• Sonuç bulunamadı

Dil Oğlanlarının Vesile Olduğu İlk Kıpırdanmalar

18. yüzyıl aydınlanma felsefesinin ulus-devletin düşünce dünyasını belirleyen bir zihniyet yeniliği hatta devrimi olduğunu söylemek doğaldır. Bu felsefenin tüm

1.2. YABANCILARIN TÜRKOLOJİ İLE İLGİLİ YAPTIĞI ÇALIŞMALAR

1.2.2. Dil Oğlanlarının Vesile Olduğu İlk Kıpırdanmalar

Bir tarihçi ve araştırmacı olarak Enver Ziya Karal’ın bu konudaki bütünleyici tespiti şudur ki Türklerin Millî Mücadele olarak ortaya koyduğu çaba sadece Yunanlara karşı olmamıştır. Bu mücadele, aynı zamanda asırlarca süregelen işgalci ve emperyalist zihniyetle Doğu toplumlarına bir sömürge gözüyle bakan Batı Dünyasına karşı verilen bir mücadeledir. Bu mücadele ile Türk Milleti, Atatürk’ün liderliğinde Sevr Antlaşması’nı bir hezimet olarak maziye bırakırken Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurmuş ve Hristiyan Dünyası’nın Şark Meselesi nezdinde “Türkleri Anadolu’dan atma;

Anadolu’yu tekrar Hristiyanlaştırma” amacını hezimete uğratmıştır. Tarihî süreçler gözden geçirildiğinde, asırlara göre farklı farklı hedefler hâlinde su yüzüne çıkan Şark Meselesi, bir politika olarak 19. yüzyılın ilk yarısında, Osmanlı’nın bir devlet olarak toprak bütünlüğünün korunması; 19. yüzyılın ikinci yarısında ise Türklerin Avrupa’daki topraklarının paylaşılması şeklinde belirlenmiştir. 20. yüzyılda ise Osmanlı Devleti’nin bütün topraklarının parçalanarak bölüşülmesi mahiyetinde, yok etme amaçlı bir söylem şeklinde kullanılmıştır (Karal, 1947/1983:207-208; Aydın, Haziran 2002: 21).

tercümanlar Fransa kralının Türkiye’deki bakanı konumunda idiler; İstanbul’da yaşıyorlardı. İlk tercümanlar 1669 yılında kraliyetin işlerini yürütmek amacıyla İstanbul’a gönderilirler (Nurlu, 2013: 477-498). Resmi bir kimliğe sahip olan bu kimseler zamanla bulundukları ülkenin sosyal hayatından tutun da insanların yöresel konuşma ağızlarına varıncaya kadar birçok konu ile alakalı veri toplamayı kendilerine bir görev olarak kabul etmişlerdir.

Suna Timur Ağıldere ise, Dil Oğlanları’nın Avrupa toplumlarındaki gelişim sürecini daha kronolojik bir şekilde vererek bunun doğu toplumlarını daha yakından tanıyarak onları gerek ticaret gerekse sosyal yapı üzerinden denetlemeyi, bir politika haline getirdiklerini gösteriyor. Tercüme odasına benzer bir tercüman yetiştirme politikasını Batı Devletleri, Osmanlılardan yaklaşık olarak üç yüz yıl önce İstanbul’da hayata geçirmişlerdir. Venedik Cumhuriyeti kendi uyruğundan olan doğu dilleri ve özellikle de Türkçe bilen tercümanlarını yetiştirmek amacıyla 1551 yılında İstanbul’daki elçiliğinin bünyesinde ilk Dil Oğlanları (İt. Giovani Della Lingua) Okulu’nu kurmuştur. Venedik Cumhuriyeti İstanbul’daki Dil Oğlanları Okulu örneğini, 1669 yılında Fransa, 1754 yılında Avusturya, 1766 yılında Polonya ve son olarak 1814 yılında İngiltere izlemiştir (Ağıldere, 2010: 693-704). Bu devlet politikası haline gelen Doğu’yu yakından takip etme konusu ilerleyen zamanlarda 18 ve 19. Yüzyıllarda doğuya egemen olma yarışına dönüşecektir.

Osmanlı arşivlerinde bunlara bu görevlendirmelere delil olarak resmi atama evraklarına bakmak yeterli olacaktır. Buna en bariz örnek olarak Mora Tercümanlığı 25 Ocak 1781’de Divan-ı Hümayun Tercümanlığına bağlanmış (rabt ve ilhak) ve bu görev için Divan Tercümanlarının maiyyetinde bulunan bir dil oğlanı vekâleten Divan-ı Hümayun Tercümanı tarafından görevlendirilmiştir.11

Bu görevlendirmeler herkesçe bilinen bir gerekçe ile gerçekleşmiş olsa da bu Dil Oğlanları’nın aynı zamanda farklı misyonları da olmuştur.

Buna bağlı olarak diyebiliriz ki Avrupa toplumu, İstanbul üzerinden doğu toplumlarını mercek altına alarak daha yakından tanıma fırsatı bulmuş ve Fransız İhtilali sonrasında da

11 BOA, Cevdet Hariciye, No: 4358, (29 M 1195/ 25 Ocak 1781)

güçlü bir Osmanlı istemedikleri için zaman zaman iç dinamiklerini, etnik unsurları göz önünde bulundurarak milliyetçilik üzerinden Osmanlı’yı çok güç durumlara sokmuşlardır.

Bununla birlikte Ağıldere, bu okulların amaçlarından birinin de Osmanlı İmparatorluğu’nda görev yapacak ilgili devletlerin görevlilerinin Türkçe öğrenimini küçük yaşlardan itibaren devlet eliyle sağlandığını belirtmiştir (Ağıldere, 2010: 693-704). Böylelikle kendi uyruğundan birinin, kendi yetiştirdiği birinin bilgisi daha güvenilir olacağı kanaatindedir. Bu uygulamanın temel amacı, dönemin diplomasi trafiğinin başlıca kahramanları olarak kabul edilen tercümanların ihanetlerini en aza indirmek olduğunu söyler ki dayanak noktası olarak da Cahit Yalçın Bilim’in Türkiye’de Çağdaş Eğitim Tarihi (Bilim, 2002: 177) adlı eserini göstermektedir.

Bu okulda yetişen öğrenciler sıradan ailelerin çocukları olmayıp toplumun ileri gelen zengin sınıfın çocukları olarak belli bir yaş aralığında (8-12) olan kimseler tercih edilmiştir. O yıllarda herkesin eğitime dair ayıracağı belli bir zaman dilimi lüksün ifadesidir.

Doğu dilleri Dil Oğlanları Okulu’nda Fransa’nın önde gelen Caussin de Perceval (Enstitü üyesi ve Collège de France’da Arapça profesörü), Barbié de Bocage (Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Edebiyat ve Coğrafya Fakültesi’nde profesör ve Enstitü üyesi) gibi entellektüel aile çocuklarının adı yeralmaktadır. Ayrıca Fornetti, Fonton, Adanson, Roustan gibi öne çıkan mütercim, çevirmen, ailelerinin çocukları da bulunmaktadır (Hitzel, 1995: 19).

Venedik Cumhuriyeti’nin Doğu Dilleri Oğlanları Okulu’nu (1551) göz önünde bulunduran Fransa, 1669’da İstanbul’da Doğu Dilleri Oğlanları Okulu’nu faaliyete geçirmiştir. Bu tarihlerden itibaren Türkçe de Avrupa’da özellikle 19. yüzyılda kültürel zenginliği ile öne çıkan Fransa’da yabancı dil olarak öğretilmeye başlanarak Fransızların Türk kültürü üzerine olan ilgisi de artmıştır.

Doğu Dilleri Okulu’nun önemli bir yanı Fransız öğrencilere çok erken yaşlardan itibaren İstanbul’da Türk dili ve kültürünü öğretmek olmuş ve bunu da hakkıyla yaptığı için okula girmek, dönemin aileleri arasında bir yarışa vesile olacak nitelikte ayrıcalık kazanmıştır.

Söz konusu öğrenciler ilerleyen yıllarda uluslararası ilişkilerde diplomat ve çevirmen olarak önemli görevler almış ve Osmanlı kültürü ile Avrupa kültürü arasında bir köprü oluşturmuşlardır (Ağıldere, 2010: 693-704). Şahsi faaliyetleri bir yana bu sorumluluğu gelmiş olduğu devlete karşı bir görev aşkı ile duyumsamamış olsalardı, dil öğrenmeye ve kültür elçisi gibi bir misyona hiç dâhil olmazlardı.

Dil Oğlanları’nın en önemli özelliklerinden biri, ikamet ettiği ülkeyi her yönüyle inceleyerek kendi ülkesine kazandıracağı ne varsa bunu bir bilim adamı titizliği ile yapmış olmalarıdır. Nihayetinde ortaya koymuş oldukları faaliyetlere bakıldığında, kendi dönemlerinin dil ve kültürel birikimini en iyi yansıtan kimseler olmuşlardır.

Abel Remusat (1788-1832), Joseph De Guignes (1721-1800), Stanislas Julien (1799-1873) Edouard Chavannes (1865-1918) Wilhelm Thomsen (1842-1927), Wilhelm Radloff (1837-1918) gibi aydınların çalışmaları ışığında, Türklerin millet olarak Asya ve Avrupa’da gelişmiş olan medeniyet tarihindeki rolleri üzerine yeni görüşler ortaya konmuştur. Buna bağlı olarak devamında, İslamiyet öncesindeki Türk tarihi yeni bir kronolojiye kavuşmuş ve yeni bakış açıları doğrultusunda yeni yaklaşımlarla yeni araştırmacıların yetişmesine zemin hazırlanmıştır.

Bu Türkologlar içinde, özellikle Joseph de Guignes’in Hunların Türklerin ve Daha Sair Tatarların Tarihi, Abel Remusat’ın Observations Sur Histoire des Mongols Orientaux 1832; Arthur Lumley Davids’in Türk Dili Grameri 1832; Polonya (Lehistan) kökenli Mustafa Celaleddin Paşa’nın Eski ve Modern Türkler 1869, Leon Cahun’un Asya Tarihine Giriş 1896, isimli eserleri ideolojik boşluk içinde bulunan ve yıkılışa karşı çare arayan Türk aydınları arasında, Türklük şuurunun uyanmasında çok önemli bir role sahip olmuştur (Akçura, 1981: 29-30). Söz konusu Osmanlı topraklarındaki öz Türkleri, kendilerine bir hayranlıkla birlikte kimliklerine sahip çıkmaya yöneltmiştir. Türklere kimliklerini sorgulama fırsatı yaratan bu eserler, Türklere toplum olarak kendilerine dışardan bakma fırsatı yaratmıştır. Batılı aydınların bilimsel mahiyette ortaya koyduğu bu eserler, Türkleri köken olarak millattan öneceye taşımakla Osmanlı Türklerine hem coğrafi olarak hem de medeniyet olarak bir hafıza yenilemesi etkisi yapmıştır. Daha açıkçası 19. yüzyıl Osmanlı Türklerine teknik anlamda hafızalarına dijital anlamda format atmıştır.

Nitekim bunun en somut örneklerini Avrupaya ilk giden aydınların rasyonel düşüncelerle birlikte daha realist daha gerçekçi, daha kültür milliyetçisi olarak yurda döneceği görülecektir.

Bununla birlikte bu tesirler Türkçülüğü bir siyasi fikir olarak değil, Türkleri gerek tarihî gerek kültür ve dillerini bilimsel bir çizgide ifade etmek için daha bilimsel bir sürece ve daha millî bir tarih arama çizgisine sokmuştur. İlerleyen zamanlarda Türkçülüğün bir fikir hareketi olması için, siyasi bir söyleme dönüşmesi için ilk adımların bu eserler aracılığıyla ortaya çıktığı inkâr edilemez. Doğrudan bir katkısından ziyade ilerde oluşacak bir kamuoyunun temelleri bu çalışmalarla atılmıştır.

Bu çalışmaların her birinin Türk tarihinden iftiharla bahsettiği söylenemez ama Osmanlı coğrafyasındaki karmaşa içinde devletin aslî unsurunu oluşturan Türklerin kendi geçmişini sorgulamasını, kendini tarih üzerinden tanımasını hızlandırmış ve Türkçülüğü 20. yüzyılın başlarından itibaren siyasi bir düşünce boyutuna sevk etmiştir diyebiliriz.

Dönemin aydınlarının bir şekilde ellerine geçtiğini düşündüğümüz, söz konusu Avrupa’da Türklere dair eser namına ne varsa hepsi aydınları millî bir kimlik arayışına soktuğu gibi millî bir dilin özelliklerini de düşündürtmeye başlamıştır diyebiliriz.

Bu düşünce biçimleri, kimi zaman Tanzimat’ın ikinci kuşağı üzerinden bir hikâye, bir roman hatta bir şiir üzerinden kendisine tartışma zemini yaratmıştır. Gerek dile gerekse Osmanlı çatısı altından ayrılması söz konusu milletlere dair fikir çatışmaları, aynı zamanda Millî Edebiyat’ın “Yeni Lisan”ını da hazırlamıştır. Toplumsal hareketliliğe bağlı olarak insanların gündemdeki her konuya dair düşünce beyanlarında dile müracat etmeleri, onları gelecekteki dil reformlarına hazırlamıştır.