• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2. MODERNLİĞİN KAYNAKLARI VE MODERNİZM MODERNİZM

2.2. Rönesans

Ortaçağın başı dediğimiz ve karanlık dönem olarak adlandırılan zamanda kilise ya da temsilcileri olan din adamları Roma ve Yunan temelli tüm geçmişe sırtlarını dönmüşler ve tamamen Hıristiyan öğretilerini üzerine hayatı yorumlamışlardır.

Rönesans karanlık dönem öncesine Roma ve Yunan kültürüne yeniden dönüşü simgeler.

Ortaçağın sonlarında Antikitenin taklit edilmesi ya da yeniden diriltilmesi, Avrupa’nın kimliğini Roma ve Yunan kültürü ile ilişkilendirme amacını taşır. Rönesans 14.

yüzyılda Giotto ile başlamıştır (Gombrich, 1999, s. 223) ve 15.yüzyılda Roma ve Yunan Kültürü ışığında yeni bir entelektüel ve estetik yaratma çabasıyla en şaşalı dönemine girmiştir. Rönesans Aydınlanmanın habercisi olup 14. yüzyılın başlarında bilginin, aklın, kültürün ve özgürlüğün temeli olarak ortaya çıkmıştır. Rönesans kelimesi İtalyanca “La Rinascita” ilk kez 14. yüzyılda Klasik ilimdeki uyanışı betimlemek için kullanılmıştır (Cumming, 2008, s. 73). Bir başka deyişle Rönesans insanları yaşadıkları dönemi geriye doğru Antikite’ye doğru uzatarak yeniden doğuş anlamına gelen “La rinascita” olarak adlandırıyorlardı. Rönesans Yunan ve Roma’nın sahip olduğu zengin entelektüel birikimlerinden yararlanarak içinde yenilenme duygusunu barındıran bir yeniden doğuştur.

Rönesans dönemi Avrupa’da 14. yüzyılın sonu ile 15. ve 16. yüzyılları içine alan sanatta, bilimde önemli gelişmelerin yaşandığı bir bilim ve sanat dönemidir. Ancak Rönesans döneminin kesin olarak bir noktadan başlatmak tartışma konusudur çünkü üzerinde anlaşılmış açık bir tarih yoktur. Ayrıca Rönesans tüm Avrupa’da aynı anda ortaya çıkmamıştır. Başta İtalyan şehir devletleri olmak üzere belirli koşullara sahip yerlerde ortaya çıkmış ve zamanla Avrupa’nın diğer bölgelerine de yayılmıştır.

24

Petrarca klasik modellerin etkisi altında canlandırma yaklaşımını ilk vurgulayan kişi ve aynı zamanda ilk hümanisttir. Ona göre ortaçağ geçmişin edebiyat, sanat, bilim gibi çeşitli alanlardaki parlak dönemi ile karşılaştırıldığında karanlık bir dönem olarak kalıyordu, karanlığı aydınlığa çevirmek Yunan ve Latin klasiklerine yeniden bakılmasını gerekli kılıyordu. Bir anlamda ulaşılması gereken seviye olarak Antikite’nin gösterilmesi ortaçağa olan bir tepkiydi. Ancak Panofsky’e göre, hümanist düşüncenin edebiyat ve sanatta yayılmasının ardından doğa bilimlerine de yayılması sürecinde canlanma klasiklere dönüşten doğaya yönelişe kaymıştır (Çörekçioğlu,1997, s. 9). Vasari Rönesans’ı sanatta yeniden doğuş anlamında “La rinascita” kelimesini kullanan ilk kişidir ve ona göre Antik Yunan ve Roma’da en üst seviyeye ulaşan sanat 13. yüzyılda yeniden doğarken, en önemli yeniliğin doğanın taklidi olduğunu söylüyordu. Burada Huizinga, Vasari’nin bakış açısından bir açıklama yapar ve ona göre aslında doğaya dönüş ile Antikite’ dönüş aynı şeydir çünkü Antik sanatın mükemmelliği doğayı örnek almasından kaynaklanır: Eskileri izleyin, doğayı örnek alın (Huizinga, 1988, s. 29). Bu, Rönesans’ın egemen ilkesidir (Çörekçioğlu, 1997, s. 9).

Rönesans sadece sanat ve edebiyatta görülmez diğer toplumsal alanlara da taşmıştır.

Burada en önemli unsur, Rönesans’ın belirli alanları değil bütünsel olarak tüm toplumu etkilemesidir çünkü Antikite’nin sadece edebiyatı ve sanatı değil doğaya karşı yaklaşımı da örnek alınmıştır ve bu durum da Rönesans’ın diğer alanları etkisi altına almasını sağlamıştır.

Fransız tarihçi Febvre ise, yine bir tarihçi olan Kules Michelet’in Rönesans terimini modern çağın başlangıcı için kullanan ilk kişi olduğunu ifade eder (Febvre, 1995, s. 14). Ona göre Rönesans hayatın bütün taşlarını yerinden oynatmış ve ortaçağ bitmiştir. 16. yüzyıl Colomb’dan Copernik’den Galileo’ya, yerin keşfinden göğün keşfine kadar uzanır. İnsan bu yüzyılda kendini bulmuştur. Vesalius ile Servetius insana hayatın sırrını ifşa ederken, Calvin, Dumuolin, Cujas, Rabelias, Montaigne, Shakespeare, Cervantes ile manevi varlığın sırlarına ermiştir. Tabiatın esasını anlamaya çalışmış, adalete, mantığa dayanmaya başlamıştır (Michelet, 1996, s. 10). Michelet bize modern bireyin ve bilimin doğuşunu haber vermektedir.

Bu görüşler Burckhardt’da vardır ama biraz farklılık gösterir. Ona göre İtalya merkezli yeni bir uygarlık kurulmaktadır ancak her ne kadar Rönesans insanları kendilerini yön olarak eskiyi yani Antikite’yi aldıklarını söyleseler de, Bruckhardt

25

1860’da yazdığı “İtalya’da Rönesans Kültürü” adlı eserinde Rönesans’ın sağladığı pek çok düşüncenin Antikite olmadan da gerçekleşebileceğini, Antikite’nin Rönesans için nedensel bir öğe olarak görülmesinin sebebini ise Rönesans insanlarının Antikite’yi ortaçağ yaşamının tam karşısında yer alan yeni yaşam tarzını ifade etmek için kullanmaları olduğunu ifade eder (Çörekçioğlu, 1997, s. 11). Bruckhardt’ın yazdıklarının ışığında bugünkü Avrupa insanının zihinsel oluşumunu İtalyan şehir devletlerinin sağladığı koşulların içinde aramak gerekir.

Rönesans kültürü ve düşüncesi Bruckhardt ile Antikite etkisi dışarda bırakılarak, modern dünyanın başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Bruckhardt Rönesans’ı 14.

yüzyılda başlatsa da genel olarak 15. ve 16. yüzyıldaki gelişmelerden söz eder. Petrarca ve Dante, 12. yüzyıl sanatı ve 13. yüzyıl mimarisi gibi dönemleri ise ön Rönesans olarak kabul ederek, geç ortaçağda erken dönemden farklı olarak vuku bulan her türlü gelişmeyi Rönesans dönemine dahil etmiştir. Diğer taraftan Huizinga bu tür ön ile başlayan dönemlere karşı olmuş ve aslında Rönesans’ın etkilerinin 17. yüzyıla tesir ettiğini ifade ederek, Rönesans’ın ortaçağa dahil edilemeyeceğini, yeni bir çağın başlangıcı olabileceğini söylemiştir. Bu tartışmalara burada yer vermemizdeki en önemli sebep Rönesans’ın başlangıç ve bitiş tarihleri konusunda her ne kadar bir görüş birliği yoksa da, çoğu düşünürün üzerinde hem fikir olduğu şey; 12. yüzıldan itibaren ortaçağın büyük bir dönüşüm geçirdiğidir. Bu dönüşüm başta zayıf ve yavaş ama sonrasında hızlanarak yoğunlaşmıştır. Arapçadan yapılan çeviriler, dilbilgisi, diyalektik, retorik, yeni üniversiteler, Aristotelesçiler ile Platoncular hatta Platoncularla Platoncular arasındaki tartışmaların bize gösterdiği bir şey var ki, o da ortaçağın eskinin yeniden doğuşu anlamında bir yenilenmedir (Çörekçioğlu, 1997, s. 13).

Rönesans’ın içinde birçok çeşitliliği barındırması üzerinde ortak bir fikre varmayı da güçleştirir. Eskinin yeniden doğuşu ile kastedilen durum özgürlüğe ya da bağımsızlığa yapılan vurgudur. Bağımsızlığın yeniden doğuşu demek yanlış olmaz yani dinde vicdanın öne çıkması, bilimde aklın ışığında ilerlemek, insanın her türlü engelleyici fikri geride bırakarak kendi özgür iradesiyle yaşamını devam ettirmesi denilebilir.

Rönesans, Burchardt’ın da değindiği gibi, İtalya’da sanatın yanı sıra diğer toplumsal alanlardaki değişimi de içine alır. 15. yüzyıl öncesinde ortaçağda

26

özgürlüğün olmadığı, insana değer verilmediği bir yaşamın içinde, çoğu hurafelerden oluşan dinsel öğretiler temelinde bir düşünüş tarzı vardı. Ortaçağın sanatını düşündüğümüzde resim, heykel ve mimari zanaat olarak kabul edildiğinden bu işlerle uğraşanlara da zanaatçı denilirdi. 15. yüzyıldan sonra düşünce alanında, İlkçağ anlayışının etkileri görülmeye başlanır. Antikçağa ait önemli metinler İtalyancaya çevrilir, İlkçağ mitolojisindeki öyküler Hıristiyanlığa uyarlanır. Bu arada resim, heykel ve mimari, yapılan kuramsal çalışmaların da etkisiyle sanat niteliği kazanmaya başlar.

İnsanın doğaya karşı takındığı olumlu yaklaşım yani hurafelerin yerine mantığın öne çıktığı akılcı bir yaklaşım, Rönesans’ın en önemli özelliklerinden biridir. Önce sanat alanında kendini gösteren doğaya karşı olumlu yaklaşım sonrasında diğer alanlara da yayılmıştır. Doğayı anlamaya çalışması, yeni yerleri keşfetmesi ve yaptığı bilimsel araştırmalar Rönesans insanının ayırt edici en önemli özelliğidir. Doğayı anlamaya ve elde ettiği teorileri deneyerek kontrol etmeye çalışırken, coğrafya alanında da ilerleme kaydediyordu. Ortaçağ haritalarına bakıldığında Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları ve etrafını kuşatan okyanuslar görürüz ama daha da önemlisi simgesel olarak merkezde Hıristiyanlığın kutsal şehri Kudüs ve Avrupa, etrafında ise Müslümanlar ve Afrikalılar vardır ki bu Avrupa’nın ben merkezci bir yaklaşımını resmediyordu.

15. yüzyıldan sonra Avrupa coğrafi keşiflerin sonucunda dünyada genişleme şansı yakalamış ve keşfettiği topraklarda kendi hegemonyasını kurarak ekonomik anlamda en güçlü zamanını yaşamıştır. Bir yandan büyük servetler Avrupa’ya akarken diğer taraftan Avrupa emperyalist bir güç oluyordu. Keşiflerin en önemli amacı misyonerlikle meşru hale getirilen fetih ve sonucunda zenginlik elde etmekti.

Amerika’nın keşfi yeni yerler bulma merakını iyice artmıştır. Bununla birlikte coğrafi bilgilerde bir ilerleme sağlanmış, teleskopun icadı ve gemicilik alanındaki önemli gelişmeler bilimsel bilginin gelişmesine hizmet etmiştir. Doğayı araştırmak ve coğrafi keşiflerle yeni yerlerin ve üzerinde yaşayan farklı medeniyetlerin keşfi Avrupa’nın düşünce sınırlarını genişletmiştir. Keşifler sayesinde başka toplulukların, medeniyetlerin, inanışların farkına varılmıştır. Tüm bu gelişmelerin sonucunda insanlar düşünce ve fikir boyutunda değişim göstermiştir.

Artık Rönesans insanının içindeki merak ve bilme arzusu, üzerinde yaşadığı doğayı görmenin nesnesi haline getirmiştir. Rönesans insanının içindeki

27

doğaya olan merak ve görmeye verdiği önem en iyi Leonardo Da Vinci’nin notlarında ifade edilmiştir. “Anladığımız doğanın sonsuz yapısını olanca tümlüğü ve görkemi içinde değerlendirebildiği başlıca kanalıdır, kulak ikinci sırada gelir ve soyluluğunu gözün gördüğü şeylerin öyküsünü duyabilmesine borçludur” (Da Vinci, 1992, s. 20).

Görme işitmenin yerini almıştır. Bu durum kendini ilk önce Rönesans resminde ifade eder. İlerleme yolunda atılan her adım hem bilgi hem de duygusal farklı yaklaşımlara neden olur. Görme arzusu eğitimde ve bilimde de meydana gelen değişimi de ifade eder. Metin incelemeleri ve bunların yorumlanmasına dayalı olan öğrenme şekli yerini görme arzusuyla bireysel düşüncelere ve somut olayların incelenmesine bırakmıştır.

Perspektifin kullanımı, teleskopun icadı, keşifler görme yani gizli olanı açığa çıkarma arzusuyla ilgilidir (Çörekçioğlu, 1997, s. 22). 15. yüzyılın ortalarından barutun keşfiyle ve barutlu silahların kullanımıyla savaş sanatı da değişmiştir. Kılıcın yerini alan ateşli silah Rönesans insanına keşfettiği yerlerdeki zenginliği elde etmede orantısız bir güç sağlamıştır. Yeni yerlerin önce keşfedilip sonra üzerindeki insanların köleleştirilip sömürge olmasını da kolaylaştırmıştır.

Modern bireyin doğuşu ve bireyselleşmesi ilk olarak İtalyan şehir devletlerinde ortaya çıkmış ve oradan diğer yerlere yayılmıştır. Rönesans’ın doğuşu ve belirgin olarak gelişmesinin İtalyan şehir devletlerinde görülmesinin nedeni Akdeniz ticaretini ellerinde bulundurmaları yani coğrafi konumlarının ve ticaretin sağladığı avantajdır. Ayrıca siyasi bir birlik oluşturamamaları sonucu güçlü, mutlak bir otoriteden yoksundurlar. Bu durum ticaret yoluyla önemli ölçüde servet edinen tüccar aileleri yönetimde söz sahibi yapmış, politik ve sosyal anlamda etkin hale getirmiştir. Özellikle dönemin bankacılık alanında ve deniz ticaretinde üstünlük kurmuş Medici ailesi gibi zengin aileler elde ettikleri aşırı birikimi sanatın ve mimarinin gelişmesinde kullanmışlardır, eski çağa ait eserlerin çevrilmesinde ve yaygınlaşmasında ve yeni okulların açılmasında yaptıkları harcamalar Rönesans’ın doğuşunu sağlayan etkenlerdir. Eski çağ kültürünü yeniden canlandırmak istemeleri Roma ve Yunan medeniyetini temsil eden antik eserlere karşı beslenen hayranlığa dayanmaktadır. Rönesans’ın oluşmasını sağlayan koşullardan en önemlisi ticaretin gelişmiş olduğu, zengin İtalyan şehir devletleridir.

Rönesans’ın oluşmasını sağlayan bir diğer neden ise Haçlı seferleridir. Haçlı seferlerinin en önemli sebebi daha önce de işaret ettiğimiz gibi dinsel değil ekonomiktir.

Avrupa’nın yaşamış olduğu iktisadi olumsuzluğun sonucunda kutsal kitaplarda ifade

28

edilen doğunun zenginliği iştah kabartmış ve doğu ülkelerinin zenginliğinden faydalanmak amacıyla seferler düzenlenmiştir. Başta Venedik olmak üzere Pisa, Cenova gibi şehirler Haçlı seferleriyle birlikte zenginleşerek etkinleşmişlerdir. Bu şehirler seferlerin icra edilmesinde sahip oldukları filolarıyla hem askerlerin sevkiyatı hem de ticari açıdan önemli rol oynamışlardır. Doğudan gelen zenginlik bu limanlardan Avrupa’ya dağılmıştır. Haçlı seferleri ekonomik, siyasi ve entelektüel anlamda bir takım gelişmelerin ve sıçramanın kaynağı olmuştur. Sadece İtalyan şehir devletlerini değil ayrıca tüm orta ve kuzey Avrupa’yı etkisi altına alan Rönesans’ın siyasi ve maddi temeli en önce Haçlı seferleriyle atılmıştır (Coşkun, 2012, s. 51).

Haçlı seferleriyle elde edilen zenginliğin etkisi 13. yüzyılda başlayan birçok yeni katedrallerin yapılmasında görülür. 1200 yılından sonra Fransa, İngiltere, İspanya ve Almanya’da birçok ihtişamlı katedral yapılmıştır (Gombrich, 1999, s. 190). Bu durum bize kilisenin ne kadar zengin ve etkin olduğunu gösterirken aynı zamanda zenginleşmenin de halkla paylaşımın bir yoludur. Ayrıca Müslümanlara karşı yapılan savaşlarda birçok yenilik de onlardan öğrenilerek ya da zorla alınarak Avrupa’ya taşınmış ve sadece maddi servet değil entelektüel birikim de elde edilmiş ve dışardan kültürel etki alınmıştır. Üç yüz yıldan daha fazla olan sürecin sonrasında Coğrafi keşiflerle başlayan sömürgeleştirme süreci sonrasında da elde edilen zenginliğin Avrupa’ya akmasındaki süreçte de bize yine aynı durumun yaşandığını gösterir.

Öncekilerden daha ihtişamlı ve sanat eserini andıran yeni katedraller inşa edilmiştir.

Zenginlik sadece edebiyat, resim ve heykel alanlarında değil mimaride de kendini ifşa etmiş, hem ticaret hem de sınırların dışından sömürgelerden gelen zenginlik kentleşmeyi de beraberinde getirmiştir.

Buradaki en önemli konu şudur; Roma ve Yunan kültürüne duyulan hayranlık, o dönemin felsefesine, eserlerine duyulan ilgiyi ve merakı uyandırmıştır. Rönesans’ın ayırt edici en önemli özelliklerinde biri Antikiteye yöneliştir. Rönesans’ta bir eskiçağ ilgisi bulunmakta ve Antik mirasla çeşitli alanlarda ilişki kurulması söz konusudur.

Ancak farklı düzlemde de olsa yani kilisede, ortaçağ koşullarında klasik eserlere ilgi her zaman olmuştur. Entellektüel alanda Roma dönemi yazarlarından yararlanılmış, klasikler taklit edilmiştir (Burckhardt, 1957,s. 244). Ancak o dönemin hayatını ya da felsefini yaşamak ya da yaşamaya çalışmak çok önemli ölçüde hem madden hem de manen birikim gerektirmekteydi. Entelektüel hayatın varlığı sınırlılık içinde kilisede

29

kısmen görülüyordu ama halk okuma yazma bile bilemezken, toplumun Rönesans’ı yaşaması düşünülemezdi. Başlangıç için İtalyan şehir devletlerini hem siyasi hem de iktisadi anlamda yöneten ailelerin yaptıkları ticaret bu eski çağ kültürünü canlandırmak için yeterli olamazdı. Kıta dışından da servetin akması bu ailelerin bu felsefeye uygun yatırımlar yapmasını sağladı. Yalnız unutmayalım ki, bu yatırımlar zenginliğin birer göstergesiydi ve iktidar sağlıyordu. Önemli katedraller yapmak ya da binalar inşa ettirmek, ünlü ressam ve heykeltıraşları himaye etmek paranın gücüyle yapılabilecek şeylerdi. Sadece ticaret ile elde edilemeyecek kadar çok birikim gerektiren bu sürecin kaynağı kıta dışında önce Haçlı seferleri sonrasında ise Coğrafi keşiflerle bulunmuştur.

Haçlı seferlerinden sonra Coğrafi keşiflerle gelişen sömürgecilik sayesinde elde edilen zenginlik Avrupa’ya zenginliği, zenginliğin gücünü, estetiğini içeren yeni bir kimlik getirmiştir, uzun süren baskıcı ortaçağ koşullarından sonra bir yenilenme ya da yeniden bir uyanış imkanı sağlamıştır. Rönesans ile kapı aralanmış, uykudan uyanılmış, ölü dirilmiş, gökyüzü yeryüzüne inmiştir. Uzun ortaçağ solgunluğunun ardından, batının yüzüne gözüne kan gelmekte bir yeniden doğuş, bir canlanma hali yaşanmaktadır (Coşkun, 2012, s. 53).

Rönesans döneminde kentlerin oluşması ve gelişmesi bu dönemin en önemli ayırt edici özelliklerinden biridir. Ortaçağın koşullarında şehirler birer sığınak ve kaleler haline gelmişlerdir (See, 2000, s. 15). Dönemin şehirleri büyük sağlam surlara sahip kalelerden meydana getiriyordu. Ancak 12. ve 13. yüzyıllarda, Haçlı seferleri sonrasında, ticaretin gelişmesi ve teknolojinin ilerlemesi, nüfusun yükselmesi gibi nedenlerin bir araya gelmesi bu kale şehirlerin dönüşümünü mecburi kılmıştır.

Avrupa’ya dışardan gelen zenginliğin yanı sıra ticaretin hızla gelişmesi önce kentleşmeyi getirmiştir sonrasında ise Rönesans dönemi için gerekli birikimi sağlamıştır. 15. yüzyılda kentleşmenin sonun da bu kale şehirler önemli göçler almış ve ticaretle birlikte kentsel yaşam olgusu doğmuştur. Kentler zamanla kilisenin ve derebeylerin etkisinden bağımsızlaşmış, artık kentsoyluların yaşadığı önemli bir ticaret merkezi haline gelmişlerdir (Gombrich, 1999, s. 207). Kentler gelişimini ticaretle sağlarken, burada ortaya çıkan yeni zenginler de Rönesansı başlatan unsurlardan olacaklardır. Kentliler hem Rönesansı başlatanlar hem de başlattıkları dönemin tüketicisi olarak taşıyıcısıdırlar. Yani Rönesans kentin, kentliliğin, kentli beğeni ve estetiğinin geliştiği bir harekettir. Hareket kent kökenlidir (Burke, 2000, s. 37). Gelişen

30

kentlerde zenginlik yeni saraylar, köprüler, pazar yerleri yapılarak, kentin güzelleşmesi ve inşası için kullanılmıştır. Ticaretin gelişmesi, keşifler ve icatlar, şehir devletleri, Haçlı seferleri ve kentleşme Rönesans’ın maddi nedenlerinin en önemlilerini teşkil ederler.

Rönesans’ın oluşması için gerekli maddi birikimin yanı sıra diğer bir önemli şey ise entelektüel birikimidir. Rönesans’ın üzerinde yükseldiği entelektüel zemini Bizans, Endülüs ve Müslüman Araplar oluşturmuştur (Coşkun, 2012, s. 55). Rönesans öncesi Skolastik düşüncenin oluşturduğu hayattan sonra klasik metinler, kitaplar, ticaret ile uzak mesafelerdeki topluluklarla ilişkiler kurmak özellikle Müslüman Araplarla olan ilişkiler ortaçağ Avrupa düşünce hayatını çeşitlendirerek zenginleştirmiştir. Rönesans resim ve mimarisinde Bizans sanatının etkileri görülür (Coşkun, 2012, s. 57). Bu etkilenme süreci yapılan Haçlı seferleriyle başlar. Gombrich’den öğrendiğimize göre 12. yüzyılda yaşamış çoğu sanatçı Doğu kilisesinin etkisi altında eser vermişlerdir (Gombrich, 1999, s. 179). Bizans’ın ya da Doğu Roma’nın etkisini 15. yüzyılda düşünürlerini Rönesans’ın felsefesinin oluşmasında yapmış oldukları katkılarından yine görürüz.

15. yüzyılda Platoncu ve Aristotelesçi öğretilerin içeriği ve ilkeleri arasında keskin bir ayrım bulunmamakla beraber bu iki akımın birbirlerine kaynaştırılması amaç edinilmiş ve bu amaçla Medici ailesinin desteğiyle 1459’da Floransa da Bizans’tan gelen düşünürlerin de çalıştığı, entellektüellerin bir araya geldiği Platon Akademisi kurulmuştur. Rönesans yeni Platonculuğu aristokrat bir harekettir. Floransa hem hümanist hareketin hem de ekonominin çok güçlü olduğu bir kültür sanat şehrine dönüşmüştür.

Platona karşı duyulan merak Aristoteles’e ve skolastik düşünceye karşı bir başka deyişle ortaçağın mevcut baskıcı ortamına karşı oluşan tepkidir. Akademi, Platon üzerindeki inceleme ve araştırmaların merkezi olmuştur. Platon’un bütün yapıtları burada çevrilmiş, Skolastik düşünceye ve Aristoteles’e karşı Platon’un savunulması buradan yapılmış, Platonizm üzerindeki yeni görüşler bütün İtalya’ya ve Avrupa’ya buradan yayılmıştır (Gökberk, 2004, s. 171-172). Bu okulun ana hedefi doğal varlıkların işlenmesine olanak sağlayan hiyerarşik bir kozmos yapısı oluşturmaktır (Çörekçioğlu, 1997, s. 37). Bu hiyerarşik yapıda insanın yeri ve doğa üzerindeki etkinliği üzerine

31

odaklanmıştır. Burada ki en önemli nokta yine zenginliğin oynadığı roldür. Aslında zenginlerin hem kilisenin memnun olacağı en azından karşı çıkmayacağı ya da görmezden gelebileceği hem de bankerlerin, tüccarların zenginliğinin korunmasını sağlayan, muhafaza etmeye yönelik, derleme, Platon’un anlayışından farklı ama benzer yanları da olan bu yüzden başına yeni getirilen bir yaklaşımdır. Başta Medici ailesi olmak üzere diğer tüm büyük servetlere sahip kişiler ya da aileler sahip olduklarını koruyarak daha da çok artırmak ve sonucunda iktidar elde etmek ve sahip oldukları iktidarı da daha pekiştirmek amacıyla yok edemeyecekleri kiliseyi bir anlamda ılımlı bir hale getirmek için yapılan görünürde bir entelektüel çalışma olan ama esasen yüzyıllar sonra oluşacak kapitalist düzene hazır olması gereken zihniyetin oluşturulması için yapılan çalışmaların ilk adımlarından biridir ve Rönesans’ın sonuna kadar da etkili olmuştur. Aristoteteles’e eleştiri getiren ve Platon’u benimseyen hümanistlerden Galileo’ya kadar uzanan bir çizgide Platon etkisi görülse de bu etki ancak Rönesans boyunca etkili olan bir Platonculuk türü olan yeni Platonculuk ya da Floransa Platonculuğu olarak nitelendirilebilir. Ortaçağdan kalan felsefi ve dini mirası, Yunan Platonculuğu içinde sentezleyerek hemen hemen her Rönesans düşünürünü etkisi altına alarak, her yeni kavrayış biçimine kendi kavramlarını ödünç vermiştir (Çörekçioğlu, 1997, s. 43).

Rönesans hümanizmi Yunan klasiklerinin incelenmesi ve bunların örnek alınarak uygulanmasını amaçlayan fikirler bütünüdür. Hümanistlerin Rönesans düşüncesine en büyük katkıları Antik metinleri incelemeleri ve bunları yaymaları, Yunan metinlerini çevirmeleri ve bu çevirilerle matematik, tıp, biyoloji gibi alanların gelişmesini sağlamalarıdır. Hümanizm bir anlamda pagan hareketiydi. Kilisenin dünyevi zevklerden uzak durulması fikrine karşı çıkıyor, inan bedenini bir günah nedeni olarak düşünmeyi, dünyadan elini eteğini çekerek bir manastır hayatı yaşamayı reddediyordu. Ortaçağ kilisesinin doktrini ruh ve bedenin ayrı olduğu kabul edilmesi üzerineydi ve insanın ruhunu ancak bedeniyle ifade edebileceğine ama bedenin günahkar olduğuna inanılırdı. Hümanist doktrine göre ise insan doğuştan iyiydi ve ruh ve beden olarak ayrılamazdı. Beden ruhun insani niteliklerini ifade etmekteydi. Bu durum zaten örnek aldıkları Yunan düşüncesinde de temsil ediliyordu. Hümanistler din karşıtı ya da hıristiyanlık karşıtı değildiler. Sadece mevcut kilisenin yaptığı yanlış uygulamalara karşı çıkıyorlardı. Hıristiyanlıkta erdem teması Petrark’tan Erasmus’a

32

kadar Rönesans hümanizmin ayrılmaz bir parçasıydı. Dönemin en ünlü hümanisti hiç kuşkusuz ki Erasmus’dur. Erasmus yazmış olduğu “Deliliğe Övgü” adlı kitabında manastır yaşamını eleştirirken, kilisenin yanlış uygulamalarını da alaya alıyordu.

Erasmus’un kiliseyi alaya alarak eleştirmesine, Luther daha ciddi bir karşılık veriyordu.

Ona göre kilisenin yapısal olarak değişmesi gerekiyordu çünkü bu yapı planlı şekilde kötülük yaratıyordu. Birçok alandan hümanist kilisenin politikalarını onaylamıyordu.

Hümanist bilim insanlarının araştırmaları sonucunda ki Rönesans döneminde klasik edebiyat en önemli uğraştı, diller ve tarih üzerine araştırmaları da yoğunlaştırmıştı, Hıristiyanlığa ait olduğu söylenen birçok sözde kutsal metinlerin aslında uydurma olduğu hatta yapılan uygulamaların haklılığını ortaya koymak için planlı bir şekilde yazıldığı ortaya çıkmıştır. Bu durumun sonucunda ise din adamları güvenirliliklerini yitirmişler ve açıkça sorgulanmaya başlanmışlardır. Kilisenin Reforma ihtiyaç duyduğu düşüncesi ortaya çıkmıştır.

Hümanizmin ortaya çıkışı bir anlamda Ortaçağ zihniyetinin zayıfladığı ya da bütünsel değil ama belirli bölgelere göre parçalı da olsa varlığını devam ettirdiği anlamına gelir çünkü kilise hala eski gücünde olsa, hümanistlerin karşı bir hareket olarak açıkça tavır alması bir yana, kilise düşüncelerini paylaşmalarına bile izin vermezdi. Dini konuların yerine, bilimsel düşüncelere yer verilmesi ve yine ideal olan güzelliği arama arayışı bize hem dönemin şartlarının hem de mevcut zihniyetin eskiyle karşılaştırıldığında değiştiğini gösterir. Kilise baskısının azalmasıyla yeni ve farklı düşünceler filizlenmiş, insanların sistemin getirdiği zorunluluklar yerine kendi düşüncelerini ortaya koyabilme ortamı bulmuş ve aklın kullanımıyla yapılan eleştiriler yeni düşüncelerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Aklın kullanılarak yapılan eleştiriler yani sorgulama Ortaçağ zihniyetinin değiştiğini ve farklı bir döneme girildiğini işaret eder. Rönesans dönemi insanın dünyaya bakış açısının değiştiği, bilginin ve sanatın ışığında hayatını değerlendirmeye başladığı bir dönemdir.

Bu değişimde, sanatı destekleyen zengin ailelerin rolü önemlidir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi özellikle Rönesans’ın beşiği Floransa’daki Medici ailesi, sanatın en büyük koruyucusuydu. Birçok sanatçıyı himaye eden Floransa, bir bankerlik merkezi olarak da sanatçılara her türlü desteği sağlıyordu. Roma’da arkeolojik kazılar yapılıyor ve bu kazılarda çıkan buluntular saraylarda sergileniyor, İlkçağdaki oranlar ve düzenler

33

konusunda çalışmalar yapılıyordu. Euclid’den beri bilinen “Altın kesim”, 15. yüzyılda sanat yapıtlarının temel ilkesi durumundaydı.

Rönesans kendi içinde bir kilise eleştirisi de içerir. Kilisenin hem yozlaşması hem de var olan sorunlara çözüm getirememesi beraberinde eleştiriyi de getirmiştir.

Yunan felsefesine ya da Roma hukukuna olan ilginin altında kiliseye olan eleştiri yatmaktadır. Kilise entelektüel anlamda gelişmeyi kendi tekeline almış, kendi manastır eğitiminden geçmiş ruhban sınıfıyla bir düzen içinde varlığını idame ederken, ticaret, keşifler, kentleşme ile beraber yeni bir sınıfın ortaya çıkmasıyla mevcut durumla baş etmesi güçleşmiştir çünkü bu sınıf bütün bu değişimlerin sonucunda zihinsel olarak eski düzenden uzaklaşmak anlamında değişmiştir ve kilise bu değişime direnmiştir ve kendi koşullarını muhafaza atmak için mücadele vermiştir.

Rönesans döneminde insanların zihinsel olarak değişmelerini birçok faktör etkilemiştir ama bilgiye erişme ya da bilginin yayılması açısından matbaa çok önemli rol oynamıştır. 15. yüzyılda matbaanın kullanımıyla, kitaplar baskıyla çoğaltılmış, bilgi yaygınlaşmış ve insanlar başka hayatların varlığından haberdar olmuş sonucunda farklı düşünceler ve felsefi yaklaşımlar toplum içinde dağılmış, hümanizm ve Luthercilik ise matbaanın sağladığı avantajdan en çok yararlanan hareketler olmuşlardır. Kitapların anlattığı düşler, elden ele dolaşarak okunup, insanlar tarafından benimsenmiş, gökyüzünde uçma, denizler altına inme, yıldızlara yolculuk insanların düşüncelerinde yer edinmiştir. Matbaa hem özgürlükçü, muhalif, farklı ya da yeni düşüncelerin yayılmasında hem de başta kilise gibi farklı otoritelerin denetiminde insanların ne okuyacağının kontrol edilmesinde de kullanılmıştır. Matbaanın Batı zihniyeti üzerinde yaptığı etki çok önemlidir ve bu bölüme sığamayacak kadar çoktur. Ancak burada en belirgin değişikliklere de mutlaka değinmeliyiz ki modern insanın sahip olduğu zihninin ürettiği rasyonel bakış açısının nasıl oluştuğunu anlayabilelim.

Matbaa sözlü gelenek temelli hitabet sanatını akademik eğitimin dışına atmış, matematiksel çözümleme, cetvel ve diyagram kullanımıyla, bilginin ölçülmesini mümkün kılmıştır. Matbaa ile bilgiye düzen verilmiş, geniş kapsamlı anlamlara sahip yeni kelimelerle ve dilbilgisi kurallarıyla dilin düzgün kullanımına yol açmıştır.

Sözlüklerin ortaya çıkması da böyle bir ortamda olmuştur. Sözlük, yazı ve matbaayla bilinç düzeyinin nasıl değiştiğini yansıtması açısından önemlidir. Matbaa özel hayat