• Sonuç bulunamadı

Batı Avrupa Toplumlarında Potlaç Kültürü

BÖLÜM 3. SİMÜLASYON EVRENİ

3.7. Simgesel Değiş Tokuş

3.7.2. Batı Avrupa Toplumlarında Potlaç Kültürü

146

üzerinde, köyü ve hatta ailesi üzerinde uygulayabilmesi için, şefler arasındaki konumunu koruyabilmesi için ruhların kendisini ziyaret ettiğini ve talihin kendisinden yana olduğunu, talihin ona ve onunda talihine hakim olduğunu kanıtlaması gerekir;

bunu kanıtlayabilmesi için de talihin ona verdiği zenginliği harcaması, bu zenginliği dağıtması ve böylece diğerlerini kendisinden aşağı gösterip onları 'kendi gölgesine' alması gerekir (Mauss, 2005, s. 279). Liderin itibarı da tüm topluluğun itibarıydı. Servet ve konum geçici bir durumdan ibaretti. Tanrının sahip olduğu şeyler sadece yer değiştirebilirdi. Kolektivite her zaman ön planda olmuştur, mülkiyet anlayışının olmaması ve kardeşlik hukuku da bunu göstermektedir. Alınanın fazlasıyla iade edildiği bu düzende, değiş tokuş mantığı yaşamın her alanını kapsamaktadır (Adanır, 2004, s. 30). “Gimwali” potlaç düzeninde gündelik ihtiyaçlar için yapılan, pazarlığın olduğu değiş tokuşa verilen addır. “Kula” ise potlaç kültüründe pazarlığın yasak olduğu kutsal, simgesel değiş tokuşa verilen addır. Kula da nesnenin ruhu olduğuna inanıldığından ve verenin bir parçası olarak kabul edildiğinden maddi değerinden çok manevi değeri yani simgesel değerine önem verilirdi. Genel anlamda potlaç kültüründe manevi değerler her zaman maddi değerlerin önünde gelmiştir. Potlaç kültüründe en fazla kafa karıştırıcı olan durum değiş tokuş olayının hem toplumsal (armağan), hem inanç biçimi (nesnenin ruhu), hem ekonomik (maddi bir değer) hem hukuki (armağan verme zorunluluğu) hem de bütün bunların bütününü oluşturan kültüreli kapsaması ve bütün bu alanların birbirleriyle kesişmesi, örtüşmesi ve birbirlerini tamamlamalarıdır.

Mauss’un da işaret ettiği gibi bütün bu alanların hepsi zihinsel olanın egemenliği altındadır. Sözlü kültür de geçmiş ya da gelecek zaman yoktur, sadece yaşanılan o an vardır yani şimdiki zaman. Simgesel düzen şaşmaz ritüellere sahip bir “büyü düzenidir”. Bir başka deyişle büyü düzeni “zamansal değişmezliğin” yani “şimdiki zamanın” egemen olduğu ve yalnızca şimdiki zaman diliminde yaşanılan bir düzendir.

Potlaç kültüründe geçmiş zaman ya da gelecek zaman yoktur. Geçerli olan sadece şimdiki zamandır.

147

ortaya çıkmıştır. Köken olarak bakıldığında Avrupa toplumları da armağan ya da karşılıklı yükümlülük kültürüne ait toplumlardır. Georges Duby, Mauss’un kuramından yararlanan ilk tarihçilerden biridir ve “Savaşçılar ve Köylüler, VII.-XII. Yüzyıllar arasında Avrupa’nın Gerçekleştirdiği İlk Ekonomik Atılım” adlı çalışmasında Ortaçağ Avrupası ekonomik yaşamı ile ilgili saptamalarda bulunurken Mauss’un kuramından yararlandığını açıkça belirtmiştir. Duby Avrupa topluluklarında karşılıklı yükümlülük/armağan düzeninin varlığını açıkça kabul etmiş ve bu doğrultuda tarihsel veriler sunmuştur (Adanır, 2013, s. 43). Ona göre bütün toplumlarda ekonomik yaşamın temelinde manevi nedenler vardır. Malların sadece şölenlerde eğlence ya da itibar getirme amaçlı tüketilmediği, yararsız bir şekilde tanrılar, atalar, gibi manevi inançlar uğruna da tüketildiği görülmektedir. Bu anlayışta asla pazarlığa dayalı ürün değiş tokuşu yoktur ve malların yanı sıra karşılıklı nezaket kuralları, danslar, ritüeller önemli yer tutmaktadır. Buradaki en önemli şey, her zaman alınanın fazlasıyla iade edilmesi ya da ağırlama esnasında mevcut tüm ritüellere uyulması gerektiği gibi bir takım kesin kuralların olmasına rağmen, insanlar armağan değiş tokuşunu kendi iradeleriyle gerçekleştirmekteydi, aslında uyulması gereken kurallar insanlarca içselleştirilmiş ve yaşamın doğal bir durumu olarak kabul edilmiştir.

Ortaçağ Avrupa’sında henüz hukuk olmadığını, insanların törelere, geleneklere ve dinsel öğretilere göre yaşadığını unutmamalıyız. Bu bağlamda adalet, üzerindeki çalışanlarını da içine alan geniş arazilere sahip soyluların cömertliğine bağlı olarak gerçekleşir, sefalet, yoksulluk herkesçe paylaşılırdı. Soyluların itibarı ya da saygınlığı etrafında yaşayanlara, onlara hizmet edenlere karşı ne kadar paylaşımcı olduğuna göre artar ya da azalırdı. Hiç kimseye kapı kapatılmaz, geri çevrilmez, aç doyurulur, açıkta olan giydirilirdi. Kral sahip olduğu ya da ele geçirdiği hazineleri tören düzenleyerek herkese gösterir, etrafındaki diğer temsilci ya da esnaf gurubuyla paylaşırdı. Soyluların dışında yoksul halk da kısa süre içinde zevkle, hep birlikte tüketimin yapıldığı şölenler düzenlerlerdi. Bu şölenlerde kurban verilir, birlikte tören yapılırdı böylece olabilecek kötülüklere, felaketlere karşı konulabileceği düşünülürdü.

Marc Bloch’a göre “Feodal Toplum” adlı çalışmasında beşinci ve on ikinci yüzyıllar arasında Orta çağ Avrupa’sında hukuki bir düzenden bahsedilemezdi. Bu dönemde geçerli olan gelenekler ve törelerdi. Herhangi bir yazılı kanunlardan oluşan

148

kısmen de olsa sistemli bir hukuk oluşmamıştı, bunun nedeni ise merkezi bir iktidar oluşturulamamasıdır. Kral ve etrafındaki soylular ile kilise arasındaki mücadele ülkedeki herkes için geçerli bir hukuk düzeni için engeldi. Bu durum 13. yüzyıla kadar yani Venedik Krallığının kurulmasına kadar devam etmiştir.

G. Bataille’in Lanetli Pay kuramına göre insanlar hayatlarının belirli bir kısmını çalışmaya, belirli bir kısmını ise keyfince harcamaya ayırmıştır. Lanetli pay artık, fazlalık, artı değer ya da kapitaldir ve insan yaşamının irrasyonel yönünü temsil eder.

Elde edilen kapitalin keyfi harcanmasıdır diyebiliriz.

Bu bağlam da ortaçağın en önemli kurumu olan kilise elde ettiği artı değeri, irrasyonel şekilde harcamaktadır. Yani büyük, heybetli katedraller inşa ettirerek, iç dekorasyonunu en ihtişamlı şekilde yaptırarak bir anlamda artı değeri irrasyonel olarak tüketmiştir. Rasyonel düşündüğümüzde, tanrının ya da peygamberlerinin varlığını ve gücünü kanıtlamak için böyle bir irrasyonel harcamaya gerek yoktur ancak yaşamın içinde her şey rasyonel değildir. 11. yüzyılda ortaya çıktığı iddia edilen köylü sözcüğü anlam olarak çok tanrılı olmak, uydurma tanrılara tapan insan olarak kabul edilmektedir. Adanır’ın düşüncesine göre belki de hıristiyanlık yayılmak ve daha çok yandaş toplamak için sadece soyluları değil potlaç kültürünü yaşayan bu insanları etkilemek ya da hıristiyanlaştırmak için gösterişe ya da ihtişama önem vermiş de olabilir.

Hıristiyanlığın yaygınlaşmasıyla eskiden doğrudan tanrılara karşı yapılan adak, bağışlama gibi tüketimler, artık aracılarla yani insanlar adına dua eden tanrının temsilcisi olan bir gruba verilmeye başlanmıştır. Ne toprak üzerinde çalışan ne de yağmacılığa katılan, ancak kilise de yaşayan ve tanrıyı temsil ettiğini söyleyen bir sınıf ortaya çıkmıştır ki, bu sınıfın özellikle belirli dereceler ya da ünvanlar alarak, kendi hiyerarşik düzeninde yükselmiş olanların yaşantısı, soyluları aratmayacak şekilde zenginlik, konfor ve ihtişamlı geçmekteydi. Bu durum da kiliseye yapılan karşılıksız bağışlarla sağlanıyordu böylece Avrupa’da modern anlamda ortaya çıkan ilk sınıf ruhban sınıfıdır. Simgesel düzende sürekli yer değiştiren özne ve nesne dolayısıyla kalıcı bir sınıfsal yapılanma ya da hiyerarşi oluşturulması imkansızdır. Çünkü kurallar sabit ama kişiler sürekli değişmektedir. Oysa kilise kişilerin sürekli sabit olduğu ve istediğinde kuralları değiştirebildiği bir düzene sahiptir.

149

Din adamlarının kiliseye bağışlanan toprak ve servetleri akılcı bir şekilde değerlendirmek yerine kiliselerin yenilenmesine, daha ihtişamlı ve şaşalı görünmesine harcadıkları, rahiplerin yaşam alanlarını gösteriş amaçlı nesnelerle donattıkları ve bunu yaparlarken de Tanrının itibarı ve gücünü göstermek için yaptıklarını ifade etmişlerdir.

O dönem tüm topluluklar da Romalılar gibi ihtişam içinde yaşamak hayali vardı ve buna kilise bir anlamda öncülük ediyordu (Aktaran; Adanır, 2013, s. 45).

Kilise hayatında bir takım karşılıklı yükümlülük uygulamalarını görürüz. Potlaç kültüründe görüldüğü gibi kiliseye ait olan her şey aslında tanrıya aittir. Tanrı misafirleri için ayrılmış yemek ve yiyecekler çok önemli göstergelerdir. Kilise kendine sığınanları hiçbir şekilde çevirmez ve sığınanları tanrı adına kabul etmekteydi. Bu durum kiliseye çok geniş arazilerin, servetlerin bırakılmasına ya da bağışlanmasına neden olmuş ve bu bahşedilen zenginlik 11. yüzyıldan başlayarak 1789’a kadar sürecek olan mücadelenin de temel nedeni olmuştur. Kilise feodal toplumdan kapitalist topluma geçişin en önemli unsurlarından biridir. Kilise rasyonel bir düzenin kurulabilmesi için yüzyıllar boyunca irrasyonel bir tutumu sürdürmek zorunda kalmış bir kurum görünümündedir ve Batının potlaçtan radikal bir şekilde kopuşu ancak sanayileşmiş kapitalist düzenle birlikte mümkün olmuştur. Buradaki en önemli nokta Sanayileşme ile birlikte ortaya çıkan yeni toplumsal, ekonomik, politik ve kültürel –öyleyse zihinsel- modeldir. Daha öncesinde Batının da simgesel düzenden radikal bir şekilde kurtulduğunu söyleyebilmek oldukça güçtür. Ancak Avrupa’da kimi ülkelerin ya da bölgelerin, diğer ülkelere ya da bölgelere göre sahip oldukları çeşitli avantajlar dolayısıyla, simgesel düzene, diğerlerine göre daha önce yabancılaşmış olabilirler (Adanır, 2013, s. 72).

Bu yüzyıllarda paranın kullanılması ya da var olması demek daha doğru olacaktır çünkü para sadece kısmen değiş tokuşlarda kullanılıyordu, ve bu durum paranın bir ekonomik değer taşıdığını göstermez. Paranın ekonomik bir değere sahip olabilmesi için mevcut zihniyetten kurtulmak gerekir. Duby’e göre mevcut toplumsal, politik, ekonomik, kültürel şartlar değişmedikçe paranın farklı bir kavrama dönüşme olasılığı yok ya da yok denecek kadar azdır. Duby’e göre insanların gözünde dünyayı ayakta tutan gerçek temeller tinsel yapılardan oluşmaktadır. Ekonomik gerçekliğe ait görünümler onlar açısından ikincil olaylardır (Aktaran; Adanır, 2013, s. 45-46).

150

Jacques Le Goff da “Orta Çağ Batı Uygarlığı” başlıklı metninde paranın ekonomik bir güçten çok siyasi ve toplumsal bir gücü simgelediğini ifade etmektedir (Aktaran; Adanır, 2013, s. 46-47). Ona göre, orta çağ maddi ya da psikolojik bir gerçeklik olarak mülkiyetten neredeyse tamamen bihaberdir. Servet birikimine karşı çıkan zihniyet orta çağ insanlarındaki egemen zihniyettir ve bu durum kapitalizmin gerçekleşmesi için uzun yıllar gerektirecektir. Duby çalışmasında Avrupa’nın kuzeyinden, yani İskandinav ülkelerinden, güneydeki Tuna nehrine armağan/yükümlülük kültürünün varlığını somut örneklerle kanıtlamaktadır (Aktaran;

Adanır, 2013, s. 48).

Mauss’a göre kula tipi törenlerde verileni reddetmek savaş nedeniydi, bu yüzden verileni kabul etmek aynı zamanda barıştan yana olmak demekti. Gimwali içinde verileni çoğuyla iade etmediğinizde, bu konu ciddi bir anlaşmazlığa dönerdi. Kısaca almış olduğunuz bir şeyin karşılığını ödemezseniz, toplumsal düzeni bozmuş olursunuz.

Bu durum günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Paranın tarihsel kökeninde maddi olandan çok toplumsal ve kültürel bir olgunun bulunduğunu ifade etmek hiç de yanlış olmayacaktır (Adanır, 2013, s. 64-65).

Ortaçağ da para bazı şeylerin yerini alabilirken bazı şeylerin yerini de almamaktadır bu durum bize gerçek manada bir dolaşım düzeninden söz edemeyeceğimizi ifade eder. Çünkü gerçek bir dolaşım düzeninde para tüm nesnelerin yerini alabilirken, orta çağ olarak adlandırdığımız zaman diliminde para her şeyin yerini alamamaktadır. Para manastıra girdiğinde bile bu ya hayati ihtiyaçların karşılanması ya da bir gösteri aracı şeklinde olmuştur. Ancak unutmayalım ki her iki durumda da ihtişam, itibar ön plandadır ve rasyonaliteden söz edilemez.

Bugün kapitalist anlayışın getirdiği alışkanlıkların temelinde karşılıklı yükümlülük kültürü vardır. Kapitalizm öncesinde dünya da başka bir kültürel/zihinsel sistem olmasaydı, kapitalizmin bir sistem olarak ortaya çıkabilmesi mümkün olmazdı.

Simgesel düzen de kendinden önce var olan bir düzenin alternatifi olarak nitelendirilebilir. Ancak bu ilk düzenle, simgesel düzen arasındaki farklılık simgesel düzen ile kapitalizm arasındaki farklılığa oranla pek belirgin değildir. Bir başka deyişle simgesel düzenden kapitalist düzene geçmek önemli değişimler gerektirmiş ve bu değişimlerde geçen uzun zaman sonucu gerçekleşebilmiştir.

151

Batı, hiçbir zaman dünyanın geri kalanından farklı bir toplumsal yapıya da sahip değildi, ancak sanayi devrimiyle birlikte seri üretime geçilmesi ve bunun sonucunda ki radikal değişimler 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Batıyı dünyanın geri kalan bölgesindeki insanlara göre farklılaştırmıştır. Ancak tabii ki bu durum nüfusun tamamı için geçerli değildir. Bunu da en iyi Batı Avrupa toplumlarında ki parçalı kültür yapısıyla açıklayabiliriz. Batı toplumları potlaç kültürüne hiçbir zaman yabancılaşmamışlar ya da kopamamışlardır. Mauss Avrupa’nın pek çok kırsal bölgesinde potlacı anımsatan kalıntılara rastlandığını söylemektedir. Avrupa’daki belirli metropoller de Paris, Roma, Londra, Amsterdam gibi metropollerde yaşayan insanlar ile bu metropollerin dışında yaşayan insanlar arasında hala zihinsel farklılığın mevcudiyeti bu durumu kanıtlar niteliktedir (Adanır, 2013, s. 49).

Mauss’a göre zihinsel anlamda ekonomik bir rasyonelleşme Avrupa’nın tekelinde değildir. O dönemde dünyanın en önemli uygarlık merkezi olan Akdeniz’de kişisel hukukla ilgili bazı uygulamaların aynı anda birden çok yerde çıkması hiçte şaşırtıcı değildir.

Bloch ve Braudel’e göre feodal toplum Roma imparatorluğunun yıkılmasıyla inişe geçen Antik toplumla, 18. yüzyılda ortaya çıkan kapitalist toplum arasında ara geçiş toplumu olarak tarif edilebilecek bir toplumsal düzendir. Bu dönemde Avrupa’nın büyük bölümünde iktidar sorunu vardır ve iktidar boşluğu küçük krallıklar ya da kilise tarafından doldurulmaya çalışılmıştır. 8. ve 12. yüzyıllar arasında Avrupa çeşitli saldırılara maruz kalmış ve bir bütünlük oluşturamamıştır. Güneyden ve Endülüs’ten Araplar kuzeyden ise barbarların saldırısına maruz kalmıştır. Yeterince güçlü olmayan irili ufaklı krallıklar aslında kilisenin gölgesinde topraklarını ve bu topraklar üzerinde yaşayan tebalarını yönetebiliyorlardı. Ortaçağda iktidar önemli ölçüde kilisenin elindeydi ve bu durum da ortaya manastır düzenini çıkarmıştı. Manastır yaşamının simgesel düzen adlı yaşam biçimine alternatiften çok paralel bir yaşam biçimi olduğu söylenebilir (Adanır, 2013, s. 56). İnsanlar güçlerini kaybedip, zayıfladıklarında arkalarında her türlü zevki ve gösterişi bırakarak kiliseye sığınırken, yeniden daha iyi duruma geldiklerinde eskisi gibi gösterişçi yaşamaya geri dönmüşlerdir. Kilise insanları yönetimi altında tutabilmek amacıyla hem gösterişe ve itibara önem vermiş hem de bir

152

ibadet merkezi olamaya çalışmıştır ancak kilise artık sadece bir ibadet merkezi değil bir güç merkezi olmuştur.

3.7.3. Armağan Zihniyet/Kültürü ve Kapitalizmin İlk Başlangıç Dönemi:

Venedik

Unutmayalım ki, kapitalizmden önce insanlık tarihinde evrensel boyutta ortak bir kültür olmuştur, bunun adı; potlaç, armağan, karşılıklı yükümlülük, simgesel değiş tokuş kültürüdür. Adanır’a göre insanlık başlangıçta homojen bir yapıdaydı ancak 15.

yüzyıldan sonra Avrupa toplumları diğerlerinden ayrılarak başkalaşmıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise Avrupa toplumları diğer toplumlara karşı en üst düzeyde yabancılaşmıştır, bu duruma bağlı olarak 19.yüzyıldan geriye doğru baktığında kendisini en üst seviyeye ulaşmış bir toplum olarak addetmiştir.

İngiliz tarihçiler kapitalizmin başlangıcını 1750 yılına hatta bir yüzyıl öncesine götürürken Marx 16. yüzyılla kapitalist bir çağa girildiğini ifade etmekle beraber kapitalist üretimin ilk olgunlaşmamış örnekleriyle ortaçağ İtalyan kentlerinde karşılaşıldığını kabul eder (Adanır, 2013, s. 131).

Avrupa’da 16. yüzyıl boyunca Armağan düzeninin özelliklerini gördüğümüz zihin yapısı egemen olmuştur ve Avrupa’nın ilk kapitalist kenti olarak kabul edilen Venedik bu zihin yapısının en fazla egemen olduğu yer olmuştur. O dönemin soyluları için önemli olan işlemeli ipek, saten, kadifeden yapılmış elbiseler, şölenlerdeki aşırı israf, halılar, atlı arabalar gösterişin ne kadar önemli olduğunu gösteren kanıtlardır.

Ancak bu durum Venedik’e özgü bir durum değildir. Avrupa’nın farklı yerlerinde de gösterişin ya da lüks merakının geçerli olduğunu görürüz. Marc Bloch’un betimlediği orta çağ Avrupa’sında yaşayan insanlar ile Fernand Braudel’in betimlediği 16. yüzyıl Akdeniz havzasında yaşayan insanlar arasında kültürel ve toplumsal benzerlikler açıkça görülmektedir. Bu durum sadece feodalite üzerinden açıklama yapmanın yetemeyeceği bir durumdur yani feodal yaşam tarzının sonucudur dersek son derece indirgemeci ve sınırlı bir yaklaşım sergilemiş oluruz.

153

Aynı dönem içinde ve bir birinden çok uzak mesafe de yaşayan toplumlarda ki benzer örgütlenme ve yaşam biçimleri rastlantı olamaz. Madrid, Venedik, Paris gibi şehirlerde yaşayan soylular düzenledikleri zengin şölenleriyle ya da yaptıkları israfla konuşulur olmuşlardır. Ve bunlar aynı zihniyetin ürünüdürler; lüks ve gösteriş merakı.

Lüks yaşamak ya da gösteriş yapmak, bir başka deyişle irrasyonel bir harcama artık bir iktidar ya da üstünlük kurma aracı olmuştur. Braduel’in de söylediği gibi, Napolili senyörler köpek, at, soytarı, altın işlemeli kumaşlar için servetler harcamaktaydılar. Bu müsrifler yüz bin eküye varan gelirlere sahipken, uyrukları keselerine üç ekü bile koyamıyorlardı… sunulan gösteri bir hakimiyet aracıdır (Aktaran; Adanır, 2013, s. 90).

Baudrillard, Mauss gibi toplumun gelişmini üretimde bulmamıştır; lüks başat sürükleyici olmuştur. Yani Avrupa’nın üretici bir toplum olmasını sağlayan en önemli nedenlerden biri lüks tüketimidir. Braudel’in de yazmış olduğu “Maddi Uygarlık III” de söylediği gibi Venedik’in ticari üstünlüğünün temelinde lüks tüketim malları, insanların hayatını devam ettirmesi için gerekli olan yaşam malzemelerinden daha fazladır.

Gösteriş ve lüks tutkusu gelişmenin en önemli itici gücüdür ve bu kavramlar kapitalizm ile ortaya çıkmamıştır ya da kapitalizm üretmemiştir, çünkü bunların kökeni çok daha eskiye ilkel toplumlara yani potlaç düzenine dayanmaktadır. Yeni ekonomi, bir bakıma eski ekonominin mirası üzerinde yükselmek durumundadır.

Bu durumda Venedik bu yeni ekonominin temellerinin atıldığı yerdir diyebiliriz hatta bu şehir devletinden kapitalizmin filizlendiğini söylemek yanlış olmaz. Venedik Haçlı seferlerinin düzenlenmesiyle özellikle Konstantinopl’a yapılan Haçlı seferiyle ticarette öncü bir rol oynayan ihtişamlı bir şehir haline gelmiştir. Venedik’in doğuya olan yakınlığı ve denizcilikteki üstün başarısı onu Avrupa’nın diğer krallıklarına göre avantajlı duruma getirmiştir.

Venedik’i zenginleştiren ve ticaretinin başat hale gelmesini sağlayan en önemli nedenlerin başında ordu ve tüccarlar gelir. Haçlı orduları ve komutan tüccarlar Venedik şehrinin ihtişamlı yaşamında doğrudan etkili olmuştur. Hıristiyan dünyasının ve Venedik’in ticari gelişimini hızlandıran en önemli etken Haçlı seferleridir. Taşıma gemileri büyümüştür, Pisa, Cenova ve Venedik de bunlar devleşmiştir… Venedik için belirleyici dönemeç Hıristiyan Zara’nın zaptıyla (1203) başlayıp, Konstantinopl’ün

154

yağmalanmasıyla (1294) sona eren korkunç IV. Haçlı seferi olmuştur (Aktaran; Adanır, 2013, s. 91).

Haçlı seferlerinin getirdiği zenginlik ve zenginliğin getirdiği güç şehrin yönetiminde de eski düzene göre bir farklılaşma getiriyordu. Venedik tek bir Doge’un

“egemenliği altında” görünen bir yönetim biçimine son vererek tarihçinin

“kapitalistle”, tarihin ise nobili vecchi dediği kişilerin egemenliği altına girecektir.

Burada lidere son verilmiş ve yeni bir liderlik anlayışı ortaya çıkarılmıştır. Çünkü bu yeni durumda herkesin liderlik yapma şansı vardır. İktidar olan birkaç aile kendi aralarında çekişseler de yani rekabet etseler de dış tehditlerde ortak tehlikelere karşı hep birlikte hareket ediyorlardı (Adanır, 2013, s.106). Bu durum Avrupa’nın o dönemin şartlarına göre kapitalist diyebileceğimiz bu şehir devletinde ilk kez görülüyordu. Yani zenginliğe sahip olan iktidar da söz sahibi olabiliyordu.

Devletin yönetiminde yer alan kişiler zaten özel sektörde varlık gösteren kişilerdi. Devlet büyük tonajlı yük gemileri yapıp bunları tüccarların ortaklığına kiraya veriyordu. Kimse gemiye sahip değildir. Ticaret kolektif olarak yürütülüyordu.

Masraflar paylaşılıyordu. Kapitalizmin başlangıç noktası olarak kabul edilen bu nokta communitar yani ortak hesap gibi bir uygulamayla başlamaktadır. Emek gücünü sunan da sermaye sahibi de verdiğini fazlasıyla geri alma peşindedir ve bu bize potlaç kültürünü hatırlatır fakat unutmayalım ki potlaç kültüründe verdiğinizi fazlasıyla alırsınız ama aldığınızı fazlasıyla da iade ederdiniz. Venedik’te kapitalizm armağan düzeninin tersine çevrilebildiği ölçüde etkinleşmiştir denilebilir. Kapitalist süreçle birlikte biçimlenmeye başlayan yeni zihniyet ve ona uygun rasyonel düşünme biçimi, armağan düzenine özgü değiş tokuş sistemindeki üçüncü aşamayı sabote eden zihindir.

Bu yeni zihniyet vermek ve çoğuyla geri alma aşamalarını kabul ederken çoğuyla iade etmeyi reddetmektedir. Bu bize potlaç düzeninin aldığı ilk darbenin ekonomik olduğunu ve çarpıtıldığı ilk yerin de Avrupa olduğunu göstermektedir. Kapitalizmin başlangıç yıllarında Venedik örneğinde olduğu gibi açıkça görülüyor ki potlaç düzeninde olduğu gibi kolektivite hala geçerliliğini korumakta ve henüz bireysellik ortaya çıkmamıştır.

19. yüzyıl İngiltere’sine kadar tüm kapitalist girişimler kolektiftir ve bireysellik görülmez.

155

Nobili vecchi olarak adlandırılan bu insanlar kenti hem her yönden temsil edebilecek hem de ticaretle uğraşan varlıklı insanlardı. Bunların arasından ileriki zamanlarda savaşçı kralların yerini almaya aday tüccar krallar da çıkacaktır. Başka bir deyişle Krallık feodalitenin içinden çıkmıştır ve krallığın kökeninde aynı öze sahip soylular vardır. Bu dönemle krallar güçlerini kaynakları siyasi olandan çok maddi olana kaydıracak ve ordu üretilmeye başlanan artı değerin bekçisi hatta avcısı olacaktır.

Bu dönemde paranın kullanımı belirli süreçlerin sonunda zihinsel değişimle beraber gerçekleşmiştir. Para modern toplumda kullanıldığı anlamıyla ortaya çıkmamıştır. Bu anlamı sonradan süreçler yaşayarak kazanmıştır. Altın, gümüş gibi kıymetli madenlerin para olarak kullanıldığı toplumlardan önce deniz kabukları, kıymetli taşlar ve metallerin kullanıldığını görürüz. Para simgesel değiş tokuş toplumlarında barışı sağlamak amaçlı bir değiş tokuş nesnesidir. Bir başka deyişle paranın karşılığında barış ve huzur satın alınır.

16. yüzyıl da ticaret gemilerinin yanaştığı, yük alıp götürdüğü ve ticari yaşamın hakim olduğu liman şehirlerinde yaşayan insanların bir kısmı zaman içinde kendi gelenek, göreneklerine yani armağan düzeninin getirdiği davranış kodlarına yabancılaşmaya başlamıştır çünkü kapitalizm amaçları açısından rasyonel olmaya çalışan bir düzendir. Yani rasyonel düşüncenin mevcudiyeti ile ilerleme sağlanabilir.

Paranın kullanımı her ne kadar modern anlamından henüz çok uzak da olsa ve kapitalizmin toplum yaşamında bir takım değişim anlamında hareketlenmelere neden olduğunu bu yabancılaşmadan anlayabiliriz.

Mauss’un söylediği gibi hem potlaç düzeni hem de kapitalist düzen bir oyun düzenidir. Oyunun da kuralları vardır. Rasyonellik belirli bir noktaya kadar olabilir ancak risk faktörü de oyunun her zaman parçasıdır. Riskle doğru orantılı olarak risk büyüdükçe kazanç da büyüyecektir o yüzden tam anlamıyla bütün bir rasyonaliteden söz edemeyiz.

17. ve 18. yüzyıllarda kurulan uluslararası fuarlar sadece alışveriş merkezi değil halkın bir araya geldiği şölen alanlarıydı. Braudel’in kapitalizmin adımları olarak ele aldığı fuarlar da kula tipi değiş tokuş düzeni vardır. Bu tür fuarlar sadece ticaret yapılan alanlar değil, insanların bir araya geldiği şölen, eğlence yerleridir. Fuarların yüzyılların

156

sonucunda değişen ve gelişen kulanın bir biçimi olarak düşünülebilir. Armağan düzeniyle ilgili pek çok gösterge ve veriye fuar, borsa, deniz aşırı ticaret gibi uygulamalara baktığımızda; 5. yüzıldan 19. yüzyıl sanayileşmiş kapitalizm aşamasına kadar geçen tarihsel süreçte sürekli olarak karşılaşılmaktadır (Adanır, 2013, s. 127).