• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2. MODERNLİĞİN KAYNAKLARI VE MODERNİZM MODERNİZM

2.6. Aydınlanma

70

gelişmiştir. İngiltere büyük bir fabrika haline gelmiştir. Dünyanın birçok yerinden hammadde getiriyor, gelişmiş sanayisinde işliyor ve dünyaya satıyordu. Talep arttıkça üretime bağlı olarak sanayide gelişiyordu. Sanayi devrimi olarak adlandırılan bu dönem sadece İngiliz halkını değil diğer kıta Avrupası ülkeleri de etkilemiş ve ekonomik sistemi değiştirmiştir.

Nüfusun hızlı artışı, endüstride, tarımda ve ulaşımdaki devrimler ortaçağ zihnin yapamayacağı işlerdir. Çok açık olarak diyebiliriz ki bütün bu yaşanan süreçler insanın düşünce şeklini de değiştirmiş, zihinsel bir evrime neden olmuştur. Artık yeni bir dünya mevcuttur.

71

görülmesi Fransız kültürünün bir ürünü olarak görülmesine neden olur. Aydınlanma İngiltere'de Enlightenment, Almanya'da Aufklarüng, Fransa'da Eclaircissement, İtalya'da Illuminismo olarak adlandırılmakta ve içerik olarak da farklı yaklaşımları temsil etmektedir ancak buradaki en önemli şey tüm farklılıklara rağmen aklın üstünlüğüne yapılan vurgudur ki bilim ve teknik alanındaki gelişmeler dünyaya farklı perspektiflerden bakmayı da beraberinde getirmiştir. Bir başka deyişle bundan sonra Tanrı’nın doğa üzerinde egemenliğinin yerine insan aklının doğa üzerindeki egemenliğinin oluşturulması süreci başlamıştır (Boutroux, 2003, s. 19).

Aydınlanma, Avrupa’da 1688 İngiliz Devrimiyle başlayıp 1789 Fransız Devrimiyle en üst noktasına ulaşmış bir düşünce hareketidir. Avrupa insanının bireysel ve toplumsal yaşamını yeni bir anlayışla oluşturma çabası olarak niteleyebileceğimiz bu dönem, Batı uygarlığının tarihsel gelişiminin ve değişiminin düşünsel ve kültürel sonucudur. İlk olarak İngiltere’de başlayan toplumsal değişim (kapitalizmin doğuşu) daha sonra Fransa’da özgürlük hareketi olarak devam etmiştir. Nihayet Almanya’da felsefi temellerini oluşturarak tüm dünyayı etkileyecek modernleşme/batılılaşma hareketine dönüşmüştür (Çüçen, 2006, s. 25).

Aydınlanma dönemi, aslında Orta Çağ’ın karanlığına karşı tepki olarak ortaya çıkan Rönesans dönemindeki düşünsel ve toplumsal değişimlerin üzerinde yükselir.

Rönesans döneminde ortaya çıkan Hümanizm, Reform hareketi, Ulus devletin ortaya çıkışıyla bireyin önem kazanması ve beraberinde hak ve özgürlükler alanındaki gelişmeler, Bacon ve Descartes ile bilimsel devrimle başlayan Kepler’den, Kopernik’e, Galileo’dan Newton’a bilim insanların geliştirdikleri ya da geliştirmeye çalıştıkları eskiye tepki yeni yöntemlerle yaptıkları keşiflerle doğanın bilgiyle hakimiyet altına alınmaya çalışılmasının sonuçları Aydınlanma döneminde ortaya çıkmıştır.

Aydınlanma modern insanın doğuşunu hazırlayan bir süreç olması açısından önemlidir. Aklın hakim olduğu ve Avrupa insanının yeryüzünde kendi egemenliğini oluşturmaya başladığı bir dönem olup önce İngiltere’de başlamış ve sonrasında Fransa ve Almanya’da devam ederek yayılmıştır.

İngiliz Aydınlanmasının metafizik sorunlardan uzak bir bilgi kuramına ve devlet felsefesine ilgi duyması nedeniyle kendine özel bir yer edindiği söylenebilir ayrıca 16.

72

ve 18. yüzyıllardaki duyumculuk, bilme yeteneklerinin eleştirisi, aydınlanma, deizm, pragmatizm, şüphecilik gibi konularda Avrupa üzerinde önemli etkilerde bulunmuştur (Bıçak, 2004, s. 97).

İngiliz Aydınlanması, burjuvazinin 16. yüzyılın sonunda başlayan ve soyluların burjuvalaşması ve görkemli devrimlerle hızlanan ve 1689 yılında Oranyalı William’ın başa geçmesiyle sonlanan özgürleşme hareketinin damgasını ve izlerini taşır. Bu bağlamda 17. yüzyılın sonu ve 18. yüzyılın başında gelişiminin zirvesine ulaşan İngiliz Aydınlanma Hareketi, Alman ve Fransız Aydınlanması başta olmak üzere Kıta Avrupası Aydınlanmasını derinden etkilemiştir (Buhr, 2006, s. 9). Hem siyasi bağlamda özgürleşmenin hem de Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmiş olmasının getirdiği avantajlar ve Coğrafi Keşifler sonrası elde edilen sömürgeler İngiltere’ye güçlü bir konum sağlamıştır. Sanayi devrimiyle yükselen burjuva sınıfı Avrupa’nın diğer burjuvalarına göre daha iyi bir durumdaydı. Sanayi devriminin sonucunda burjuvazi güçlenmiş ve egemenliğini pekiştirmiş, yeni sınıflar ve toplumsal katmanları ortaya çıkmış, örgütlenme biçimi değişmiş ve geleneksel kurum ve toplumsal düzen değişmiştir (Çiğdem, 2006, s. 60).

Kıta Avrupa’sına göre daha liberal bir çizgide olan İngiltere’nin bilimsel ve felsefi çalışmalarıyla Aydınlanmayı başlattığı söylenebilir. Bilimsel çalışmalara en önemli katkıyı ise kuşkusuz düşüncelerini mekanik evren varlığı üzerine temellendiren Newton yapmıştır. Evren kendi kendine çalışan bir makinedir ve bir takım güç yasalarına göre çalışmaktadır. Buna göre doğa da bir makine gibi çalışmaktadır ve doğanın yasaları deney ve gözlem yapılarak matematiksel olarak açıklandığında, insan doğayı kontrol edebilecek ve mutluluğu artacaktır (Outram, 2007, s. 128-129). Isaac Newton 1687 yılında yazdığı önemli eseri “Philosophie Naturalis Principia Mathematica” (Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri) Copernicus, Kepler ve Galileo ile başlayan ve bilimsel devrimin temasını oluşturan matematiğin, doğaya uygulanmasına dayanan fiziki sentezin doruk noktasını oluşturmuştur. Tüm Avrupa’da aklın otorite haline gelmesinde Newton’ın çalışmalarının rolü son derece önemlidir hatta başlangıç noktasıdır diyebiliriz. Aslında bilimsel devrimin önemli temsilcileri olan Copernicus, Kepler, Galileo ve felsefesi anlamında Bacon ve Descartes doğaya odaklanarak, yasalarını keşfetmek ve bu yasaları açıklamak için çalıştılar. Locke’den

73

itibaren, Kant da dahil olmak üzere, 18.yüzyılın bütün büyük filozoflarının yaşadığı büyük coşku, doğal dünyanın, esas Newton tarafından gerçekleştirilen entelektüel fethinin bir eseri ya da ifadesi olmak durumundaydı (Cevizci, 2017, s. 569). Newton, çekim kuramına dayanarak matematiksel doğa bilimini genişletmiş ve tüm yeryüzü ve gökyüzü mekaniğini kapsayan bir dizgeye dönüştürmüştür. Newton’un en büyük amacı, genel çekimin evrensel dizgeyi nasıl ayakta tuttuğunu açıklamaktı. Newton’un doğa anlayışı, mekanikçi maddeciliğin ve deizmin yöntem düzeyindeki dayanağı olmuştur.

Bir başka deyişle Newton’un doğa görüşü, 17. yüzyıl metafiziğine ve skolastiğe bir meydan okumadır (Buhr, 2006, s. 11-12).

İngiliz Aydınlanmasının en büyük katkısı izledikleri ampirist yöntemin yanı sıra aklın kaynağını ortaya çıkarmak için geliştirilen çalışmalar ve aklın kullanımının doğadan insana çevrilmesinde yapılan çalışmalardır. John Locke (1632-1704) yazdığı eseri “Essay Concerning Human Understanding” (İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Soruşturma) aklın kaynağı üzerine düşünmeyi, İskoç David Hume ise “Treatise of Human Nature” (İnsan Doğası Üzerine Deneme) adlı eseriyle aklın kullanımının insana yönelmesinde çalışan ilk filozoflardır ve her iki filozof da Locke İngiliz aydınlanması ve Hume İskoç Aydınlanmasının kurucu filozofları olarak addedilirler (Cevizci, 2017, s.

569). İngiliz Aydınlanmasının kurucu düşünürlerinden biri olarak kabul edilen John Locke’un savunduğu ilkeler, klasik aydınlanmanın özünü oluşturur; ona göre yaşamın her alanında gelenek ve otoritenin her türlüsünden kurtulmalıdır. Locke, siyasi liberalizm, doğal din ve rasyonel eğitim alanındaki düşünceleriyle, düşünceyi ve aklı gelenek şemalarından kurtarmıştır (Gökberk, 2004, s. 293).

Locke’nin gerek gelecekteki Avrupalı insanının düşünce yapısını anlamak için gerekse Aydınlanma dönemi açısından en önemli yorumları aydın insan tipi ve devlet anlayışı üzerinedir. Hobbes’un materyalist felsefesi ile bilgi sorunu önemli bir konu olmuştur. Cisim ve hareketten oluşan bir dünyada insan aklı nasıl çevresini algılıyordu sorusu önemli bir soru olunca, Locke işe Newton’un bir saat mekanizmasına benzettiği ve matematiksel bir düzen içinde hareket eden atom kütlelerinden oluşan dünyadan başladı. İnsan beyninin içinde hapis olan bir akıl nasıl böle bir açıklama yapabilmekteydi sorusunun cevabını “Essay Concerning Human Understanding”

(1690) (İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme) adlı çalışmasında verdi. Platon’un

74

doğuştan sahip olduğumuzu söylediği bir donanımla dünyaya geldiğimiz ve onu yeniden keşfetmekten başka bir şey yapmadığımız düşüncesine şiddetle karşı çıkıyordu.

Lock’e göre bilgiye yalnızca deneysel ve doğal yollarla ulaşılabilirdi. Locke, insan zihninin/aklının doğuştan boş bir levha gibi olduğunu öne sürdü ve bilginin daha sonra deneyimlerle elde edildiğini savundu (Cevizci, 2019, s. 578). Ona göre her türlü bilgi aklın ışığında, deney yoluyla elde edilebilir. Din, metafizik ve batıl doğru düşünme için engeldirler, bilgi akıl kullanılarak ve başta din ve metafizik olmak üzere her türlü inançtan bağımsız olarak edinilmelidir. Bu amaçla aklın özgür olduğu ya da özgürce bilgi edinmesi için gerekli eğitim, çevre ve kültür olanaklarını hazırlamalıdır. Aklın egemenliğinde oluşan bir bilim anlayışına göre oluşturulan insan ve toplum anlayışının, insanın mutlu ve rahat yaşamasını sağlayacağı Aydınlanma döneminde geçerli olan genel bir inanıştır (Çüçen, 2006, s. 28). Locke’un dinle ilgili olarak zihnimizin boş olarak dünyaya gelmesini temel alarak Tanrı düşüncesinin doğuştan olamayacağını söyler. Locke, insan aklının/zihninin doğuştan boş bir levha gibi içeriksiz olduğundan dolayı her türlü bilginin ancak deneyle elde edilebileceğini dile getirmiştir. Ona göre insan zihninin doğuştan boş bir levha olması, Tanrı inancının doğuştan gelmediğinin, sonradan edinildiğinin en önemli dayanak noktasıdır.

Locke’nin siyaset felsefesinde birey önemli bir yer teşkil eder. Onun toplum düzeni bireyin acıdan, yoksulluktan, kötülükten, korkudan, hastalıktan ve bilgisizlikten kurtulacağı bir düzendir ve bunun için bireyin yaşama hakkını, özgürlüğünü ve mülkiyet hakkını güvence altına almış liberal hukuk devletini kapsayan bir siyaset felsefesi önerir. Devlet bireyi korumak için vardır. Aydınlanmış birey ancak aydınlanmış ve üzerinde toplumca uzlaşılmış bir hukuk devletinde yaşayabilir. Bir başka deyişle toplum kendi hukuki ve ahlaki yapısını oluşturmalıdır, böylece hem geleneksel ve dini görüşe karşı çıkılacak hem de insanın dış dünyadan aldığı verilerin yok sayılması engellenmiş olunacaktır (Cevizci, 2019, s. 578). Bunun için de devlet bireysel ve toplumsal manada aydınlanma amacı doğrultusunda, gerekli kamusal, kurumsal, bilimsel, eğitimsel yapıyı oluşturmalıdır.

Hobbes siyaset bilimi oluşturmak için önce siyasetin temelini ilahiyata dayandırmayı reddetmiştir ve sonrasında siyaseti 17. yüzyıl doğa bilimleri yöntemi üzerine temellendirmiştir. Siyaset kuramını insan doğasıyla ilişkilendirdiği fizikle

75

birleştirmiştir. Böylece siyaset kuramı psikoloji biliminin etkisine girmiştir. Galileo ve Newton tarafından oluşturulan fizik bilimi siyaset kuramının temelini oluşturan Hıristiyan doktrininin yerini almıştır. Hobbes insan adlı bireysel atomlarla yapay bir oluşuma benzettiği toplumsal bir model üretmiş ve geriye eksik kalan şey ya da cevap bekleyen sorun ise insanın doğası olmuştur. Hobbes “Leviathan’ın” yanı sıra insan doğası üzerine bir inceleme de yazmıştır. Locke ise “Essay Concerning Human Understanding” ve “Two Treaties of Government” adlı eserlerini yazmıştır. Hobbes yeni yöntemler geliştirmiştir ancak Locke siyasetle ilgili yöntem geliştirmede Hobbes’dan daha etkili olmuştur (Bronowski, Mazlish, 2012, s. 299). Siyaset alanında patronunun Whig grubu lideri Lord Shaftesbury olduğunu da göz önünde bulundurursak, Locke’nin Hobbes’a göre daha deneyimli olduğunu da görürüz.

İngiliz Aydınlanmasının yukarıda yazılanlardan anlaşılacağı üzere bir diğer önemli düşünürü Hobbes’tur. Öklid’in 47. Önerme Pisagor teoremi bir dik üçgende dik kenarların toplamının hipotenüsün karesine eşit olması ile ilgiliydi. Hobbes tüm aşamaları geriye doğru giderek kanıtlayarak basit aksiyoma ulaştı ve bu deneyimini sadece geometride değil tüm düşünce alanlarında uygulanabilecek bir aksiyomatik sistem haline getirdi. Hobbes’un ilk önemli katkısı aksiyomatik yöntemin her türlü düşünceye uygulanmasıdır. Böylece matematikçiler felsefe üretiminde etkinleştiler.

Hobbes hem Descartes’i hem de Galileo’yu şahsen tanıyordu. Descartes dünyanın matematiksel bir sistemi olduğunu düşünmüştü ancak Hobbes matematiksel olmayan bir dille ve aksiyomatik yöntemi felsefi bir alana taşıyarak daha basitçe ve herkesin anlayabileceği şekilde ifade etmeyi başardı. 1634-1637 yılları arasında öğrencisi de olduğu Galileo’nun hareket halindeki cisimlerle ilgili varsayımlarını tüm alanlara uygulayarak Galileo’nun fiziğine metafizik bir biçim kazandırdı. Ayrıca Descartes’in çok fazla etkisi altında olmasına rağmen sistemine eleştirel yaklaşmış, Fransızların akıl ve madde ikiliğine karşı çıkarak, materyalist bir yaklaşımla aklı hareket halinde başka bir cisim olarak inceleyerek, evreni materyalist bakış açısından değerlendirmiş ve modern felsefeye önemli bir katkı sağlamıştır. Ancak en önemli katkısı nedensellik ilkesidir. Ona göre Tanrı dışarda bırakılarak, nedensellik her zaman belli cisimlerin belli hareketleri ile bağlantılı olarak araştırılmalıdır. Hobbes, Bacon’ın kökeni Tanrı’ya dayanan ölümlü ve duygu taşıyan ruh ile ölümsüz akılcı ruh arasında yaptığı ayırıma son vererek felsefeden Tanrıbilimi uzaklaştırmıştır. Hobbes’a göre, doğuşu, oluşumu,

76

anlaşılabilir ve kavranabilir, akılla kurulabilir her nesne, her cisim felsefenin konusudur (Buhr, 2006, s. 10). Bir başka deyişle ona göre felsefenin konusu anlaşılabilir, kavranabilir ve akılsal bir kurguyla kurulabilir nesnelerle olmalıdır. Bunun dışındaki konular felsefenin alanına girmemelidir (Atayman, 2005, s. 18).

Aksiyomatik yöntemin benimsetilmesi, evrenle ilgili materyalist bakış açısının geliştirilmesi ve nedensellik ilkesi Hobbes’un önemli katkılarıdır. 17. yüzyılda ortaya çıkan yeni bilimsel yöntemleri ve düşünceleri tek başına insan ve evrenle ilgili genel bir açıklama sistemine dönüştürmüştür (Bronowski, Mazlish, 2012, s. 287).

Hobbes’un İngiltere ve Avrupa toplumunda hukuk ve devlet fikirlerinin yerleşiminde de önemli katkısı olmuştur. Kısaca özetlemek gerekirse, doğal hukuk tartışmalarının yer aldığı eserleri, Aydınlanmanın doğallık fikrini temellendirme bağlamında önemli bir yer teşkil etmektedir. Hobbes’un amacı, insan doğasını temel alarak, onun hukuk ve siyaset teorisini geliştirmekti, ona göre insan, doğası itibariyle bencil, güvensiz ve korkak bir varlıktır, bu nedenle meşhur “İnsan insanın kurdudur”

(homo homini lupus) sözünü ortaya atmıştır. Devletin yokluğunda insanların birbirlerine karşı acımasızca davranacağını kabul eden Hobbes tüm insanların eşit olduğu bir durumda karşılıklı mücadelenin başlayacağını düşünerek, sürekli güvensizlik ortamının sonucunda insanların yasa ve düzen isteyeceğini öngörüyordu ve bu durum karşılıklı anlaşmayla sonlanabilirdi. İnsanlar kendilerinden çok üstün bir otoritenin yönetimini kabul ederek, kendilerine ne yapması gerektiğini söylemesi konusunda anlaşabilirdi. Dolayısıyla devletin düzen kurabilmesi için insanların kontrol altında olmasını sağlayacak bir politik güç her zaman olmalıdır. Ona göre güce dayalı egemen bir devlet huzuru ve barışı getirecek, olabilecek isyanlar, savaşlar önlenebilecektir. Hem Hobbes hem de Locke doğa konusunda aynı şekilde düşünüyorlardı, yani dünyanın belirli bir düzende hareket halindeki cisimlerden oluştuğunu söylüyorlardı ancak siyaset felsefesi olarak farklılaşıyorlardı. Locke parlamenter sistemi ve daha özgür bir devlet anlayışını savunurken, Hobbes mutlak egemen bir devlet anlayışını savunuyordu. Bu durum birçok eleştirmence Puriten devrim sırasında yaşanan iç savaşın şiddetini Locke’e göre Hobbes’un daha fazla yaşamasıdır.

Her iki düşünürde, birer felsefeci olarak bilim dünyasına ait düşünce ve yöntemleri bir araya getirerek Avrupa düşüncesinin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır.

77

Locke’un “Essay Concerning Human Understanding” (İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme) adlı eseri epistemoloji alanında deneysel bir yaklaşımla yazılmış ilk kapsamlı metindir, Hobbes’un felsefe alanına yaptığı mekanik ve nedensellik üzerine katkılarıyla birlikte her iki düşünürde Aydınlanma felsefesinin köklerinin oluşmasında çok önemlidir. Locke kendine daha liberal bir çizgiyi seçerken, Hobbes daha otoriterdir.

Bununda sebebi insana bakış ile ilgili olmasındandır, Locke Hobbes’a göre daha iyimserdir. Hobbes’un bakış açısına göre atomlar sürekli birbirleriyle çarpışarak parçalara bölünürken, Lock’un atomları belirli bir düzen içinde hareket ederler. Otoriter toplum ve liberal toplum düşüncelerinin temeli Hobbes’un “Leviathan”, Locke’nin ise

“Two Treaties” adlı çalışmalarından alır ki iki düşünüründe eserlerini yazarlarken, yaşadıkları Puriten Devriminin şiddetli olaylarının etkisinde olduklarını unutmayalım.

Her iki düşünürde belki insana çok mekanik ve atomcu şekilde yaklaştılar ancak her ikisi de asil birer girişimciydi ve sonuç olarak siyasi ve felsefi düşünceleri günümüzde de geçerliliğini sürdürmektedir (Bronowski, Mazlish, 2012, s. 308-309).

Rönesans biliminin matematiğe verdiği önem ya da yapılan çalışmalara matematiksel açıklamalar getirilmesi dönemin felsefesinde de matematiğe ilgi uyandırırken ve matematiği en baş yere koyarken Aydınlanma insan zihnini açıklamak amacıyla doğanın kuruluşundan ya da fiziki gerçekliklerden onu büyük bir başarıyla bilme durumuna gelen zihnin yapısına doğru bir dönüş yapıp, söz konusu zihnin donanımıyla ilgili deneyimsel bir açıklama ortaya koymaya yönelirken, bilginin, salt matematiksel unsurlarından ziyade duyumsal bileşenleri üzerinde yoğunlaşmıştır. Ada Aydınlanması yani Başta Locke ve Hume olmak üzere; Hobbes ve Adam Smith gibi İngiliz ve İskoç Aydınlanmacılar, Aydınlanmanın Kant’a kadar sürecek ana perspektifine tamamen hakim olmuşlardır (Cevizci, 2017, s. 570).

İskoç Aydınlanması İngiliz Aydınlanmasının etkisi altında ondan yaklaşık elli yıl sonra ortaya çıkmıştır. David Hume’un 1739’da yazdığı “İnsan Doğası Üzerine bir Deneme” adlı eseri İskoç Aydınlanmasının başlangıç noktası olarak kabul edilir. İskoç Aydınlanması yapı itibariyle bilinçli ve birbiriyle ilişki içinde belirli entellektüellerin tarih, iktisat ve ahlak gibi alanlarda katkıda bulunduğu bir harekettir. İskoç Aydınlanmacıların en önemli katkılarından biri 17. yüzyılda doğa bilimlerinde elde edilen başarıyla, sosyal bilimleri ya da insan ve toplum bilimlerini doğa bilimlerini

78

yaratırken kullanılan metotları kullanmalarıdır. İnsan doğasına ilişkin felsefi analizle, insan toplumuna, tarihe ve doğal dünyaya ilişki ampirik bir analiz; insan ve toplum bilimlerinin doğuşuna götürecek bir sentezde bir araya gelmiştir (Cevizci, 2017, s.

616). Antropoloji ve tarihle ilgili araştırmalarında, “tahmini tarih” anlayışıyla

“karşılaştırmalı tarih” anlayışından faydalanarak çizgisel bir hat üzerinde gelişen bir tarih tasarımı ortaya koyan İskoç Aydınlanmacılar, ekonomi politik alanında ise doğrudan doğruya Newton’dan yola çıktılar. Böylece Newton’un “gözle görünür dünyanın yapısını bilimsel bir metodolojisiyle gözler önüne serebileceğimizi” ifade eden ana argümanını aynı şekilde benimseyen Hume ve Smith gibi İskoç filozoflar klasik metodolojinin “tümevarım, tümdengelim ve doğrulamadan” oluşan bütün unsurlarını kabul edip, ekonomi politiğin bütün ana konularını sistematik bir biçimde ele aldılar (Cevizci, 2017, s. 617).

18. yüzyılın önemli filozoflarından biri olan David Hume (1711 -1776) çağdaşları içinde modern anlayışın en iyi temsilcilerindendir. Hume, deneysel yöntemi zihne ve insani alana uygulamak istemiş, bu amaçla Newton’ı izleyerek, niçin yerine nasıl sorusunu koyarak, insan doğasının bilimini, psikoloji, etik, siyaset, hukuk ve iktisattaki teorileri açıklamaya çalışmıştır.

En genel manada, bilginin olanaklı tek kaynağının deneyim ve gözlem olduğunu, deneyim ve gözlemden bağımsız bir bilginin söz konusu olamayacağını ve salt akılla ancak boş mantıksal ilişkilere dayalı doğrulara ulaşılabileceğini savunan ampirist felsefe anlayışı, Reichenbach’a göre Bacon’da peygamberini, Locke’da liderini, Hume’da eleştirmenini bulmuştur.

Hume hem rasyonalist hem de ampirist felsefe anlayışı eleştirmesiyle, özellikle metafiziğe ve dine yönelik septik ve eleştirel bakışıyla, bilimciliği ve ahlakı duygulara bağlayan felsefe anlayışıyla, Aydınlanma döneminin en önemli temsilcilerinden biridir.

Hiç kuşkusuz onun, nedensellik ilkesini, yani “akıl yürütmelerimiz de dâhil olmak üzere, her şeyin bir nedeni olması gerektiğini bildiren ilke”yi eleştirel incelemeye ve sorgulamaya tabi tutan en önemli filozoflardan biri olması ve bu sorgulamanın sonucunda da nedenselliğin mantıksal bir zorunluluğa dayanmayıp sadece beşeri bir alışkanlığa bağlı olduğunu ortaya koyması, kendisinden sonra gelen pek çok felsefe anlayışının gelişmesi ve şekillenmesinde etkili olmuştur. Hume’un nedenselliğe dair

79

yaklaşımından etkilenen filozofların başında ise Kant’ın geldiğine hiç şüphe yoktur (Çıvgın, 2013, s. 32).

Hume, duyusal izlenimde karşılığı olmayan bir idenin epistemik bir anlamı olmayacağını, yani tüm anlamlı idelerin/kavramların mutlaka bir izlenimden çıkartılması gerektiğini söyleyerek, bilginin deneyimle sınırlı olduğu ifade etmiştir. Ona göre deneyimi aşan bir iddia bilgi olamazdı. Hume geleneksel metafiziğin tecrübeye dayanmayan birçok iddiasının da felsefe ve bilimden ayıklanmasına katkı sağlamıştır.

Deneyimciliği ya da insan doğasının ampirizmini kurmaya çalışmış, nedenselliği, metafiziği ve dini eleştirmiş ve değerin olandan türetilmeyeceğini savunarak etik düşünceye de katkı sağlamıştır.

Cevizci’ye göre Hume, etiği tümüyle bilimsel yönteme uygun bir şekilde, psikolojik ve sosyolojik olgulara dayalı olarak açıklamaya çalışması ve ahlakı, akla değil de duygulara dayalı olarak haz ve acı üzerinden temellendiren bir bakış açısıyla ele alması, liberalizmin etik görüşü olan yararcılık düşüncesini etkilemiştir. Üstelik ahlakı duygulara indirgemesi ve insanın sadece kendisine değil, fakat duygudaşlık yoluyla başkalarına doğru da yöneldiğini göstermesi, Hume’u, Hobbes ve Locke’la başlayan doğal haklara dayalı politika felsefesinin evrilmesinde ve özellikle de Adam Smith ve on dokuzuncu yüzyıl liberalizmine giden yolda, önemli filozoflardan biri kılmaktadır.

Adam Smith yazmış olduğu “Ulusların zenginliği” adlı kitabıyla Aydınlanma döneminin iktisat alanında en önemli düşünürlerinden biri olarak kabul edilmiştir.

Geliştirmiş olduğu teorinin 3 temel dayanak noktası vardır. Birincisi tarihsel süreçte ele aldığı iktisadi gelişme teorisi, ikincisi değer teorisi, üçüncüsü ise ahlak teorisidir. Smith tarihsel gelişme teorisi ile iktisadi gelişme sürecini determinist bir tarzda ele almıştır.

Dört safha teorisi olarak isimlendirilen iktisadi gelişme teorisi sırasıyla avcılık, hayvancılık, tarım ve mübadele dönemlerinden oluşuyordu. Avcılık döneminde ana gaye hayatta kalmak ve geçimlik düzeyde hayatı sürdürmektir. Herkesin eşit olduğu bir dönemdir. Hayvancılık döneminde tek geçim kaynağının hayvancılık olduğu ve biraz tarımın görüldüğü bir dönemdir. İnsanlar göçebedir ve hayvanları evcilleştirmeyi öğrenmişlerdir. Hayvanların sahiplenilmesi özel mülkiyeti kısmen de olsa ortaya çıkarmıştır. Özel mülkiyetle ile ilgili yani hayvanın korunması ve muhafaza edilmesiyle

80

ilgili örf ve adetlere göre karar verilirdi. Tarım döneminde yerleşik hayat başlamıştır.

Feodalite ortaya çıkmıştır. Avrupa babadan oğula geçen soyluluğun hakim olduğu en üstte tanrıdan aşağıya doğru birtakım yükümlülükler ve sözler karşılığında iç içe geçmiş bir yapıda dokunur. Bu dönemde, özel mülkiyet önceki döneme göre farklılık göstererek de olsa mevcuttur. Tüm topraklar en üst Lord olan tanrıya aittir. Aşağıya doğru mülkiyet anlayışı ile tüm topraklar paylaşılır. Toprağın kullanım hakkı babadan oğula geçerken, toprak üzerinde çalışan serfler de toprağa bağlı olarak yaşarlar. Dolayısıyla kapalı bir ekonomi söz konusudur. Smith’in tarih kuramına göre ilk üç safhasında toplumlar geliştikçe, her bir safhada yeni bir yiyecek kaynağı eklenir. Bu safhaya gelindiğinde artık gerekli olan kaynaklar tamamlanmıştır. Bu safhanın en önemli farkı parasallaşmadır yani üretim ilişkilerinin değişmesidir. Bu safhada geçimlik yani kullanım değeri elde etmeye yönelik üretimden, pazara yönelik yani mübadele değeri elde etmeye yönelmiş bir üretim ortaya çıkar. Eskiden ihtiyaç kadar ürün üretilirken, gelişmelerin sonucunda ürün fazlası elde edilip kent pazarlarında gelire dönüştürülmeye başlanır. Hem iç hem de dış pazarlarda ticaretin gelişmesiyle farklı toplumlar birbirlerine bağlanmışlar, zamanla gelirleri artan kentler cazibe merkezi olmuş, sadece halk değil toprak sahibi asillerde bu kentlere göç etmişler, serfler özgürlüklerini kazanmışlardır. Özel mülkiyet ticaretle gelişmiş ve piyasalarda özel mülkiyet ve mübadele hâkim olmuştur. Değişen üretim ilişkilerini daha etkin ve verimli bir şekilde düzenleyecek devlet ve kurumları ortaya çıkmıştır. Smith içinde yaşadığı bu safhayı, yani değişen üretim ilişkilerinin çerçevesini teorik olarak çizer. Smith’e göre bu safhadaki bir ülke besleyebileceği kadar sürüye sahiptir ve kendisine gerek gördüğü kadar buğdayı kendi toprağında üretebilir ve fazladan ürettiğini mübadele ederek toplumunun mutluluğu için kullanır. Böylece kapitalistleşme başlamış olur.

Smith’in resmettiği üretim ilişkileri, sınıflı kapitalist toplumun üretim ilişkileridir. Bu sınıflar toprak sahipleri, sermaye sahipleri ve işçilerdir. Sırasıyla üretimden, rant, kâr ve ücret geliri elde ederler. Smith’in iktisadi gelişme teorisinde görüldüğü üzere her yeni safhaya geçildiğinde, insanların birbirlerine olan bağımlılıkları artarken, doğaya olan bağımlılıkları azalır. Kapitalist toplumda çalışanlar çalışmalarının sonunda bir karşılık alırlar ve bu karşılık çalışanın daha fazla çalışmasını sağlar ya da çalışkanlığını artırır. Bu durumda üretimin artmasına ve ulusların zenginliğinin artmasını sağlar. Ancak zenginliğin artması için insanların çalışkanlığının yanı sıra iş

81

bölümünün yapılması ve uzmanlaşmanın da sağlanması gerekir. Smith iş bölümü ve uzmanlaşmayı iki açıdan ele alır; birincisi kırsal tarımla kentsel imalat arasındaki iş bölümü ve uzmanlaşma, ikincisi fabrika içindeki iş bölümü ve uzmanlaşmadır (Eren, 2019, s. 10-11). Bununla ilgili kendi düşüncelerini destekleyen “toplu iğne”

imalathanesi örneğini verir. Smith’e göre iş bölümünün getirdiği üç önemli sonuçtan birincisi iş bölümünden önce işçinin bir işten diğerine geçerken kaybettiği zamanı kazanmasıdır. İkincisi, işçi işinde sürekli aynı noktaya odaklandığı için uzmanlaşır ve üçüncüsü işin kolaylaşmasıyla yeni yöntemler ve aletler geliştirilebilmesidir.

Smith’in iktisadi gelişme teorisinde emek ve üretim en önemli yeri teşkil eder ve değer teorisini de buna göre oluşturur. Değeri kullanım değeri ve değişim değeri olmak üzere ikiye ayıran Smith, elmas ve su örneğini vererek en büyük kullanım değerine sahip nesnelerin genelde çok az değişim değerine sahipken, az kullanım değerine sahip nesnelerin en büyük değişim değerine sahip olduğunu açıklar ve değişim değerine odaklanır. İlkel toplumlarda kunduz ve geyik örneğini vererek üretim için harcanan emek zaman değişim değerinin temel belirleyenidir. Gelişmiş toplumlarda ise emekçinin aldığı ücret, toprak sahibinin aldığı rant ve sermaye sahibinin aldığı kâr belirleyicidir. Smith bu üçünün toplamından doğal fiyatın elde edildiğini ve piyasa fiyatının ise her zaman doğal fiyatın çekiminde olduğunu ifade eder. Smith’in analizinde doğal fiyat bir anlamda yer çekimi gibidir. Yer çekimi kuvveti nasıl maddeleri kendisine doğru çekiyorsa doğal fiyat da piyasa fiyatını kendisine doğru çeker. Değerin kaynağına bu şekilde bir yaklaşım getiren Smith uzun çalışmalarının sonucunda değerin ölçüsünü de emek olarak belirler.

Smith’in “Ahlaki Duygular Kuramı” adlı eserinde toplumda var olan doğal düzenin insan davranışları üzerindeki etkileri; kendini düşünme sempatisi, özgürlük isteği ve toplumsal kurallara uyma eğilimi ve çalışma alışkanlığı ve değişim eğilimidir.

Bu üç duygu durumu toplumsal dengenin kurulmasını sağlıyordu. Bu denge sayesinde bireyler kendi çıkarlarını gözetmek için çalışırlarken aynı zamanda başkalarına da iyilik ederek onlarında refaha ulaşmasına yardımcı oluyorlardı. Smith “Ahlaksal Duygular Kuramında” bencil ve çıkar gözetme dürtülerinin varlığını kabul etmiş ama bu bencilliklerin yarattığı toplumsal sonuçların olumlu olduğunu kabul ederek bireylerin eylemlerini etkileyen şeyin sadece bireyin çıkarı olmadığını başkalarının da bu eylemler