• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2. MODERNLİĞİN KAYNAKLARI VE MODERNİZM MODERNİZM

2.3. Reform

Reform hareketi Avrupa’da Haçlı Seferleri, Rönesans, Hümanizm ve Coğrafi Keşifler gibi olayların sonucunda meydana gelen birbirinden farklı ama aynı zamanda birbiriyle iç içe geçmiş, kendi içlerinde değişim gösterirken diğer alanları da değiştirerek etkileyen siyasal, sosyal, ekonomik olayların gerçekleştiği bir dönemde ortaya çıkmıştır.

Reform hareketi belirli bir dönemde meydana gelen gelişmelerin ve kilisenin kurulduğundan beri süregelen iç çekişmelerin bir sonucudur diyebiliriz. Katolik Kilisesi kurulduğundan bu yana birçok başkaldırı ile karşılaşmıştır. Peter Waldo, Assisli Aziz Francis, John Hus ya da Jeanne d’Arc bilinen önemli örneklerdir. Kilise karşılaştığı isyanlar karşısında bazen kendi içinde reform yaparak bazen de isyancıları kılıçtan geçirerek ya da aforoz ederek varlığını sürdürmüştür. Roma İmparatorluğunun da resmi dini olan Hıristiyanlığı temsil eden kilise Ortaçağda her alanda hakim güçtü. Bu dönem, Batı Roma imparatorluğunun kültürel ve siyasal mirasçısı olan bu nedenle dönemin hakim gücü konumundaki Kilise’nin etkisi altında şekillenmiş bir dönemdir (Omay, 2010, s. 235). İnsanların okuma yazma bilmediği, toprak sahibi soylulardan ise çok azının bildiği bir dönemdi ve İncil sadece Latince bilen din adamlarınca okunabiliyor, düşünce sistemi ise dinsel temelli olup, dogmalara dayanıyordu. Ortaçağ yoksulluğun ve cahilliğin olduğu karanlık bir çağdı. O dönemdeki toprakların yarısına yakını kiliseye aitti ve vergiden muaftı, ayrıca kendi mahkemeleri olan kendine ait bir adalet sistemi

36

vardı. Kilise bu ayrıcalığını ya da gücünü bin seneden fazla korudu (Yıldırım, 1988, s.

173). Orta Çağ Avrupa’sında insanların düşünce yapısı üzerinde Katolik kilisesinin etkisi olduğu çok açıktır. İnsanların okuryazar olmadığı, kilisenin öğretileri doğrultusunda hayat sürdüğü bir dönemde kültür, bilim, ekonomi ve politika alanında kilise yönlendirici olmuştur. Kilisenin en etkili güç olduğu Orta çağda hem Rönesans hem de Reform hareketleri aslında merkezinde kilisenin olduğu kültürel değişimleri ifade eder.

Kilisenin yapısal olarak kendini devam ettirmesini ve etkililiğini sağlayan birçok faktörden biri ama en başta olanı yönettiği dinsel bölgeleri Batı Roma İmparatorluğunun yönetim bölgelerinin modeline uygun olarak düzenlemesiydi. Her bir piskoposluk bir şehir devletine denk geliyordu. İmparatorluğun yıkılmasıyla şehirlerin Germen kabilelerinin istilasına uğramasından sonra da Kilisenin yönetimsel örgütlenmesi aynı şekilde devam etti. Kilise gücünü aldığı imparatorluktan sonra da kendi örgütlenmesine bağlı olarak kendi hakimiyetini devam ettirmiştir (Pirenne, 2016, s. 18). O dönemde birçok farklı kültürden oluşan topluluklar Avrupa insanlarını oluşturduğu için bir birlikten söz etmenin çok zor olduğu gibi en iyi yönetimsel örgütlenmeye sahip tek kurumunda Kilise oluğu söylenebilir bu yüzden böyle bir ortamda kilisenin çok etkin olması da normal sayılabilir. Ayrıca Kilise yoksulların karnını doyuran, muhtaçları koruyan, düşküne sahip çıkan yapısı dolayısıyla halkın güvenini sağlarken, topladığı vergilerle ve bağışlanan topraklarla da zenginliğini artırıyor, Roma’nın hem kültürel hem de kurumsal yapısını devam ettirerek gücünü pekiştiriyordu. Ancak Kilisenin zamanla çok zenginleşmesinin sonucunda soylulardan bile daha fazla güç elde etmesi ve dinsel ve siyasal güce sahip olması, varlığını dayandırdığı ilkelerini unutması ve değiştirmesi, en önemlisi özgürlükleri kısıtlaması gibi nedenlerden ötürü belirli dönemlerde isyanlarla karşılaştığı görülür (Challaye, 1998, s. 201). Avrupa’da Kiliseye karşı her zaman bir başkaldırı olmuştur.

11. ve 13. yüzyıllar arasında gerçekleştirilen Haçlı seferleri ile ilk kez kıta dışından servet akışı gerçekleştirilmiş, Avrupa’ya hem yeni mal akışı sağlanmış hem de ticaret gelişmiştir. Keşiflerle özellikle yeni kıtanın bulunması eski kıtaya zenginliklerin gelmesine yol açmış, Avrupalılar yeni sömürgelerle farklı toplumları tanımış, hem maddi hem de kültürel olarak değişmiş ve dünyayı değerlendirirken farklı

37

perspektiflerden bakmaya başlayarak ve sanata ve bilime olan yaklaşımının da artarak değişmesi Rönesans’a zemin hazırlamıştır. Rönesans Antik Yunan’ın sanat ve bilim anlayışını canlandırarak her şeye dini açıklama getirmeye çalışan kilisenin etkinliğini zayıflatmıştır. Rönesans döneminin dünya görüşü olarak ortaya çıkan Hümanizm ise Skolastik Düşüncenin aksine insan doğasının iyi olma durumunu ve insanın özgür ruhunu öne çıkartmış insan ve doğa sevgisini ana gayesi yapmıştır. Yaşanan bilimsel ilerlemeler insanların kilisenin düşünce sistemini sorgulamalarını sağlamış ve en etkin gelişme ise bilginin yayılmasını ve sonucunda zihinsel değişimi beraberinde getirmesiyle matbaa olmuştur. Martin Luther’in İncili çevirmesinden sonra İncilin matbaa kullanılarak çoğaltılıp herkesin okuma imkânı bulması ise reformu hızlandıran en önemli etkenlerden biri olarak kabul edilir.

Max Weber kapitalizmin gelişmesinde Protestanlığın çok önemli bir etken olduğunu hem analizlerinde hem de, istatistiklerle göstermiştir (Bataille, 2017, s. 123).

Ortaçağ düşüncesini incelediğimizde özellikle erken dönemde ruhban sınıfının ve soylu sınıfının ekonomik hayatta çok etkili olduğunu görürüz. Soylular koruma sağlarken ruhban sınıfı ise ahlaki kuralları koyuyordu. Ekonomi bir anlamda dinsel kurallara göre düzenleniyordu. Böyle bir durumda reformun ana hedefi ise ortaçağ ekonomisini temellendiren otoriteyi yok ederek burjuvanın hakim olduğu yeni bir yönetimsel ekonomi biçimine geçmekti. Ekonomi açısından reform zihniyetin eğilimiyle ilgiliydi.

Reform sürecinin en büyük destekçisi ticaret ile uğraşan ve para kazanmayı amaç edinmiş tüccarlar yani burjuvadır. O dönemde ister küçük işletme sahibi olsun, ister banker olsun parayla uğraşmak kilisenin öğretileri doğrultusunda hem kilise tarafından hem de halk tarafından onaylanan bir durum değildi ve parayla uğraşan insanlara toplum kötü gözle bakar, açgözlü, bencil, gayrimeşru iş yapan biri olarak tanımlayarak aşağılardı. Kendi emekleme dönemi içinde temsilcileri olarak kabul edebileceğimiz kapitalizmin uygulayıcılarına toplumsal evrenin ancak görece küçük yerlerinde tahammül ediliyordu (Wallerstein, 2003, s. 144).

Amaçları para kazanmak olan tüccarlar o dönem içinde Yahudiler, Türkler, tefeciler ile birlikte kabul edilen diğer bir “Kötü Adam” tiplemesiydi. (Burke, 1996, s.

192). Başta faiz olmak üzere parayla uğraşmak günah işlemek, dinin dışına çıkmak demekti. “Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya birinden nefret edip ve öbürünü

38

sever, ya da birine bağlanıp, ötekini hor görür. Siz hem Tanrıya hem paraya kulluk edemezsiniz.” (Matta 6: 24) Görüldüğü gibi tüccar sınıfı hem halk hem de kilise tarafından kabul edilmiyordu ve bunun en önemli sebebi ise kilise tarafından tüccarların Tanrının buyruklarına karşı gelen günahkarlar olarak addedilmesi ve henüz o dönemde çoğu cahil olan insanların zihinsel olarak ticarete karşı muhakemelerinin oluşma aşamasında olmasındandır. Ticaretin gelişmesi içinde ortaya çıkan yeniliklere, kilisenin günah ya da ahlak dışı olarak yaklaşımı ticaret ile uğraşan insanların özgürlüğünü kısıtlamıştır. Weber’in de üzerinde durduğu gibi Protestanlıkla kapitalizm arasında, deneysel olarak saptanabilecek bazı sapmalar bulunsa da, ikisi arasındaki ilişkinin rastlantısal olmadığını iddia etmeyi sağlayacak kadar güçlü bağlar bulunmaktadır ve teorik olarak Katolik yaklaşım 20. yüzyılın son çeyreğine kadar kapitalizme karşı açıkça mücadele etmiştir (Fukuyama, 2005, s. 60). Ticaretin sonucu olarak ortaya çıkan yeni alanların düzenlenmesinde de kilise zayıf ya da etkisiz kalırken, yeni sınıf bu alanların düzenlenmesini ve bu düzenin içinde bireysel özgürlük talep ediyordu.

Kapitalizmin gelişmesinin ya da kapitalist hayat tarzının oluşmasının ve ilerlemesinin bireycilik ve özgürlükle doğrudan ilgisi vardır hatta bireyselliği ve özgürlüğü kısıtladığınızda kapitalizmin bir arpa boyu yol alamayacağını görürüz. O zaman şunu söyleyebiliriz, burjuva anlayışına göre mevcut ekonomi din temelli bir yaklaşımla yönetilen eski ekonomik hayata ait bir takım sınırlamalarla yönetilemezdi.

Feodalizmden kapitalizme geçiş bir anlamda üretim ve değiş tokuş tarzının geçirdiği büyük değişim sürecidir. 18. yüzyılın hüküm süren şartları 13. yüzyıla ait şartlar ile karşılaştırdığımız da hukuk, eğitim, ticaret gibi birçok alanda büyük değişimler yaşandığını görürüz. Bu sürekli değişen bir zihinsel sürecin sonucudur. Eski düzende sadece yaşamı devam ettirmek için çalışmak yeterliyken, yeni düzende en yüksek karı elde etmek için çalışmak gerekiyordu. Kilise ise yeni düzende eski düzenin temsilcisi konumundaydı. Tüccarların ve bankerlerin zenginliğin getirdiği güçle yönettiği bir dünyada kilisenin öğretileri sadece ayak bağından ibaretti ve bu engelin aşılması gerekiyordu.

16. yüzyılda yaşanan reform hareketi hem Avrupa insanının düşünsel dünyasında hem de Hıristiyanlık tarihinde bir dönüm noktasıdır (Erbaş 2004, s. 63).

Martin Luther (1483-1546) Reform hareketinin en önemli temsilcisidir. Hukuk ve

39

felsefe eğitimi almış, üniversiteyi dereceyle bitirmiştir. Kişiliğine baktığımızda ise Luther’in Aziz Augustine’nin öğretilerinin etkinliğini görürüz. Gençliğinde dünyevi yaşamın vermiş olduğu korkularının üstesinden gelmek için oruç tutarak, kendini kırbaçlayarak, dualar ederek ve keşiş hayatı yaşayarak manevi iradesini güçlendirmiş sonrasında insanların kendilerini Tanrıya adamaları hakkında vaazlar vermiştir.

Düşünce dünyasının oluşumundaki bu detayların önemi ilerde Luther’in istemediği halde ya da ön göremediği biçimde koşulların sonucunda ne kadar değiştiğini göstermesi açısından önemlidir. 1510 yılında Roma’ya yaptığı bir ziyarette din adamlarının ahlaksız yaşam tarzı ve törenlerdeki cahillikleri Luther’i karamsarlığa itmiştir. Skolastik düşünceyi dışlayarak kendini Aziz Paul’u, Augustine’ni ve Bernard’ı okuyarak geliştiren Luther, İncili okuduklarına göre açıklamaya çalışmış ancak karamsarlığa düşmesine rağmen hiçbir şekilde 1517 yılına kadar Roma kilisesine karşı olumsuz bir düşüncesi olmamıştır. Reform hareketinin başlangıcı olarak genellikle 1517 tarihi gösterilir (Esen, 2017, s. 115). Luther, 31 Ekim 1517’de Azizler günü arifesinde Wittenberg Kilisesi kapısına 95 maddeden oluşan ve Endüljans uygulamasını protesto eden tezini asarak insanları tartışmaya davet etti. İnsanlar arasında çabuk bir şekilde yayılan tez Latince ve Almanca olarak basıldı ve matbaa sayesinde geniş kitlelerce okunma fırsatı yakaladı. Luther’in bunu yapmasının nedenleri arasında din adamları arasındaki çekişmeleri, din adamlarının kendilerini yeteri kadar yetiştirememesinden kaynaklı cehaleti ve endüljansı sayabiliriz. Luther Tanrıyla kul arasına kimsenin giremeyeceğini ya da aracılık yapamayacağını savunduğu için Endüljans’a çok karşıydı.

Belgeyi satın alan kişi günahlarından kurtulacak hatta cennete gidebilecekti. Luther’in şiddetle bu durumu eleştirmesinin nedeni Kilisenin yapısıdır. Ona göre günahlardan ancak bireysel inanç ve tövbe ile kurtulmak mümkün olabilirdi, Luther’in bu düşüncesi kilisenin hiyerarşik yapısına ve kutsama ayinlerine yapılan açık bir isyandır. Luther’in düşünce dünyasını oluşturan Augustine’nin öğretilerine göre insan kendini Tanrıya teslim eder ve ona sonsuz iman ederse günahlarından kurtulabilirdi (Bronowski, Mazlish, 2012, s. 132-135). Luther’in ve destekçileri Kilisenin zamanla değiştiğini ve farklı bir kurum haline geldiğini ve başlangıçta var olan öğretilerin kilise tarafından değiştirilerek bambaşka öğretilere dönüştürüldüğünü savunuyor ve Tanrı ile kul arasındaki ilişkinin bir vicdan meselesi olduğunu düşünüyorlardı. Luther’in başlattığı hareket, başlangıçta yeni bir mezhep yaratma mücadelesi değildir. Reformcular

40

kilise’nin asli mesajına geri dönmesini istiyorlardı. Kilise Tanrı’nın buyruklarını değil ayrıcalıklı din adamlarının çıkarlarını gözetir hale gelmişti. Bu durumu düzeltmek için İncil herkes tarafından anlaşılmalıydı ve Papanın otoritesi reddedilmeliydi. Bir başka deyişle otorite, kilisenin ve rehber din adamlarının elinden alınmalı, kutsal kitabın aracısız anlaşılmasına ve imana devredilmeliydi (Demirci 1998, s. 335-336). Ancak Roma Katolik kilisesi, istenilen reformları gereksiz görerek reddeder ve Hıristiyan dünyası ikiye ayrılma yoluna girer. Romalı ilahiyatçılar, Luther’in haksızlığını ve sapkınlığını söylemekle kalmamış, Katolik kilisesinin tutumunu haklı göstermek niyetiyle bir karşı-Reform başlatmışlardır (Aydın 1986, s. 131).

Luther önce insanı merkeze alan hümanistler ve Alman Prensler, şövalyeler ve köylüler tarafından desteklendi ancak evrensellikten Alman milliyetçiliğine kayması çoğu Hümanist olan Alman olmayan destekçilerini kaybetmesine yol açtı. Bu durumu biraz da dönemin koşulları belirledi çünkü en önemli destekçileri Alman prensler ve şövalyeler ile köylülerdi ki onların en önemli rahatsızlıkları ise ekonomi ve siyasetle ilgiliydi. Kendilerini siyaseten dışlanmış ve ekonomik olarak endüljanların gelirinin Alman toprakların dışına çıkması ve bir anlamda kendilerine harcanmaması gibi şikayetleri vardı. Luther destekçilerinin isteklerine kulak verdiğinde ise evrensel bir din anlayışıyla yola çıktığını unutarak milliyetçi bir karaktere büründü ve evrensel Reform yapmak yerine Alman Kilisesini kurdu. Milliyetçiliği arkasına alarak Roma’ya karşı mücadele eden Luther önderliğinde Alman prensler ve şövalyeler kiliseye ait toprakları zorla ele geçirdiler. Burada en önemli şey ise askeri güce sahip olanların dinsel ya da siyaseten değil ekonomik amaçlı Luther’in Reformunu desteklemeleridir. Dini reform yapmak için başlayan bu hareket ekonomik üstünlük savaşına dönüşmüştür (Bronowski, Mazlish, 2012, s. 137).

Reformun ilk aşaması Kişinin Tanrı ile olan ilişkisinde kişinin vicdanın rol oynaması gerektiği anlamı taşıyordu. Yani kişi ile tanrı arasına kimse giremez.

Luther’in bu düşüncesi 16. yüzyılda gerçekleştirilen bilimsel ilerlemelerin sonucunda ortaya çıkan ortamla uyum sağlayan Protestanlığın önemli bir mesajıydı. Kilisenin zenginliğine karşı yapılan başkaldırı ise Reformun ikinci aşaması olarak değerlendirilebilir. Yapılan aşırı harcamalar, gösterişler yoksulluk ve hastalıklarla

41

boğuşan kalk tarafından hoş karşılanmıyordu. Üçüncü aşama ise siyasi ve toplumsal düşüncelerdeki gelişmedir. (Bronowski, Mazlish, 2012, s. 138-139)

Luther’in doktrinin özü Tanrı ile insan arasındaki ilişkinin arasına kimsenin giremeyeceği ve bunun kişinin vicdanına bırakılması gereken bir şey olduğudur. Bunun için Luther kiliseye karşı mücadele verirken, desteğini kaybetmemek için örneğin prens ve şövalyeler bazı durumlarda değişken de olsa köylüler gibi güç dengelerini gözetmek zorunda kalması onu başka bir otoriteyi devleti tanımayı zorunlu kıldı. Kilisenin zayıfladığı ya da etkisizleştiği alanları başka bir otoritenin etkinleşmesi kaçınılmazdı.

Bu durum bireyin gündelik yaşamını devletin kontrolü altına girmesine yol açtı. Kişinin sadece iman yoluyla tanrıya ulaşabileceğini savunulurken, kişi aslında kilisenin otoritesinden devletin otoritesi altına girecek ama artık dini inanç özgür olacaktı.

Luther’in kiliseye karşı yaptığı mücadelede verdiği vaazlarında insanın her zaman güçlü bir irade tarafından yönetilmesi gerektiği, eşit olmayan sınıflardan oluşan toplumlarda köleliğin gerekliliğini hatta bazen şiddetin çözüm olabileceği düşüncesini görürüz.

Örneğin şiddeti haklı bir yaklaşım olarak savunduğu yazısı sonrasında “Against the Thievish, Murderous Hordes of Peasants” 1526’da yüzbine yakın isyancı köylü prenslerce öldürülmüştür. Luther açıkça bir otoritenin var olmasına ve bu otoriteye pasif boyun eğmeyi öğütlerken insanın imanının kendisine ait olduğunu inancının kimse tarafından yönetilip, baskı altına alınamayacağını savunmuştur. Luther inanç konusunda özgür ama yaşamın mutlaka bir otorite altında olmasını savunmuş, bu durum onun öngörmediği bir sonuçta olsa devletin oluşumunu getirmiştir. Böylece burjuvanın ticari alanlarda ve toplumun diğer alanlarında istediği düzenlemeler hızlı ve etkin bir biçimde yapılabilecekti. Unutmayalım ki güç, gerektiğinde askeri gücü de satın alabilen, servete sahip burjuvadaydı ve her zaman değil ama çoğunlukla zenginliği sayesinde iktidarı da belirleyebilme gücüne sahipti. Aslında şehir yönetimlerine baktığımızda o bölgenin en zengin tüccarlarının yönetimde olduğunu bazen ailece bazen bir konsorsiyum şeklinde yönettiklerini bazen de onayladıkları kişileri yani taleplerini hemen yerine getirecek prens ya da önemli zaferler elde etmiş şövalyeleri yönetimde tuttuklarını görürüz.

Burada da burjuvanın Luther’i etkilediği açıktır. Özgürlük ekonominin gelişmesi için bireyselleşme ve serbestlik anlamına gelmekteydi ki kilise buna izin vermiyordu. Luther yapmış olduğu mücadelede böyle bir amacı yoktu ve 1517’e kadar kiliseye karşı olmadığını biliyoruz. Otorite olarak Kiliseyi tanıyor sadece yapısal reform talep ediyor

42

ve sonrasında bu amaçla mücadele ederken gücünü kaybetmemek ve mücadelesine devam etmek için onu destekleyenlere desteklerinin devamını sağlamak için kendi düşünmediği fikirleri de harekete geçirmek zorunda kalıyordu. Luther kilisenin dışında, hem burjuvayı hem de prensleri ve şövalyeleri memnun edecek, başka bir otoritenin yani devletin ortaya çıkışındaki nedenlerden biri olmuştur.

Luther’in yol açtığı sonuçlardan en önemlisi, kilisenin otoritesini zayıflatmasıdır böylece bireyin üzerindeki egemenliğini de yıkmış oldu. Dini bireysel bir davaya dönüştüren mücadele yaşamın diğer alanlarında da devam etti. Luther’in yapmak istediği ile sonuçta ortaya çıkan şey oldukça farklı ve neredeyse taban tabana zıt şeylerdi. Luther şahsen yaşadığı dönemdeki ekonomik bireysel davranış biçiminden nefret ettiğini birçok kez ifade etmiştir ve yaptığı hicivlerde bu konuyu şiddetle eleştirmiştir ancak Luther’in kişinin manevi yaşantısı ile günlük yaşamını birbirinden ayırması sonucunda din bireyselleşmiş ama ekonomi ahlaki ve dini baskılardan da kurtulmuştur. (Bronowski, Mazlish, 2012, s. 144-143) Burjuva için Katolik Kilisesinin yerine yerel yönetimlerin daha geniş anlamda devletlerin, hukuksal düzenlemeleri ticaret için gerekli siyasi desteği sağlamıştı ama manevi destek de yeni bir kilise ile olabilirdi.

Protestanlıkla, dünyevi işlere ait yükümlülüklerin yerine getirilmesinin, olası en yüksek seviyeye sahip ahlaki eylem olarak değerlendirilmesi, gündelik dünyevi eyleme kaçınılmaz olarak dini bir önem yüklemiş ve meslek kavramı ortaya çıkmıştır. Tüm Protestan mezheplerinin temel doktrini, bu meslek konseptiyle kendini ifade etmektedir.

Tanrıyı hoşnut edecek bir hayat sürdürmenin tek yolu; dünyevi ahlaki manastır çileciliğiyle ortadan kaldırmak değil, bireyin dünyadaki toplumsal konumuna göre üzerine yüklenen sorumlulukları yerine getirmesidir. İşte bu bir kişinin ilahi görevidir.

Luther bu yaklaşımı reform hareketinin ilk on yılında geliştirmiştir. Thomas Aquinas gibi düşünürler tarafından temsil edilen hakim ortaçağ geleneğiyle aynı çizgide giderek, ilahi takdire rağmen dünyevi etkinlikleri nefse ait eylemler olarak görmüştür. Fakat mantıksal tutarlık içinde “sadece iman” fikrini daha açık seçik bir şekilde geliştirdikçe ve bunun mantıksal sonucu olarak, manastıra ait Katolik “tutucu öğretiler” şeytanın öğretileri olarak kabul edip ona karşı giderek artan sert bir karşıtlık çizgisine geldikçe meslek kavramı çok daha büyük bir önem arz etmeye başlamıştır (Weber, 2014, s.

80-43

82). Luther’e göre Tanrıyı memnun etmenin ona yakınlaşmanın tek yolu dünyevi görevlerin yani mesleklerin gerektirdiklerini tam olarak yerine getirilmesidir. Burada en önemli konu Luther’in 1517 yılında hatta öncesinde keşişlik döneminde iş ve mesleği dünyevi ve nefse ait şeyler olarak gördüğünden, dünyevi işlere karşı Pavlusvari umursamaz bir bakış açısına sahipti. Bir kişinin başkalarının ihtiyaçlarına rağmen kendi ihtiyacından daha fazla kazanmak istemesi erdemsizlikti ama Luther giderek daha fazla dünyevi işlerle ilgilendikçe, dünyevi işlere de daha fazla değer vermeye başlamıştı.

Yani daha önce de ifade ettiğimiz gibi düşünce dünyasının oluşumunun başında sahip olduğu düşünceler sonrasında kendinin de ön görmediği şekilde koşulların etkisiyle değişiyordu. Başta Luther olmak üzere reformcular ne ahlaki kültüre dayalı toplulukların kurucularıdır, ne de toplumsal reform ya da kültürel idealler üzerine insani projelerin temsilcileridir. Hayatlarının ve çalışmalarının merkezinde yalnız ve yalnız ruhun kurtuluşu yatmaktaydı. Ahlaki idealleri ve öğretilerinin dünyevi sonuçları tamamıyla dini güdülenmelerinin sonucuydu. Dolayısıyla Reformların kültürel etkinliklerinin büyük bir çoğunluğunun reformcuların çalışmalarının öngörülmemiş ve hatta istenmeyen sonuçları olduğunu kabul etmeliyiz (Weber, 2014, s. 95). Lüther’in dünyevi yaşantı ile ilgili düşünceleri en başından beri belirsizdir. Luther’in düşün dünyası dünyayı değiştirmeye yarayacak hiçbir ahlaki ilke üretmemiştir. Aslında Luther hiçbir zaman Pavlus’cu dünyaya karşı umursamaz yaklaşımdan kendini kurtaramamıştır. Dolayısıyla dünya olduğu gibi kabul edilmeliydi ve bu başlı başına dini bir görev olabilirdi (Weber, 2014, s. 199).

Toplumun bir kesimi ticareti meslek edinirken ve daha da geliştirmek için çalışırken, toplumun önemli bir bölümü henüz okuma yazma bile bilmiyor, hayatını kilisenin çoğu hurafelere dayalı olan aslından farklılaşmış ama doğma olarak kabul ettirilmiş öğretilerinin gösterdiği yolda devam ettiriyordu. Özgürlüğün ve bireyselliğin önünü açan, farklı bir muhakeme yeteneği gerektiren, yeni ekonomik düzene adapte olmaları için daha zaman vardı ancak bu ticaretle zenginleşen yeni sınıf, adımlar yavaş yavaş da atılsa, ilerleme sağlıyordu, bu ilerleme Sanayi devrimiyle doruk noktasına ulaşacaktı. Coğrafi keşifler getirdiği zenginliğin yanı sıra insanları çevrelerinde olup bitenlere karşı olan bakış açılarını da değiştirmiş, Rönesans ile Antik dönem eserler yeniden değerlendirilmiş, matbaa ile çoğaltılarak yayılımı sağlanmış, hümanizmle insana verilen değer üst seviyeye çıkmış ve bütün bunların sonunda ise insanın

44

bireyselliği ve özgürlüğü ön plana çıkmıştır ki bu zaten ticaretin gelişmesi için en önemli gerekliliğiydi. Ancak bu yolda bir engel vardı. Uzun dönemler mücadele edilmesine rağmen, tam bir özgürlük sağlanamıyor, engeller bazen zayıflatılsa da bir türlü bertaraf edilemiyordu. Oysaki toprağın efendisi olan senyörler ya da Krallıklar ve Prenslikler paranın getirdiği güçle bir anlamda kontrol edilebilirken, hala kontrol edilemeyen bir güç vardı ki o güç Kiliseydi. Yeniden gözden geçirilmiş, mevcut ihtiyaçlara cevap verebilecek ve en önemlisi çalışmayı, para kazanmayı ve daha çok kazanmak için yeniden yatırım yapmayı teşvik edecek yeni bir dine ihtiyaç vardı çünkü mevcut Katolik Kilisesi dönemin gerisinde kalmıştı. Sombart’ın söylediği gibi, çağdaş ekonomik yaşamın temel dürtüsü ekonomik akılcılık olarak isimlendirilebilir. Yani iş gücünün bireyin biyolojik sınırlarından kurtararak verimin artırılması için üretim sürecinin bilimsel olarak yapılandırılması için gerekli olan teknoloji alanındaki ve ekonomik organizasyondaki akılcılaştırma süreci burjuva toplumunun yaşam ilkelerinin önemli bir kısmını belirlemektedir (Weber, 2014, s. 70-71). Oysaki Kilise ekonomik alanları düzenlemek için gerekli aklı geliştirememiş ve sonucunda bir otorite olarak bu alanları düzenleyemediği içinde ortaya çıkan belirsizlik başta ticaret olmak üzere burjuva toplumunun yaşam ilkeleri açısından bir engel teşkil etmiştir.

Tüccar sınıfın istediği din anlayışını ya da tüm kesimlerce kabul görecek, gayelerini meşru ya da makul kılacak yaklaşımı Luther’in öğrencilerinden olan John Calvin sağlamıştır. 1509 yılında doğan Calvin, Luther’den farklı bir karaktere sahipti.

Calvin şehirde yaşayan bir burjuva aileden geliyordu ve eğitimini Avukat olmak üzere almıştı. Luther’i destekleyen ilk reformcuların Augustine ve Fransisken rahipleriyken, Calvin’i destekleyenlerin çoğunluğu hümanistti. Erasmus’un Yeni Ahit’inin ve Luther’in yazılarının etkisinde Calvin 1536’da Katoliklikle arasına mesafe koydu ve

“Institutes of the Christian Religion” kitabını yazarak reform hareketinin en önemli temsilcisi oldu. Cenevre şehri Calvin’in ahlak ile ilgili dogmalarını uygulaması için önemli bir şans olmuştur. Luther ile karşılaştırıldığında Calvin daha sert, değişmez kurallarla kendi yaklaşımını ifade ediyordu. Cenevre şehrini idare şekli herkes için geçerli olan ve uymayanların bedelini cezayla ödeyeceği sabahları çok erken kalkmak, her zaman ahlaklı olmak, çok çalışmak, okumak, azla yetinmek ve içki içmemek gibi bir takım sert kurallardan oluşuyordu.

45

Ekonomik gelenekselcilikten kurtulmak, hiç şüphe yok ki, tüm geleneksel otoriteler gibi, dinsel geleneğin kutsallığından şüphe etme eğilimini de çok büyük oranda güçlendirmiştir. Fakat şunu belirtmek gerekir ki, genellikle unutulan şey, reformlar gündelik yaşantı üzerindeki kilise kontrolünün ortadan kaldırılması değil, yeni bir idare şeklinin eskisinin yerini almasıdır (Weber, 2014, s. 30). Eski yönetim şekli yani kilise yönetimi, yeni ekonomik sistemin hakim olduğu dönem de ortaya çıkan düzensiz ya da kuralsız olarak adlandırabileceğimiz alanları düzenlemede zayıf kalıyordu. Zayıflığını, kararlarında ya mevcut olanı dışlayarak ya da kabul etmeyerek ya da silik bir tavır alarak gösteriyordu. 15. yüzyılın sonunda zenginleşmiş ve çağdaş bir ekonomik yapıya sahip toplumun gözünde kilise yönetimi artık etkisizleşmişti. Gelişen ekonomi toplumu da değiştiriyor ve yeni alanlar açıyorken, bu alanların ekonomik gelişmenin sürdürülebilir olması için düzenlenmesi gerekiyordu. Yüksek ekonomik gelişimin görüldüğü 16. yüzyılda Cenova ve İskoçya’da, 16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıl da Hollanda’nın büyük bir kesiminde, 17. yüzyılda New England’da ve bir süreliğine İngiltere’de Kalvinizm sert kurallarıyla yaşamı dinsel otorite olarak düzenlerken, aslında Reformcular Katolik kilisesinin bu düzenlemeyi yapamamasından rahatsızdılar (Weber, 2014, s. 30).

Calvinizme göre İncilin tüm inananlarca okunması amacıyla okuryazarlığın teşvik edilmesi, eğitimde fırsat eşitliğini getirmiştir. Aynı zamanda okuryazarlığın getireceği zihinsel değişim ise ilerde görülecek gelişmeler için temel nitelikteydi. Calvin de Luther gibi istemeden de olsa, kısmen yeni ekonomik sistemi kabul etmiş ve önemli ölçüde desteği de kendi hedefleri doğrultusunda elde etmiştir. Bu yeni ekonomik sistemle zenginliğini kazanan ve sonucunda önemli ölçüde bir güce sahip burjuva da ticaretin gelişmesinde ve kapitalizme giden süreçte gerekli olan bireyselliğin önündeki en önemli engel olan kilisenin, zayıflaması ve bireyselliğin toplumun başta siyaset olmak üzere diğer alanlarına da yayılması ile ilgili memnuniyetle Calvin’i desteklemiştir. Burjuvanın Calvin’i desteklemesinin diğer nedenlerinden biri de bireyselliğin önündeki engellerin kalmasının yanı sıra Calvinin belki de Luther’den bir adım öne çıkaran, dogmalarının ticareti desteklemesi ve ticari başarının Tanrı katında bir ibadet olduğunu ve tüccarın ise Tanrının en makbul kulu olacağını ifade etmesidir.

Sabah erkenden kalkmak, tutumlu olmak ve müsriflikten kaçınmak, çok çalışmak gibi sürekli disiplin gerektiren davranış tarzı Ticaretle uğraşanlar içinde başarıya gitmek için

46

de gerekliydi. Hem Tanrının buyrukları yerine getirilerek Tanrının en yakın kulu olunacak hem de para kazanılacaktı. Calvin gösterişten nefret ediyordu ancak sermaye birikimine karşı durmuyordu. Fakirden alınan faize karşı çıkarken, tüccarların aldığı parayı geri verirken faiziyle vermesini ise onaylıyordu.

Bronowski ve Mazlish’e göre Reform hareketi içinde Calvinizm, dini bu dünyanın bir şeyine dönüştürmüştür. Zenginliğin birikimiyle hayır işlerini birbirleriyle özdeşleştirmiştir. Daha fazla kazanma arzusunun utancını yok etmiş ve zengin olmayı Tanrının dünya üzerindeki arzusuna dönüştürmüştür (Bronowski, Mazlish, 2012, s.

163). Calvinizm’in Katolik Kilisesince yasaklanan ve günahların en büyüğü olarak kabul edilen faize getirdiği farklı yaklaşım kapitalin ya da sermayenin atıl kalma ve meşruluk problemini ortadan kaldırmıştır (Coşar, 68). Reform ile meydana gelen dinsel değişimler yeni ekonomi ile gayet olumluydu hatta itici bir güç de sağlıyordu çünkü çok çalışmak ve çok kazanmak Tanrıyı mutlu etmek ve onu yeryüzünde layıkıyla temsil etmek demekti. Katolik inancın içinden yeni bir inanç Protestanlık çıkarılmış hatta üretilmiştir böylece insanlar dini inançlarında yapılan yeni düzenlemelerle yeni ekonomik sistemle daha uyumlu olacaklardır.

Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, Katolik kilisesi kapitalist sisteme göre kendini yenileyemeyince bu iş Protestan kilisesine kalmıştı. Birçok alt mezheplerin oluşması sonucunda kapitalizm kendini bunların içinde farklı derecelerde buldu. Her ne kadar Katolik inanışa göre zenginlik günah yolu da olsa, Puritenler servet edinmenin Tanrıya hizmet ile aynı şey olduğuna inanmışlardır. Methodistler’e göre tüm Hıristiyanlar ellerinden geldiği kadar para kazanmaya ve tasarruf yapamaya yani zengin olmaya özen göstermelidir. Calvinistler ise yukarıda da belirtildiği gibi öğretileri kapitalizmin gerekliliklerine en uygun olan mezhepti. Protestanlığın ana öğretilerine baktığımızda çalışkanlığın ve tutumluluğun övüldüğünü, lüksün, israfın ise hoş karşılanmadığı, disiplinli bir hayat ile Tanrının yüceltilebileceğinin vurgulandığını görürüz (Huberman, 2017, s. 191). Zaman kaybı, ilk ve ilke olarak en ölümcül günahtı.

İnsan hayatı, kişinin kendi seçilmişliğinden emin olabilmesi için fazlasıyla kısa ve değerliydi. Sosyalleşme, havadan sudan konuşma, lüks yaşam, hatta sağlık için gerekenden, yani altı ile sekiz saat arası uykudan fazlası bile kesin ahlaki kınama için yeterliydi (Weber, 2014, s. 192-193). En iyi Hıristiyan çok çalışan ve biriktiren yani