• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2. MODERNLİĞİN KAYNAKLARI VE MODERNİZM MODERNİZM

2.4. Bilimsel Devrim

Koyré’ye göre belirli bir dönemdeki başlıca felsefi kavram ve görüşler, o çağın bilimsel düşünce yapısını belirler (Kabadayı, 2013, s. 8). Bu yönlü yapılan çalışmalarda modernlik bir dizi “devrim”le açıklanabilen bir olgudur. Devrim temelde gelenekten bir kopuş, bir kırılmaya karşılık gelir. Bilim devriminin kapsamı; klasik bilimin temel taşları olan Aristoteles ve Batlamyus’un otoritelerinin yıkılmasıyla sınırlıdır. Bilimsel Devrim kavramı ile anlatılmak istenen süreç 1543 Copernicus’un yazdığı “Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine” (De Revolutionibus) adlı kitabıyla başlar ve Newton’un 1687 yılında yazdığı “Principia” adlı eseriyle son bulan dönemdir. Koyre, Bilimsel devrimi, Copernicus, Kepler, Galileo ve Newton’un fikirlerinin ortaya çıktığı ve doğanın matematikleştirildiği dönem olarak kabul eder (Conner, 2013, s. 260-261).

Copernicus’un eserinden (1543), Descartes’ın “Felsefenin İlkelerine”(1644) kadar geçen süre yüz yıldır ve buradan da Newton’a kırk yıl olarak nitelenen bu süreç geleneğin dünyasının yerine sonsuz bir evrenin geçirilmesine yol açmıştır. Aslında Kuhn’un da ifade ettiği gibi Copernicus’un çalışmaları Ortaçağ da yapılan çalışmaların benzeri gibidir ve yapılan deney ve kullanılan matematiksel formüllerin 16. ve 17.

yüzyıldan çok sonra 19. yüzyılda kaynaştığı görülür (Huff, 2010, s. 62). Buradaki en önemli şeyin Copernicus’un yazmış olduğu “De Revolutionibus” adlı eserinin ne söylediği değil sonraki bilim insanlarına neleri söylettiğinin olduğudur (Kuhn, 2007, s.

227). Copernicus’un “De Revolutionibus” adlı yapıtının 1543 yılında yayımlanmasından sonra insanın doğayı kavrayışı diğer alanlarda da köklü bir biçimde

50

ve hızla değişmeye başlamıştır. Yaklaşık yüz elli yıl sonra Newtoncu evren tasarımında doruğa ulaşan yeniliklerin çoğu, “De Revolutionibus” astronomi kuramının önceden kestirilemeyen yan ürünleri olmuştur. “17. yüzyılda diğer bilimlerle Copernicuscu astronominin uzlaştırılması, günümüzde ‘bilimsel devrim’ olarak bilinen genel entelektüel mayalanmada önemli bir etken olmuştur.” (Kuhn, 2007, s. 28).

Rönesans bilim insanları her ne kadar içinde yaşadıkları dönemde çok etkili olamamışlarsa da yukarıda ifade edildiği gibi kendinden sonra gelen bilim insanlarının önünü açmışlar ve bir başlangıç noktası olmuşlardır. Bu süreçte, Copernicus (1473-1543), Johannes Kepler (1571-1630) ve nihayet Galileo Galilei’nin (1564-1642) birbirini takip eden çalışmaları neticesinde, kilisenin tek doğru ilan ettiği dünya merkezli evren anlayışı çürütülerek; güneş merkezli bir evren anlayışı geliştirilmiştir (Russell, 1997, s. 273–284). Copernicus, Kepler ve Galieo’nun çalışmaları, evreni değerlendirmede değişiklik yaratırken, Tanrı’nın elinde olduğu düşünülen evrenin yönetimi konusunda da yeni açılımlar sağlamıştır. Tanrı’nın yetkinlik alanının daralması anlamına gelen bu gelişme, insanın yetkinlik alanını genişletmektedir.

Birçok tarihçiye göre Rönesans’ın en önemli sonuçlarından biri bilimsel yöntem değişikliğidir. 1500 ile 1700 yılları arasında önemli bilimsel gelişmelerin yaşandığı ikiyüzyıllık süreçte 1800’lü yıllarda ortaya çıkacak Sanayi devriminin gerçekleşmesini sağlayacak buluşlara temel olacak yeni buluşlar, zihnin değişmeye başlamasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Bilimsel Devrim insanların dünyayı tanımlamalarında temel bir değişikliğe neden olmuştur. Bu temel değişiklik şeylerin değişmez bir doğaya sahip oldukları düşünülen bir dünyadan, olayların ortaya çıkmasından önce ve sonra sürekli hareket eden bir mekanizmaya benzeyen bir dünyaya geçilmesidir (Bronowski, Mazlish, 2012, s. 166). Bir başka deyişle dünyadaki var oluşa getirilen açıklamaların kavramsal olarak değişmesiydi.

Ortaçağa egemen olan doğa ile ilgili yaklaşım 13. yüzyılın ortalarında Acquina’lı Thomas tarafından biçimlendirilmiştir. Arap düşünürlerce Yunancadan Arapçaya çevrilen Aristo’nun özellikle tıp ve fizik alanındaki çalışmaları yine Latinceye çevrilmiş böylece Aristo’nun düşünceleri Avrupa’da dolaylı da olsa yayılma fırsatı bulmuştur. Acquinalı Thomas, Aristo’nun doğa açıklaması ile Hıristiyanlık teolojisi ve ahlakını birleştirerek gelecek üçyüz yılı belirleyecek bakış açısını belirlemiştir.

51

1250’de Yunan felsefesinin canlanmasında Aristo’nun tekrar keşfedilmesi ilk adım olmuştur. Ancak Yunan felsefesinin tam olarak yayılması ve Batı’da yeniden doğması için zamana ihtiyaç vardır çünkü o dönemde hala insanlar doğadaki gelişmeleri Tanrının lütfu olarak açıklıyorlardı ve olayların nedenlerine inmiyorlardı, nasıl bir düzenin var olduğuyla ilgili en ufak bir fikre sahip değildiler. Zihinleri yapısal olarak bu tür yeni durumlara karşı kapalıydı.

Bu dönemde yani 16.ve 17. yüzyıllarda en dikkat çekici gelişmeler astronomi ve matematik ve alanlarında elde edilmiştir. Copernicus 16.yüzyılda evrenle ilgili mevcut bilgilerin değiştirecek olan devrimi başlatmıştır. Ortaçağda gökcisimlerinin hareket etmesiyle ilgili görüş Yunanlı gökbilimci Ptolemaios’a (Batlamyus) ait görüşlerden oluşuyordu. Ona göre dünyanın etrafında görülen yıldızlar hiç hareket etmeden sabittiler ve Dünya evrenin merkezindeydi. Ay, Güneş ve diğer beş gezegen Dünya’nın çevresinde dönüyordu. Batlamyus’un evreni Aristoteles’in evrenini temel alıyordu.

Dünyanın hareket etmediği düşüncesi ve gözlemlerin dünyanın sabitliği temelinde yapılması eleştirileri de beraberinde getirdi.

Copernicus gerçekliğin sadece görülenden ibaret olmadığı, görülenden farklı bir gerçekliğin olabileceğine inanarak araştırmalarını yapmıştır. Eskiyi temsil eden Batlamyus’u ise gördüklerine sorgulamadan inanıp, doğru kabul etmesi ve bir sonuca varması yanlışa götürmüştür.

Batlamyus’un görüşlerinin yerine yeni görüşler ortaya koyan Copernicus’a göre Dünya güneşin etrafında dönüşünü bir yılda tamamlarken kendi ekseni etrafındaki dönüşünü bir günde tamamlıyordu. Copernicus’un bu düşüncesi Ortaçağ zihin yapısını rahatsız edici boyuttaydı çünkü İncil’de yazan evrenin yaradılışının altıncı gününden itibaren tanrı ve insan arasında kalan bir şey olduğu öğretisine tersti. Bu iki temel savını savunduğu “Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine” isimli çalışması 1543’de ancak ölümünden kısa bir süre önce yayınlanabildi. Copernicus’un sistemini açıkladığı bu kitapta astronomi ile ilgili kullanılan “revolution” yani devinim, dönüm kelimesi, Copernicus’dan sonra devrim anlamıyla kullanılmıştır. Yeni bilimsel yaklaşım devrimi, eskinin sürekli olarak devrilip yerini yenisinin aldığı olayların doğal sonucu gibi görmekteydi (Bronowski, Mazlish, 2012, s. 188).

52

Bu kitabın o dönemde en büyük katkısı Copernicus’un bilimsel gözlemler ve deneyler sonucu savlarına ulaşabildiğidir. Protestan hareketin en önemli temsilcisi olan Luther, Copernicus’un kitabı yayımlanmadan tepki göstermiştir. Luther, Copernicus’u yeniyetme bir astrolog diyerek küçümsemiş ve onu halkın gözünde de küçük düşürmeye çalışmıştır. Calvin de "Copernicus’u Kutsal Ruhun yetkisinin üstüne çıkarmak kimin haddine düşmüş" diyerek karşı bir tavır almıştır. 18. yüzyıl teologlarından Wesley tamamen dışladığı Copernicus’u ve çalışmalarını dinsizlikle suçlamıştır (Yıldırım, 1997, s. 46).

Burada büyük bir korku vardır. Bu korku da Dünya’nın evrenin merkezinden çıkartılıp özelliksiz ve önemsiz bir konuma getirilmesiydi. Yani Dünyanın Tanrı’nın eşsiz eseri olma konumundan diğer gezegenler arasında herhangi bir gezegen olma durumuna düşürülmesidir çünkü bunun sonucunda sıra insanın evrendeki yerini sorgulamasına gelecekti (Ronan, 2003, s. 367). Aristotelesci yaklaşım, dünyanın evrenin merkezinde olduğu düşüncesi yerini güneş merkezli yeni bir sisteme bıraktı ancak güneşin merkezde olduğu bu yeni sistem tam olarak etkileşemiyordu çünkü açıklamaları derinleştirecek ve somutlaştıracak gerekli fizik bilgisi kapasitesine ulaşılamamıştı. Copernicus güneş merkezli sistemle Galileo'nun teorik mekaniğine ciddi bir şekilde etkide bulunmuş, bilim ilerlediği yoldan çıkıp farklı bir yöne kaymıştır.

Gökyüzündeki olaylar fazlasıyla ilgi uyandırıyordu. İnsanlar geleceklerini gökte arıyor, astrolojiye inanıyor ve bir bilim dalı olarak görülüyordu. Ticaretin en önemli ayağı olan gemicilik alanında da gökyüzü bilgi kaynağıydı. Gezegenlerin ve yıldızların konumunu, hareketlerini incelemek ve anlamaya çalışmak astrolojiyi bilim haline getirdi. Copernicus’un yaklaşımlarını en ince ayrıntısına kadar kanıtlayan Kepler (1571-1630) yaşantısını yıldız falından elde ettiği gelirle idare ediyordu. (Bronowski, Mazlish, 2012, s. 177) Kepler’in en büyük keşfi Copernicus’un Güneş Merkezli Sistem’ini geliştirmesiyle gerçekleşmiştir. Kepler Öklides’in geometrisini kullanmış ve gezegenleri yörüngelerinde taşıyan küreler arasındaki alana beş düzgün çokyüzlü cisim yerleştirmiştir. Jüpiter ile Satürn arasında düzgün altıyüzlü; Jüpiter ile Mars’ın arasına da düzgün dörtyüzlüyü uyumlu gören Kepler, o zamana kadar çözülmemiş sırları ortaya çıkardığına inanıyordu (Ronan, 2003, s. 377). Kepler’e göre evrenin matematiği vardır ve matematikle tüm gizemler açığa çıkarılabilirdi. Kepler sürekli Copernicus’un

53

çalışmalarını izlemiş, Brahe ile de çalışarak gözlemlemeyi, parçalar arasında ilişki kurmayı geliştirmiş, çizdiği geometrik şekillere uygun bir düzen aramıştır. Kepler’in en büyük şansı Brahe’nin asistanı olmasıydı. Ondan birçok şey öğrenen Kepler Brahe’nin ölümünden sonra kendisine bıraktığı çalışmalarını devam ettirmiştir. 1609 ve 1619 yıllarında yayınladığı gezegenlerin hareketlerini açıklayan üç yasa keşfetti. Birincisi belki de en önemlisi olarak kabul edebileceğimiz olan gezegenlerin dairesel bir yörüngeye sahip olduklarına dair geleneksel düşünceyi yıkmasıydı. Kepler’e göre gezegenlerin yörüngesi elips şeklindeydi ve güneş de bu elipsin odak noktasındaydı.

İkinci olarak, yörüngesinde hareket halinde olan bir gezegenin hızının değişkenliğiydi.

Bir gezegeni güneşe bağlayan bir çizgi eşit zaman aralıklarında eşit alanlar taramaktaydı. Üçüncü yasa, bir gezegenin hareketini diğer bir gezegenin hareketi ile ilişkilendirmesiydi. Böylece Copernicus’un sistem açıklamasını formüle ederek kanıtlayan Kepler gezegenlerin yörüngelerini kesin ve doğru bir şekilde çizdi (Bronowski, Mazlish, 2012, s. 178).

Galileo’nun bilime olan katkısı tıpkı Copernicus ve Kepler de olduğu gibi evreni matematikle açıklamaya çalışması ve kendinden önceki yaklaşımları ve görüşleri geçersiz kılmasıdır. Doğa’nın insan aklının dışında, kendine özgü bir yapısı vardır ve bu yapıyı anlamak içinde farklı metotlar ve araçlar gereklidir. Ona göre matematik bilmeden doğayı anlamak olanaksızdır.

Gezegenlerin hareket halinde ve belirli mekanik yasalara göre hareket ettiği düşüncesi gökyüzüne has mekanik yasaların yeryüzündeki mekanik yasalardan farklı olabileceğini akla getirirken, yeryüzüne has mekanik yasalara daha somut açıklamalar getirilmesi gerekliliği ortaya çıkmıştır. Bu durumda da sorulacak ilk soru, bir cismin yeryüzüne ne kadar hızla düştüğüdür. Aristo ağır cisimlerin hafif cisimlerden daha hızlı düşeceğini savunmuş ve 17. yüzyıla kadar bu görüş geçerliliğini korumuş ama 1600 yılların başında yanlış olduğu anlaşılmıştır. Burada önemli olan şey Aristo’nun görüşünün ikibin yıldan sonra nasıl yanlış olduğunun anlaşılmasıdır. Bu ancak düşünce yapısının değişmesiyle mümkün olmuştur. O zamana kadar mekanikle ilgili deneylerin yapılmasının zorluğu zamanın kısa aralıklarla ölçümleyecek bir saat mekanizmasının icat edilmemesiydi. Galileo çalışmalarına zamanın kısa aralıklara bölünerek nasıl ölçülebileceğini keşfetmeye yönelik araştırmalarla başladı. Galileo’yu deneysel

54

yöntemin öncüsü ve uygulamalı fen bilimlerinin lideri yapan ve diğer çağdaşlarından ayıran şey onun bu yöntemli araştırmasıydı.

Copernicus ve Kepler teorik zekaya sahiptiler. Copernicus matematikçilerin, Kepler ise astrolojiye ilgi duyan asillerin ilgisini çekerken, Galileo kuzey İtalya da ticaretle uğraşanlara pratikte gerekli yaklaşımlar geliştirdi. Özellikle Venediklilerin işine yarayacak denizcilik ve atış teknikleriyle ilgili bilgiler sağlamış ve 1592-1610 yılları arasında Venedik Cumhuriyeti korumasındaki Padova Üniversitesinde çalışmalarına devam etmiştir.

Astronomi denizcilik alanında çok önemli katkılar sağlamıştır ancak zamanın doğru ölçülmediğinde faydası olmaz. Deniz üzerinde seyreden bir geminin enlemi yıldızlara bakılarak gökyüzünden tespit edilebilir fakat geminin bulunduğu boylam örneğin Greenwich’e oranla sabit olan boylam üzerinde saatin kaç olduğu bilinirse tespit edilebilir (Bronowski, Mazlish, 2012, s. 181). Ortaçağda kullanılan saatler günü belirli dönemlere ayırabilirken, zamanı doğru şekilde ölçmek için uygun değildiler ve daha çok ibadet zamanı bilmek için manastırlarda kullanılırlardı. Galileo 1583’de nabzının atışı ile sarkacın salınımının düzenli bir şekilde aynı tempoya sahip olduğunu gözlemleyerek doğanın değişmeyen bir düzeni olduğunu saptamıştır ve sarkacı yaptığı deneylerde zamanı ölçmek için kullanmıştır. Galileo sarkacın zamanı gösterdiğini tam olarak kanıtlayamadığı için yüz yıl sonra Huygens matematiksel bir yöntemle kanıtlamıştır. Galileo sarkacı kullanmasıyla zamanı ölçebildiğinde, bir topun ortasında oluğun olduğu bir düzlemden yuvarlanarak zemine ulaşma süresini ölçmüş ve cismin kat ettiği yolun geçen sürenin karesi ile doğru orantılı olduğunu kanıtlamıştır (Bronowski, Mazlish, 2012, s. 184). Mantık ve deney arasında kusursuz bir bağlantı kuran Galileo, cisimlerin düşmesinde, hızın mesafeyle değil, zamanla orantılı olduğu, dahası serbestçe düşen bir cismin aştığı mesafenin, düşme zamanının karesiyle doğru orantılı olduğu sonuçlarına vardı. Çünkü hız ve zaman doğru orantılı artıyorsa, alınan yolun yani mesafenin zamanın karesi kadar artması gerekirdi. Günümüzdeki fizikçiler ve mühendisler bu sonuçtan faydalanmaktadırlar (Maclachlan, 2008, s. 7).

Galileo’nun ortaya koyduğu modern nedensellik anlayışı hem kendi dönemindeki hem de sonraki dönemlerdeki bilimsel anlayışı etkilemiş ve bilim insanlarının bilime olan yaklaşımlarını değiştirmiştir. Dış dünyayı duyularıyla algılayan

55

insanın matematiğin kesinliğine ihtiyacı vardır. Ortaçağın yaratıcı odaklı anlayışından vazgeçilmesi ve yerine evren odaklı neden-sonuç anlayışının gelmesinde Copernicus’un açtığı yolda Galileo’nun etkisi son derece önemlidir. Neden ve sonuç birbirleriyle bağlantılıdır yani birinin varlığı, diğerinin de varlık nedenidir. Fakat Galileo’nun Bilim dünyasındaki devrimci yaklaşımı Aristoteles’in niteliksel nedensellik anlayışını matematiksel ifadeye bağlamasıdır. Bir başka deyişle ölçülebilen öğeler bilimsel kanıt olarak kabul edilecektir. Aristoteles mantıksal nedenlere yönelip niteliksel bir açıdan bilime bakmışken, Galileo matematiksel anlamda akılcılık ve niceliksel bakışıyla modern bilime önemli katkılarda bulunmuştur. Çünkü Galileo hem deneysel yöntemi kurmuş, hem de deney ve matematiği bir araya getirmiştir. Böylece deneysel fizik ve modern mekanik biliminin kurucusu olarak anılmıştır (Cevizci ve Küçükalp, 2010, s.

120). Matematik bilimsel bilgiye ulaşmanın en kesin yolu olmuştur. Galileo nedenselliğe bakış açısında neden sorusuna, nasıl olduğu sorusunu eklemlemiştir çünkü ona göre bilimin asıl amacı bu olmalıdır. Galileo, ünlü serbest düşüş yasasını ortaya koyarken, “Ben taşın neden değil, nasıl yere düştüğü ile ilgileniyorum” sözüyle metafiziğe kaymadan, matematikle açıklama getirmenin daha bilimsel olduğunu ifade etmiştir. Ünlü bilim tarihçi A.C.Crombie, Galileo’nun doğa kavrayışı açısından öncelikle doğada gözlemlenebilir bir düzenliliğin (neden-sonuç ilişkisinin) olduğuna inandığı, daha sonra bunu matematiksel olarak ifade ettiğini öne sürer.

Galileo 1604 Ekim ayının ortalarında yeni bir parlak yıldız keşfetti. Oysa Aristoteles’e göre hiçbir kusuru olmayan göklerin değişmesi imkansızdı. Yeni bir yıldızın varlığı bu düşünceyi yıkabilirdi. Galileo 1609’da Hollandalıların iki lensi üst üste koyarak cisimleri yakından görebildiklerini duyduğunda optiğe olan merakıyla hemen çalışmaya başladı. Hem Hollandalılardan aldığı bilgiler hem de kendi çalışmalarında elde ettiği bilgileri birleştirdiğinde ilk teleskopu icat etti ve çalışmalarını daha da geliştirerek mikroskopu da buldu.

Teleskopun icadı denizcilerin uzaktaki gemileri tanımalarına yarar sağlayacağı açıktı. Venedik özellikle ticaret gemilerinin bundan yararlanacak olmasından dolayı çok memnundu. Ancak Galileo teleskopu daha farklı bir amaç için kendi çalışmalarında kullanmıştır. Gökyüzünü yakından takip edebilecek ve ay kraterlerini, güneşteki lekeleri ya da Satürn’ün halkalarını izleyerek, varsayımlar yapabilecek, Ay gezegeninin de

56

dağlarının olduğunu, Samanyolu’nun sayısız yıldızı olduğunu ve Jüpiter’in yörüngesindeki hareketi süresince ona dört küçük uydunun eşlik ettiğini keşfedebilecekti.

Her dönemde olduğu gibi Galileo’nun yaşadığı 17. yüzyılın başında da gerici olarak addedilebilecek yeniliklere karşı ön yargılı olan muhalifler vardı ve teleskop onlara göre bir büyü aracıydı. Gelişmelere karşı çıkmaları aslında elde edilen yeni bilgiler sayesinde değişen zihin yapısına karşı bir eylemdi. Ruhban sınıfı ve skolastikler yeni bilgiler yüzünden otorite kaybediyor bir anlamda güçleri zayıflıyordu.

Galileo’nun Copernicus’un düşüncelerini benimsemesi Engizisyon mahkemesinin tepkisini çekince gayri resmi olarak uyarılır. Kilisenin tepkisi Copernicus’a karşı oldukça sertti ve ancak 1620 yılında değişiklik yapılması şartıyla kitabının okunmasına izin vermişti. Galileo 1625’de “Dialogue on the Two Principal World Systems” (İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog) adlı kitabını yazmaya başlamış ve 1632’de Floransa’da basılmıştır. Basıldıktan iki ay sonra kitabın satışı durdurulur ve Roma’da mahkemeye çıkar. Mahkeme sonrasında türlü işkencelerden geçirilen Galileo kitabında söylediği sözlerini geri almış ve 1642 yılında gözleri görmeyen ve hasta biri olarak acı içinde ölmüştür. Alexander Koyre, Galileo’nun keşfinin, Yunanlıların Kosmos’u buluşundan sonra yaşanmış en büyük keşif olduğunu ifade etmektedir. Bu değişiklik, matematiği Pitagorasçılarda olduğu gibi sayıların erdemi üzerine düşünme olarak ya da Aristoteles’te olduğu gibi yalnızca mükemmel daireler çizen gökcisimlerine uygulanabilen bir bilim olarak gören anlayışın yerine, onu doğanın dili, keşfi olarak tasarlama şeklinde özetlenebilir (Bumin, 2005, s. 25; Şaylan, 2016, s. 221). İnsan kendini kısıtlayan prangalardan kurtulmuştur, kendi krallığını kurmakta emin adımlarla ilerleyecektir.

Galileo’nun maruz kaldığı zulüm Bilimsel Devrimin etkisini İtalya’da kesmiş, Almanya’da ise Bilimsel Devrim daha başlamadan Luther’in Copernicus’un görüşlerine olumsuz bir tavır takınması sonucu kesilmiş hatta Protestan olan Kepler 1596’da Cizvitlerin yanına sığınmıştı. 1642 yılında Galileo öldüğünde, Isaac Newton İngiltere’de doğuyor, İngiliz halkı ise Krala karşı mücadele veriyordu (Bronowski, Mazlish, 2012, s. 188).

57

Newton evrensel yer çekimi kanununu bularak hem bilimsel bir devrim gerçekleştirmiştir hem de öncülleri diyebileceğimiz önemli bilim insanlarından farklı bir yer edinmiştir. Yapmış olduğu keşifle iki farklı dünyaya ait görüş birbirinden ayrılmıştır. Bir başka deyişle doğaya yaklaşımdaki din eksenli bakış, yerini dinden bağımsız, kendine has kanunları olan bir olguya bırakmıştır.

Newton, doğadaki tüm değişimlerin yaratanın iradesi sonucu olduğu düşüncesi yerine doğa olaylarının neden sonuç ilişkisinin oluşturduğu bir düzende, kendine has kanunlar çerçevesinde gerçekleştiği düşüncesini ortaya koymuş ve ortaçağ düşüncesine öncülleri Copernikus, Kepler ve Galileo’dan sonra önemli bir darbe vurmuştur.

Newton’a göre tabiat maddeden oluşmaktadır ve maddenin zaman ve mekândaki hareketleri güç yasalarıyla belirlenmektedir. Bu hareket ve yasalar matematiksel hesaplamalarla bilinebilir ve böylece tabiatın sırları çözülebilir. Newton evrendeki her maddenin başka bir maddeyi büyüklüğüne ve aralarındaki mesafeye bağlı olarak değişen bir güçle çektiğini ortaya koyarak, sadece maddenin hareketini açıklamakla kalmamış, aynı zamanda yeni bir evren tasarımı da yapmıştır (Çiğdem, 2006, s. 60-61).

Burada daha önceki öncüllerinin açtığı yolda ilerleyen Newton, Dünyanın güneşin etrafında dönen gezegenlerden sadece bir tanesi olduğunu ortaya koymuş, dünyanın evrenin merkezi olduğu düşüncesini değiştirmiştir. Newton’un diğer bir önemli katkısı, gözleme ve deneye/deneyime dayanan bir bilim metodunu geliştirmiş olmasıdır. Bir önermenin geçerliliği, yapılması gereken gözlem ve deneyin sonucuna bağlıdır. Bilimin dili, matematiktir; çünkü matematik olguların netlik ve kesinlik kazanmasını sağlar.

Böylece; matematik, cebir ve geometrinin yerini almıştır (Çiğdem, 2006, s. 61).

Newton 1687 yılında yayımlanan Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri (Philosophiae Naturalis Principia Mathematica) adlı eserinde bilimsel bilginin elde edilmesiyle ilgili nasıl bir yöntem izlenmesi konusunda, yani bilim olan ile bilim olmayan etkinliğin nasıl ayırt edileceğiyle ilgili olarak; bilimsel inceleme, fenomenin deneysel olarak ölçülebilen boyutlarının, yani görünen niteliklerinin, nicel olarak ifade edilmesiyle sınırlanması ve bilimsel incelemede varsayımların dışarıda tutulması gerekliliğini savunmuştur. Bu iki gerekliliklerden ilki, daha önce Kepler, Galileo ve Descartes tarafından dile getirilmiştir, ancak Newton bunu daha da geliştirmiştir, ikincisi ise, Newton tarafından ortaya konulan bir niteliktir. Böylece Newton, bilim olan

58

ile bilim olmayanı ayırt edecek bir yöntem bulma konusunda önemli adımlar atmıştır.

Ona göre bilimsel çalışma üç aşamadan oluşur:

1) Deney ve Gözlem: Bir olgu, ayrıntılarıyla izlenerek gözlem yapılır.

Gözlemlenen olgunun nedenlerinin araştırılması için deneye başvurulur.

2) Kuram Oluşturma: Gözlemlenen ve deney aracılığıyla sınanan olgu hakkında, açıklamalar yapılır.

3) Öndeyi: Elde edilen bilgilere dayanılarak, gelecekte meydana gelebilecek benzer bir duruma ilişkin tahminde bulunulur (Topdemir, 2011, s. 72-75).

Newton’un sağladığı en önemli bilimsel katkıların başında ışığın ayrıştırılması düşüncesi ve tayf renklerine ilişkin ilk bilimsel kuram, devinimin ve eylemin temel yasalarının formülleştirilmesi, yersel ve göksel kütleçekiminin özdeşliğini tanıtlaması, sonsuz evrenin en küçük ve en büyük cisimlerini (yıldızlar ve atomlar) birbirlerine bağlayan temel çekim yasasını bulmasını sağlayan kalkülüs hesapları gelir (Koyre, 2006, s. 11-12). Newton, optikle ilgili 1672’de yazdığı ilk makalesinde, ışığın ışınlardan oluştuğu, farklı ışınların mercek ya da prizmalardan geçerken farklı derecelerde kırıldığı, her ışının farklı bir renkte olduğu ve beyaz ışığın, tüm ışın ve renklerin bir karışımı olduğu konusundaki görüşlerini yaptığı deneylerle kanıtlayarak açıklamıştır (McClellan, 2008, s. 294).

Newton yazmış olduğu “Principia” adlı kitabı insanın doğaya karşı üstünlük kurabileceği ve doğayı kendi istekleri doğrultusunda düzenleyebileceği düşüncesinin doğmasına sebep olmuş ve bu yüzden bilim tarihinde de önemli bir yer edinmiştir.

Bilim dünyaya kişisel olmayan bir bakış açısıyla bakma, evrenin dilini yeni ve salt bir simgesel dille okuma yöntemi haline gelmeye başladı. Bu Copernicus ve Kepler’in esinlendiği, Galileo’nun ise çalışmalarında aşağıdaki sözcüklerle özetlediği doğadaki matematiksel gizemdi (Bronowski, Mazlish, 2012, s. 189).

Felsefe her zaman gözlerimizin önünde uzanıp giden o müthiş kitaba yazılmıştır-burada anlatmak istediğim kitap Evrenin kendisidir- ancak önce evrenin yazıldığı lisanı öğrenmeden ve simgelerini kavramadan bir şey anlamak mümkün değildir. Bu kitap matematiksel bir dille yazılmıştır ve kullandığı simgeler üçgenler, daireler ve diğer

59

geometrik şekillerdir. Onların yardımı olmadan bu kitabın tek bir kelimesini bile anlayamaz, karanlık bir labirent içinde nereye gittiğimizi bilmeden dolaşırız.

16. ve 17. yüzyıllarda bilim insanlarının yaptıkları en önemli şey ve dönemin devrim yaratan karakterleri olarak kabul edilmelerinin sebebi görünen dünyanın gerisinde başka bir dünyanın varlığını göstermeleridir. Kilisenin ya da dini inancının baskısı altında kalmamış ve aklı kullanarak matematik, deney ve gözlem yoluyla evrenin gizemini çözmeye çalışmış ve bir devrimin oluşmasına neden olmuşlardır.

Yukarıda değinilen bilim insanları doğada yapmış oldukları keşifler ve geliştirdikleri metotlar açısından önemli değişikliklere sebep olmuşlardır ve Ortaçağa özgü zihin yapısını değiştiren çalışmalarından bahsedilmiştir ancak toplumsal ve felsefi bilgi bağlamında Aydınlanmanın bilimsel yönünü oluşturan filozoflara da en başta Bacon ve Descartes’e değinmek gerekir.

Bacon (1561-1626) hukuk eğitimi almış ve Adalet bakanlığında hızla yükselmiş ama en büyük başarısını bilim felsefesine yaptığı katkılardan elde etmiştir. İngiliz emprizminin başlatıcılarından sayılabilecek olan Bacon, hakikatin ölçüsü ve bilginin kaynağı konusunda oldukça bilimsel bir tavır takınmış, maddeci ve mekanist bir bakış açısının savunuculuğunu yapmış ve doğalcı bir tavır takınarak pozitivizme yaklaşmıştır.

Modern dünyanın bilim üzerinden kurulabileceğine inanan Bacon, sadece modern Skolatisizme değil, Platonik ve Aristotelesçi geleneklere de savaş açmıştır (Cevizci, 2017, s. 53). Mutluluğa giden yolun bilgiden geçtiğine inanan Bacon bilimsel olarak yaptığı çalışmaları ile Aristoteles felsefesine karşı eleştirel bir tutum sergilemiştir. 16.

yüzyılın ikinci yarısından itibaren ve 17. yüzyılın sonuna kadar önemli bilimsel gelişmeler elde edilirken bu gelişmelere yol açan farklı yöntemlerle ortaya çıkmıştır.

Bilimsel devrim birçok buluşun ama aynı zamanda birçok yöntemin de varlığına işaret eder. Bacon’a göre bilimin karşısındaki en büyük engel içinde tümdengelimsel bir anlayış ve soyut anlamlar barındıran Aritoteles’in felsefisidir. Yeni bir metot kullanmak ve böylece eskiyi ortadan kaldırmak amacıyla Aristoteles’in “Organon’u” şiddetli eleştiren Bacon, bilimin amacının bilgi olduğunu savunarak, “Novum Organum” olarak isimlendirdiği yeni bir “organumu” ortaya koyar ve tümdengelimi değil temel tümevarımı savunur.

60

Bacon insanın doğa karşısında çaresiz olmadığını savunmuştur sadece tümdengelim yöntemi yanlıştır ve çaresizliği yanlış yöntem kullanmasından kaynaklanmaktadır. Bunun için eski yöntemler bırakılmalı ve tümevarım yöntemine geçilmelidir. Böylece bu yöntemle geleceğe ilgili öngörüde bulunma imkanı doğar.

Bacon’a göre bu durum insanın doğaya karşı zaferidir (Anlı, 2015, s. 86). İnsan ancak bilim yaparak doğayı bilebilir ve yasalarını keşfeder ve sonucunda doğaya karşı egemenlik sağlayabilir. Bacon’a göre ilim yapmak içinde önce zihnin önyargılardan arınmış olması ve sonrasında tümevarım yöntemi gereklidir.

İnsan zihnin en büyük düşmanı önyargılar, sanılar ve önceden edinilen bilgilerdir. Bacon bunlara idol adını vermiş ve bunları dört gruba ayırmıştır. Birinci grup idoller soy idolleridir (idola tribus) (Bacon, 1999, s. 22). Tüm insanların doğasında bulunan ortak idollerdir. Bu idoller bizi nesneleri, doğayı kendi ölçütlerimize göre değerlendirme yanılgısına düşürür. İkinci grup idoller, mağara idolleridir (idola specus) (Bacon, 1999, s. 22). Bireyin kendi ön kabulleridir ve Bacon’ın bu idollere bu ismi vermesinin sebebi, Platon’un mağara alegorisinin bu idollerin ifade ettiği şeyle örtüşmesidir. Yani, birey çevresini algılarken kendini hapsettiği mağaranın izin verdiği ölçüde algılar. Mağara ile kastedilen bireyin yetişme tarzının, ona öğretilenlerin doğa karşısındaki sınırlamasıdır. Üçüncü grup idoller çarşı idolleridir (idola fori) (Bacon, 1999, s. 24). Dilin yani kelimelerin düşünceleri sınırlamasıdır. Tarihte ortaya koyulmuş bütün düşünceler bir dil sistemi içinde ortaya koyulmuş ve maalesef onları bu dilin bize aktardığı kadarıyla almışızdır. Bu tür idoller en tehlikeli olanlardır. Dördüncü grup idoller, tiyatro idolleridir (idola theatri) (Bacon, 1999, s. 27). Eski kuramlara ve otoritelere körü körüne inanmaktır. Aristoteles’in fikirlerinin sorgulanmadan kabul edilmesini şiddetle eleştiren Bacon’a göre bu duruma Aristoteles iyi bir örnektir.

İdollerden kurtulmak ve zihnin tüm engellerden arınması Bacon’ın modelinin ilk adımıdır, ikinci adım ise tümevarımdır. “Novum Organum” yetersizliklerine rağmen, bilinen ilk tümevarım mantığı kurma yolunda, yazılan eserdir (Reichenbach, 1981, s.

62). Bacon’un yeni tümevarım anlayışının bilinen tümevarım anlayışından farkı; iki olay arasındaki ilişkiyi bulmaya çalışmaz, bir kavramla kendi içinde uğraşır ve Bacon’un bu yeni tümevarımının iki önemli kuralı vardır. Birinci kurala göre algılardan genel kavramlara yükselmek ve buradan da orta terimi bulmak hızlı bir şekilde yapılmalıdır. İkinci kurala göre de tek tek olgulardan önermelere giderken acele

61

genelleme yapılmamalıdır, tam tersine oldukça ağır gidilmelidir (Topdemir, 1999, s.

54). Teklerden yola çıkarak teklere dair bir fikir ortaya atarken bir yandan da teklerden yola çıkarak tümele dair bir fikir çıkarılır. Deneylerden sonuçlara ulaşmak ve elde edilen sonuçlardan da yeni deneyler elde edilir. Tümevarımsal yöntemde deney son derece önemlidir. Gerçeği ulaşmanın yolu duyulardan ve tikellerden giderek en genel aksiyomlara doğru yavaş yavaş ilerlemekten geçer.

Rönesans’ın da etkisiyle Bacon’a göre tek başına bırakılan akıl, aletlerle desteklenmeyen bir el gibi güçsüzleşmeye mahkum olacaktır (Bacon, 1999, s. 8). Aklı bu konuda eğitmek ve bilgiye ulaşmak için yeni bir mantık geliştirmek şarttır. Çünkü Aristoteles’in tümdengelimsel mantığı bilgiye ulaşmak için gerekli bilimsel çalışmalar için yetersizdir.

Bacon’ın idol adını verdiği bütün prangalar, insanın doğal davranış biçimini göstermesini engelleyen ve insanı, yine insan ama egemen insan tarafından yapılmış görünmez hapishanelerde kilitli tutan genel kabullerdir. Bu kabuller, sorgulanmadan dogmatik olarak, sanki doğuştan getirilen kodlarmışçasına insanın düşünme ve eyleme yeteneğini köreltirler. (Pehlivan, 2019, s. 15) Bacon insanın zihinsel engelleyicilerden bir başka deyişle dönemin başta kilise olmak üzere her türlü baskıdan bağımsız bir akıl ile deney ve gözlem yaparak gerçeğe ulaşmasına çalışmıştır. Onun yeni insan, yeni toplum anlayışı da bu temel üzerinde yükselir, ilerleme düşüncesi, toplumun, insan dünyasının bilimsel yöntemle yeniden kurulmasının planları gözler önüne serilir.

Bilimin önderliğinde artık insana ve topluma biçim verilecektir. Böylece bir yandan bilimsel ütopyalar dönemi başlarken, bir yandan klasik pozitivizmin de temelleri atılmıştır (Çotuksöken, 2001, s. 241).

Rönesans’ın sonucunda insan özneleşmiş, doğa nesneleşmiştir. İnsan kendini, özellikle bilen yönünü içermek üzere üstelik bir eylem öznesi olarak yeniden kurarken, doğayı da dönüştürme istemleri eşiğinde nesne yapma çabasına girmiştir. Bacon’un Novum Organum’u da bu dönüşümün manifestosu olarak görülebilir (Çotuksöken, 2002, s. 133).

Evrensel bir doğruluk sistemi oluşturmaya çalışan Rene Descartes (1596-1650) da Bacon gibi Aristotelesçi araştırma tarzına karşı çıkmış çünkü Aristotelesçi