• Sonuç bulunamadı

Şark Sorunu Olarak İlk Sorgulamalar

18. yüzyıl aydınlanma felsefesinin ulus-devletin düşünce dünyasını belirleyen bir zihniyet yeniliği hatta devrimi olduğunu söylemek doğaldır. Bu felsefenin tüm

1.2. YABANCILARIN TÜRKOLOJİ İLE İLGİLİ YAPTIĞI ÇALIŞMALAR

1.2.1. Şark Sorunu Olarak İlk Sorgulamalar

Şark sorunu, her şeyden önce Batılı toplumların inançları doğrultusunda inşa etmiş oldukları medeniyet ekseninin karşısında bir güçle karşı karşıya gelmiş olmalarının maddi manevi uzun süreli, o kadar ki kuşaktan kuşağa bir sorumluluk olarak devredegelmiş, buhranın adıdır.

Şark meselesi, Batı toplumu için bir problem niteliğinde, ilk defa Viyana Kongresi (1815)’nde Rus Çarı Birinci Aleksandr’ın ifadesiyle bir terim hâlinde dile getirilmiştir (Balıbey, 2009). Söz konusu bu tarihten itibaren Şark Meselesi, günümüze kadar, Hristiyan Batı kültürüne mensup milletlerin ve bu milletlerin etkileriyle Türk olmayan

diğer Müslüman milletlerin dahi, Müslüman Türk milletini, gerek devlet olarak gerekse millet olarak sosyal anlamda; ekonomi ve sanayi bağlamında olduğu gibi kültürel ve siyasi açılardan da kendi etkisi altına alarak sabit tutma ya da yok etmek gayesinden ibaret algılanmıştır (Topçubaşı, 2000: 19).

Şark Meselesi, Batılı toplumların bakış açısı doğrultusunda, kendi aralarındaki din merkezli geliştirmiş oldukları medeniyet karşısında, Türklerin barbar bir kimlikle Avrupa ve Anadolu’dan uzaklaştırılarak kendi öz yurtları olarak bilinen Orta Asya’ya gönderilmesi şeklinde bir algı ile asırlarca bir problem olarak kalmıştır. Yakın tarihte 20.

yüzyılın başlarında dahi özellikle Mondros Ateşkes Anlaşması ve Sevr Anlaşması’nda daha da belirginleşmiş bir şekilde varlığını, bir amaç olarak yaşadığını, göstermiştir.

Fransa’da Foi et Vie adlı iki haftada bir yayımlanan derginin ilk sayfalarında uzun uzadıya Ermenilerin mağduriyetinin konu edildiği ve yazar imza olarak “Demiştim”

şeklinde düşülen imzalı köşe yazısının ilk paragraflarından itibaren Şark Meselesi bir problem olarak İstanbul’un fethine kadar götürülmüştür.

“La question d’Orient date de 1453, de la prise de Constantinople par les Turcs. Pendant des siècles, l’Europe eut l’effroi de la Force Turque. Puis, la Turquie ayant vieilli, l’Europe eut l’effroi de la Faiblessa Turque.8 Elle ne parla plus que de “l’homme malade”9 et, comme aucun Etat ne voulait qu’un autre fût son héritier, tous se mirent à le soigner pour que, si possible, son agonie fut interminable.”10

[Şark Sorunu, İstanbul’un Türkler tarafından alındığı tarihe dayanmaktadır.

Asırlar boyunca Avrupa Türk gücünden korkmuştu. Türkiye zayıfladıktan sonra da Türkiyenin zayıflamasından korkdular. Ondan sadece hasta adam olarak bahsediliyordu ve hiçbir devlet onun varisi olmasını istemediği için herkes onu iyileştirmeye çalışmış ve böylece ıstırabı sonsuz olmuştur].

Görüldüğü üzere Avrupalılar Türklerin Asya’dan gelip Anadolu üzerinden Avrupa’ya ayak basmalarına tahammül edememiş onların askerî ve siyasi gücü karşısında uzun

8 Voir Conférence de Fr. de Pressensé dée. 1913, Publiée par Foi et Vie 1 août 1915. (Kaynağın kendi dipnotudur.)

9 Le mot est, paraît-il, du tzar Nicolas 1er (Paul Haury, -Exposé simple et clair de la question d’Orient, l913, p. 14). (Kaynağın kendi dipnotudur.)

10 Foi et Vie, nu:6-7, 16 Avril 1916, s.108

yıllar fobi şeklinde bir korku ile yaşamak zorunda kalmışlar. Osmanlı’nın güç kaybı ile birlikte söz konusu sorunu, her fırsatta kendi medeniyetlerinin yani Hristiyanlık’ın lehine olacak şekilde yönlendirmeye çalışmıştırlar.

Zamana zaman ve coğrafi konuma bağlı olarak farklı görünümlerle tarihî süreç içerisinde, tekrar nükseden bir Batı politikası olarak Şark Meselesi’nin temelinde, Hristiyan-Müslüman karşıtlığı olduğu gibi Avrupa ve Türkler şeklinde gelişen olaylar silsilesi yatmaktadır. Şark Meselesi, bir terim olarak genellikle Avrupalı toplum ve aydınlarca kullanıldığı düşünülürse, bu meselenin bir problem olarak aslında Avrupalı milletlerin haçlı zihniyeti ile hareket ederek en kapsayıcı bir şekilde Hristiyan medeniyetinin çıkarlarına odaklı hareket etme zihniyeti olduğu, bariz bir şekilde görülecektir.

1789 sonrasında tüm dünya imparatorluklarını etkileyecek olan Fransız İhtilali ile birlikte, Osmanlı’nın kendi bünyesindeki etnik gruplar da hareketlenmeye başlamış ve her bir grup zaman zaman Osmanlı’nın merkezi otoritesine karşı kışkırtılmıştır. Buna balı olarak ayaklanmalar neticesinde diğer etnik gruplar karşısında Türkler, kendi kimliklerini hatırlamış olmakla birlikte, toplumsal olarak kendilerini yenileme gereği duymuş olmalarına istinaden Avrupa ile daha yakından temas kurmuştur. Bu temaslarla birlikte ticaretin yanında Türkler işgal ettikleri coğrafya ile bir ticaret pazarı olmanın yanında Avrupalı bilim adamlarınca araştırma konusu olacak nitelikte bir odak merkezi konumuna gelmişlerdir.

Türklerin bu nitelikte bir konuma gelmeleri, Osmanlı toprakları ile ilgili alınması gereken kararlar, ister kültür ve medeniyet için olsun ister ticari çıkarlar için olsun her seferinde Batılı toplumların, Hristiyan medeniyetinin lehine olacak nitelikte alınmıştır.

Osmanlı Devleti’nin, 1838 yılında İngiltere ile imzaladığı Balta Limanı Antlaşması ile iktisadî anlamda iflasın eşiğine getirilmiştir. Bunu takip eden yıllarda, yani 1839 yılında Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa orduları karşısında aldığı yenilgi ile de askerî alandaki iflasının tescili gerçekleşmiş, böylelikle de hasta ve gölge bir devlet açığa çıkmıştır. İşte Şark Meselesi, Batılı aydınların nezdinde, gerçek anlamını bu olumsuz neticelerle kazanmıştır (Gök, Akandere, Sönmez, Semiz, 1988: 33).

Bir tarihçi ve araştırmacı olarak Enver Ziya Karal’ın bu konudaki bütünleyici tespiti şudur ki Türklerin Millî Mücadele olarak ortaya koyduğu çaba sadece Yunanlara karşı olmamıştır. Bu mücadele, aynı zamanda asırlarca süregelen işgalci ve emperyalist zihniyetle Doğu toplumlarına bir sömürge gözüyle bakan Batı Dünyasına karşı verilen bir mücadeledir. Bu mücadele ile Türk Milleti, Atatürk’ün liderliğinde Sevr Antlaşması’nı bir hezimet olarak maziye bırakırken Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurmuş ve Hristiyan Dünyası’nın Şark Meselesi nezdinde “Türkleri Anadolu’dan atma;

Anadolu’yu tekrar Hristiyanlaştırma” amacını hezimete uğratmıştır. Tarihî süreçler gözden geçirildiğinde, asırlara göre farklı farklı hedefler hâlinde su yüzüne çıkan Şark Meselesi, bir politika olarak 19. yüzyılın ilk yarısında, Osmanlı’nın bir devlet olarak toprak bütünlüğünün korunması; 19. yüzyılın ikinci yarısında ise Türklerin Avrupa’daki topraklarının paylaşılması şeklinde belirlenmiştir. 20. yüzyılda ise Osmanlı Devleti’nin bütün topraklarının parçalanarak bölüşülmesi mahiyetinde, yok etme amaçlı bir söylem şeklinde kullanılmıştır (Karal, 1947/1983:207-208; Aydın, Haziran 2002: 21).