• Sonuç bulunamadı

Siyasi Olaylara Bağlı Toplumsal Değişim ve Türkçülüğe Dair Kıpırdanmalar Kıpırdanmalar

18. yüzyıl aydınlanma felsefesinin ulus-devletin düşünce dünyasını belirleyen bir zihniyet yeniliği hatta devrimi olduğunu söylemek doğaldır. Bu felsefenin tüm

1.1.3. Siyasi Olaylara Bağlı Toplumsal Değişim ve Türkçülüğe Dair Kıpırdanmalar Kıpırdanmalar

Osmanlı Devleti’nin 16. yüzyıldan itibaren Batı karşısındaki üstünlüğünü kaybetmeye başlaması, devletin askerî yapısının yozlaşması, merkezî otoritenin zayıflaması, teşkilat ve hukuk yapısının gelişme kabiliyetini kaybetmesi ciddi sorunları gündeme getirmiştir.

Bütün sorunlara bağlı olarak mevcut kurumların mali ve sosyal gereksinimleri karşılayamaması, meydana gelen sorunların halledilememesi, anlık çözüm yollarının

sorunları ortadan kaldırmaktan uzak kalışı gibi nedenler, yeni düzenlemelere gidilmesi ihtiyacını doğurmakla, daha kalıcı ve daha köklü çözüm yollarının aranması gereğini hissettirmiştir (Ongunsu, 1940: 6-7). Öyle ki devlet çatısı altında her geçen gün, toplumsal hareketlilikler isyan boyutuna varmıştır. Etnik unsurlardan tutun da savaşlarda yenilgi üstüne yenilgi alan yeniçeriler de kazan kaldırıp provokatif bir tutum sergilemişlerdir.

Yirmisekiz Çelebi Mehmet’in4 Avrupa’ya bir elçi olarak kısa bir süreliğine gönderilmesi, Paris’te ikamet etmesi, gezip gördüklerini iyi bir gözlem gücüyle kaleme alması ve bunları Osmanlı topraklarına taşıması hayli ses getirmiş, toplumsal değişim için ilk bürokratik adım da atılmıştır.

Buna bağlı olarak Avrupa’yı yakından tanıma fikri, yasal bir şekilde elçilikler üzerinden gerçekleştirileceği devlet için bir politikaya dönüşmüş ki ilk daimi elçilik 1793 tarihinde Londra’da açılmıştır.5

İlk elçiliklerin açılmasının sebeplerinden birisi de yurtdışına giden, gönderilen öğrencilerin işlerini kolaylaştırmaktır. Bu öğrencilerin gönderiliş sebepleri de yine devleti Avrupa ayarında bir yaşam standardına taşıma gayretinden başka bir şey değil.

Bu elçilikler vasıtasıyla Batılı anlamda birçok yeniliğin Osmanlı topraklarına taşınmasının yanında Mustafa Reşit Paşa, Ali Paşa ve Fuat Paşa gibi yöneticilerin yetişmesine de zemin hazırlamıştır. Bu paşaların da desteğiyle bir sonraki kuşakta Namık Kemal ve Şinasi gibi aydınlar hem edebî sahada hem de toplumsal alanda değişimler için öncü olmuşlardır.

Şöyle ki Diderot, Montesquieu, Voltaire, jean jacques Rousseau’nun fikirlerine dayanan 1789 Fransız İhtilali ile tüm dünyaya yayılmaya başlayan liberté (hürriyet), égalite (müsâvat/eşitlik) ve fraternité (uhuvvet/kardeşlik) kavramları dönemin aydınlarını bir

4 Yirmisekiz Çelebi Mehmet’in “yirmisekiz”i, Yeniçeri Ocağı’nın söz konusu “orta”lardan oluşmuş olmasıyla alakalı bir isimlendirmedir. Yeniçeri Ocağı’nın yirmi sekizinci ortası’ndan çıkıp yeteneğine istinaden, gelmiş olduğu yirmi sekizinci ortanın adına atfen anılarak görevlendirilmiştir.

5 Buradaki ilk elçimiz Yusuf Agah Efendi olmuştur.

araya getirerek bu babada küçük de olsa “Yeni Osmanlılar” adında bir topluluk kurulmuştur. Bununla birlikte devletin kendini yenilemesi için birtakım yenilik arayışları aydınları Meşrutiyet’i haykırmaya kadar götürmüştür.

Öyle ki Yeni Osmanlılar olarak da bilinen grubun üyelerinden Ali Suavî (Ali Suavî hakkında bkz. Çelik, 1994) Ulûm gazetesinde neşretmiş olduğu yazılarında, Batı’nın fikrî ve siyasi kavramlarını tartışmıştır. “Şekl-i Hükümet Şer’i değildir.” nazariyesini ilk defa gündeme getirmiş olan Ali Suavî’nin, din-devlet ilişkilerinin birbirinden ayrılması gerektiği görüşünü savunduğunu öne süren Danişmend, bu görüşünden yola çıkarak Ali Suavî’yi laik düşüncenin ilk naiv (saf) örneklerinden biri olarak değerlendirmiştir (Danişmend, 1942: 21).

Ali Suavî, devlet işlerine dinin müdahalesi durumunda, devletin ilerleyemeyeceğini, kendini yenileyemeyeceğini ileri sürmüştür. Suavî’ye göre: “Şerîat dünya umûruna karışırsa devlet için terakki yoktur.”6

Ali Suavî’nin bu düşünceleri yıllar sonra da olsa tan olarak 1937’de, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasa maddeleri arasında kabul edilmiştir. XIX. yüzyılın ortalarına doğru Polonya’da Çarlığa karşı başlatılan direniş sonunda aydınlar Osmanlı himayesine sığınmak zorunda kalmıştır.

Yine Avusturya-Macaristan topraklarındaki aydın sınıfı kendilerine yapılan baskıya dayanamayıp Osmanlı topraklarına iltica etmek zorunda kalmışlardır. Akabinde ülkeye gelen bu aydın sınıfla görüşen bilim adamı, subay, memur, düşünür bu aydın sınıfın güdümünde yeni yeni adımlar atmaya başlamış, tıp okulu, mühendishane, Galatasaray Lisesi gibi kurumlar faaliyete geçirilerek Avrupa’dan eğitimciler getirilmiştir.

Devletin her alanda ıslaha muhtaç olduğuna inanmış bir devlet adamı olan Cevdet Paşa, devlet idaresinin sağlıklı bir biçimde işleyebilmesi için, ihtiyaç duyulan ıslahatın düzenli olarak yapılmasını zaruri olarak görenlerden biri olmuştur. Cevdet Paşa gibi yönetici kadrolarındaki bu insanların düşünceleri, Avrupa’da gelişen hürriyet fikrini,

6 Le Mukhbir, sayı: 25, 29 Fevrier 1868, s. 2

aydınlarla birlikte Osmanlı topraklarına geçirmiş ve en nihayetinde alt birimlerdeki yöneticilerden tutun da ediplere kadar herkesi bu düşünceler etkilemiştir.

19. yüzyılın başlarından itibaren Batı’da ve Balkanlar’da Panslavizm akımları kendine yayılma alanı bulmuştur. Şöyle ki, Rusya’nın egemenliği altında kalan slav kökenli milletler (Bulgarlar, Slovenler, Hırvatlar, Sırplar, Karadağlılar) ki bunların birçoğu 19.

yüzyılda Osmanlı, Avusturya ve Almanya güdümünde olmalarına rağmen Çek asıllı bilginler, Çek dininin ve edebiyatının tarihine dair kaleme aldıkları eserlerde bu milletleri kapsayıcı olarak “Panslavist” terimini dile getirmişlerdir. 1830 ile 1848 arasında söz konusu yukarıdaki milletlerin yaşamış olduğu ihtilallerle Panslavizm yayılma olanağı bulmuştur. Özellikle Fransız İhtilali’nin getirmiş olduğu milliyetçilik düşüncesi, imparatorluk hacmindeki devletleri ki en başta gelenlerden biri Osmanlı’dır, tehdit etmiş hatta ilerleyen süreçte imparatorlukların dağılmalarına sebep olmuştur.

Rusya bu aşamada, Panslavist söylemleri geliştirerek Osmanlı’nın dağılmasını ve topraklarına da Slav kökenli milletleri yerleştirerek yeni ve küçük devletler kurmayı bir dış politika olarak benimsemiştir.

Buna bağlı olarak Almanya ve Rusya, bu devletlerarası dış politakaya sarılarak bunu Osmanlı Devleti’nin dağılmasına yönelik kullanmışlardır. Etnik grupları kışkırtmışlardır.

Çünkü asırlardır tüm Hristiyanlık âlemi için ayrı bir önemi haiz olan İstanbul, Hristiyanlar için bir özlem olsun istemiyorlardı. Asırlarca Avrupaya korku salan İmparatorluğu çözecek reçete, milliyetçilik olarak ellerine geçmiş ve kullanma zamanı gelmişti.

Sonuç olarak Osmanlı Devleti içerisinde etnik unsurların milliyetçiliğe dair düşünceleri keskinleşerek Osmanlı’dan önce özerklik sonra da bağımsızlık talep etmişlerdir. Etnik grupların sığındığı Panslavist düşüncelerin karşısında Osmanlı bir ideoloji olarak Osmanlıcılığı çıkarmış olsa da pek etkili olmamıştır. Sırpların, Yunanlıların, Bulgarların, Ermenilerin sırayla isyana kalkışmaları ve buna dönük Osmanlı’nın mücadelesi artık fikirsel bir boyutta yürütülmeye başlanmıştır.

İşte bu fikirsel savaş boyutu, Ömer Seyfettin’in Balkanlarda bir subay olarak görev yaptığı yıllarda da devam etmiştir. Selanik’te Ömer Seyfettin’in Genç Kalemler’le yola

çıktığında da devam etmiştir hatta Atatürk gibi bir dehanın Selanik’ten çıkmış olması da bir tesadüf değildir…

Yine tarihi sürece dönecek olursak ne Osmanlıcılık ne de İslamcılık (Ümmetçilik) Osmanlı toprak bütünlüğünü korumaya muktedir bir ideoloji olmuştur. Çünkü Osmanlı topraklarında Fransız İhtilali’nin ilk kıvılcımı olarak değerlendirilen 1804 Sırp isyanından tutu da 1829’da Yunanistan’ın bağımsızlığını ilan emesiyle hızlanan bir süreçte Osmanlı topraklarında ne kadar azınlık konumunda millet varsa kendi kimliğini sorgular duruma gelmiştir.

Kimlik sorgulaması, insanların yaşam biçimi ve kültürel birlikteliği sağlayan etkenler üzerinden gelişerek azınlık konumunda olanların bağımsızlıklarının ilanıyla birlikte elde kalan bir avuç Türk de kendi varlığını duyumsamış, kendi kökenlerine sarılmış ve devletin bekası için Türkçülük gibi bir ideolojiye sarılmıştır.

İşte, Tanzimat sonrası Türkçülüğün sistemli bir şekilde gelişmesinin ardında, Fransız İhtilalinin yankılarının Osmanlı topraklarına ulaşmasıyla birlikte siyasi olaylar, Türkçülüğü bir kurtuluş olarak mecburi kılmıştır. Tabii bu süreç çok daha erken tarihlerde başlamış olsa da 20. yüzyılın başlarında su yüzüne çıkmış önce kendini edebî alanda romantik bir şekilde ifade etme fırsatı bulmuş, akabinde savaşlarla siyasi bir sürece girmiştir.

Bu noktada denilebilir ki Türk milliyetçiliğinin bilinçli adımları Tanzimat sonrası atılmıştır. Nitekim bu dönemde Şinasi’nin Rasyonalizm ve Pozitivizm etkisinde ortaya koymaya çalıştıkları ile Namık Kemal’in “Vatan ve Hürriyet” kelimeleriyle özdeş bir şahsiyet olmasının yanında bu dönemin Türkçülük için en önemli adımlarını Ahmet Vefik Paşa, Süleyman Paşa ve Ali Suavî atmıştır.

Ahmet Vefik Paşa’nın Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın Şecere-i Türkî’sini Doğu Türkçesinden Batı Türkçesine çevirmesi, Lehçe-i Osmanî’sinin önsözünde çeşitli Türk lehçelerini ele alması Türkçülük nâmına ilk kıpırdanmalar olarak kabul edilebilir.

Yine Müşir Süleyman Paşa’nın Tarih-i Âlem’inde Türk tarihini bir bütün olarak ele alıp incelemesi; Sarf-ı Türkî’si ve Türkçe-Osmanlıca kavramları üzerine Recaizâde Ekrem Bey’e göndermiş olduğu mektubundaki meşhur mektubundaki düşünceleri Türkçülüğe ideolojik bir kimlik kazandırmaya zemin hazırlamıştır.

Ali Suavî’nin Türk medeniyeti, Türk tarihi, Türklerin kökenleri ve Türk dili hakkında yazmış olduğu kitap ve makaleler Türkçülük için bilinçli ve sistemli bir sürecin başladığının göstergesidir. Ancak Türkçülük bu dönem, geniş halk kitlelerine ulaştırılamamış, propagandası yapılarak kitlesel bir harekete dönüştürülememiştir.

Ali Suavî’den sonra, Türkçülük için yaptıkları faaliyetler kapsamında Veled Çelebi’nin Türkçenin sadeleştirilmesi için çabaları, Necip Âsım [Yazıksız]’ın çeviri ve Türk dilini temellendirme girişimleri, Şemseddin Sâmi’nin Türk tarihi ve dili üzerine yaptığı çalışmalarla birlikte Bursalı Tahir’in “Türklerin Ulûm ve Fünûna Hizmetleri” gibi eserler Türkçülüğü su yüzüne çıkarmıştır.

1897 Türk-Yunan Savaşı ile Türkçülüğün yayılması için aranan kan bulunmuştur. Savaş ortamında millî duyarlılık artmış, Mehmet Emin (Yurdakul) ve Ahmet Hikmet (Müftüoğlu) gibi sanatçıların Türklüğü yücelten edebî eserleri sayesinde insanların vicdanlarına yerleşmiştir. Yusuf Akçura söz konusu edebiyatçılar için “Bu iki san’atkar, üstatça kullandıkları temiz Türkçenin kudretini ilk defa Yunan harbi sırasında gösterdiler. Millî şairimizin: “Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur!” diye başlayan şaheseri Türklerin Yunan efzonlarını süngüleri ucuna takıp Dömeke sırtlarından aşağıya yuvarladıkları sırada bir zafer borusu güzelliği ve coşkunluğuyla bütün Türk dünyasında çınladı. Ahmet Hikmet Bey, Müslüman Türk’ün Tanrısına öz diliyle ilk hitabı olan Yakarış’ını bu zaferden iki-üç yıl sonra göklere doğru yükseltti (Akçura, 2009: 120).

Buna rağmen yukarıda zikredilen isim ve eserler, Tanzimat sonrasında Türkçülüğü sistemli bir sürece sokarak Türk milliyetçiliğinin esaslarını, yıllar sonra Ziya Gökalp tarafından gerek sosyolojik gerek kültürel gerekse bir yaşam biçimi olarak incelemesine zemin hazırlamıştır. Hiç şüphesiz Bu eserler Ziya Gökalp tarafından gözden geçirilmiş ve Osmanlı’nın son dönemlerinde asıl ihtiyaç duyulan ideolojik ve sosyal yapılanmanın gerekleri sistemli bir şekilde Türkçülüğün Esasları adlı eserinde dile getirilmiştir.