir şekilde yayın politikası geliştirerek kısa vadeli de olsa gündelik olaylarla ve kanun namına yürürlüğe giren genelgelerle ilgili haberler yayımlamıştır.

Türkiye’de ilk gazete, 1824’te İzmir’de neşrolunan Smyrnéen (İzmirli) adlı bu Fransızca cerîdedir. Bu gazete önce Charles Tricon tarafından çıkarılmış fakat kısa zamanda muhtelif ellere geçmiş ve isim değiştirmiştir. Takvim-i Vakayi’nin Fransızca nüshası sayılabilecek olan Le Moniteur Ottaman (Osmanlı Habercisi) adlı gazete de Sultan II.

Mahmud’un emriyle bu gazetenin 1831’deki sahibi Alexandre Blecque tarafından