• Sonuç bulunamadı

Reaya, Osmanlı toplumsal tabakalaşması içerisinde yönetici sınıfın dışında kalan Müslüman ve gayrimüslim (zimmî) tebaanın tümüdür. Dolayısıyla reaya sadece tarımsal üretimi gerçekleştiren çiftçiler ile sınırlı bir grup değildir. Çiftçilik dışında, kasaba ve şehirlerde yaşayan, ticaret ve sanayi ile uğraşan kişiler ile göçebe yaşayanlar da bu sınıfa dahildir456. Bir başka deyişle reaya, Osmanlı toplumunun ta kendisini, yani yönetilenleri ifade etmektedir. Tarım, ticaret ve bütün üretim reaya tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu yönüyle reaya kuşkusuz, Osmanlı toplumunun en önemli tabakasıdır. Her türlü üretimi gerçekleştirmek, devletin vergi gelirlerinin tamamına yakınını sağlamak ve başta savaş olmak üzere diğer tüm faaliyetleri finanse etmek reayanın temel işlevidir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, askerî sınıfın imtiyazlarına sahip olmayan reaya, hükümdara verilen “Tanrı emaneti” olarak kabul edilmiştir457. Padişahın askerîler ve özelikle kul statüsündekiler üzerindeki yetki serbestliği reaya için söz konusu değildir. Siyaseten katl ve müsadere uygulamaları ancak çok istisnai durumlarda ve belli ölçülerde mümkün olabilmiştir458.

Reaya, yönetici sınıftan farklı kurallara tâbî ayrı bir zümreyi oluşturmaktadır. Osmanlı siyasi iktidarı merkezî otoriteyi sağlamak ve devletin gelir kaynaklarını korumak amacıyla yönetici sınıf ile reaya arasındaki geçişleri mümkün olduğunca sınırlandırma gereği duymuştur. Çünkü devletin en önemli vergi kaynağı reayadır. Hazinenin temelini de reayadan toplanan şer’î ve örfî vergiler oluşturmaktadır. Daha öce de işaret edildiği gibi, yönetici sınıf mensupları vergiden muaf oldukları için, reayadan yönetici sınıfa geçişler vergi kaybı sonucunu doğurmaktadır. Bu nedenle devlet, bu konuda katı bir yol izlemeyi uygun görmüştür. Ancak reaya ile yönetici sınıf arasındaki geçişler tamamen imkansız hale de getirilmemiştir. Çünkü, yönetici sınıf-reaya ayrımı siyasi ve sosyo-ekonomik anlamda bir sınıf farklılığı niteliğinde olmamıştır. İki sınıf arasında kesin bir kast sistemi söz konusu değildir. Uygun şartlar oluştuğunda bir sınıftan diğerine geçmek mümkündür459. Buna karşılık

456 CİN/AKYILMAZ, Feodalite, s. 292; SHAW, c. 1, s. 213; ITZKOVITZ, s. 40; DURSUN, s. 297. 457 MUMCU, Siyaseten Katl, s. 70-71; DURSUN, s. 297.

458

DURSUN, s. 297.

Osmanlı kanunnamelerinde reaya statüsünün babadan oğula geçtiğine işaret eden hükümler vardır. “Ve ra’iyyet oğlu ra’iyyettir, ben deftere kaydolunmadım dedüğüne amel olunmaya”460 şeklindeki hüküm bu bilgiyi doğrular niteliktedir.

Osmanlı Devleti’nde reaya genel olarak dini inanışlarına göre sınıflandırılmıştır. Reayanın Müslüman ve gayrimüslim olarak iki gruba ayrılması, onların devletle olan ilişkilerini ve sorumluluklarını belirlemiştir.

Müslüman reaya, Osmanlı toplumunda vakıf, mîrî ve mülk araziler üzerinde oturan, genellikle tarımla uğraşan Müslümanları içeren toplumsal kategoriyi ifade etmekteydi.

Gayrimüslim (zimmî) reaya ise benzer şekilde tarımla uğraşmanın yanı sıra, ticari faaliyetleri büyük oranda elinde tutmaktaydı. Osmanlı devlet yapısı ve anlayışı içerisinde zimmîler, siyasi iktidar ile Şer’î hukuka bağlı olarak yaptıkları zimmet anlaşması çerçevesinde, güven içinde yaşamış Osmanlı vatandaşlarıdır. Güvenlik ve yargılama konularında Müslüman reaya ile neredeyse eşit statüde olmuşlardır. Osmanlı siyasi iktidarı, bünyesinde bulunan gayrimüslim unsurlara yönelik bir asimilasyon ya da doğrudan461 bir İslamlaştırma siyaseti izlememiştir. Dolayısıyla, zimmîler tıpkı Müslüman reaya gibi can ve mal güvenliğine, din ve vicdan hürriyetine sahip olmuşlar ve yönetici sınıf karşısında bizzat siyasi iktidarın koruması altında olmuşlardır462.

Müslüman reayanın siyasi iktidarla olan ilişkileri şer’î ve örfî kanunlara göre düzenlenirdi. Sistem içerisinde reayanın başlıca yükümlülüğü devlete vergi vermekti. Bu, üretim fazlasının, bir başka deyişle rantın siyasi iktidara aktarılmasını ifade etmektedir.

460 Silistre Sancağı Kanunnamesi, m. 31, AKGÜNDÜZ, Kanunnameler, c. 3, s. 469.

461 “Kul sistemi” başlığı altında, zimmî çocuklarının devşirme yoluyla Müslümanlaştırıldıkları belirtilmiştir. Söz konusu başlık altında, sistemin “İslamlaştırma” ya da sosyal devşirme yoluyla zimmî vatandaşları sistem içine dahil ederek “değerlendirme” hareketi olabileceği şeklinde düşünceler ileri sürülmüştür. Ancak Osmanlı tarihi boyunca siyasi iktidarın ya da belli başlı toplumsal grupların (vakıflar, tekkeler vs.) rıza hilafına, cebir, şiddet veya baskı yoluyla doğrudan ve kitlesel olarak bir İslamlaştırma siyaseti güttüğüne ilişkin somut deliller söz konusu değildir. Dolayısıyla devşirme kul sistemini kanaatimizce bu tartışmaların dışında değerlendirmek gerekir.

462 “Divriği kazası Mekre karyesi (köyü) zimmîlerine zulmeden Mehmed ve Himmet adlı sipahilerin teftiş

olunup; karye halkının haklarının alınıp timarlarının başkasına tevcih olunması”na dair Divân-ı Hümâyûn kararı, 7 Receb 972/1565, 6 Numaralı Mühimme Defteri, c. I, No. 650, s. 356. “Ürgüp kadısı Mevlânâ

Bâlî’nin kazâ keferesine (zimmîlere) zulmettiği yolundaki şikayetlerden dolayı teftiş oluması”na dair Divân kararı (sene 972/1565), 6 Numaralı Mühimme Defteri, c. I, No. 511, s. 278. Osmanlı Devleti’nde zimmîlerin durumu ve hukuki statüleri hakkında geniş bilgi için bkz. ERCAN Yavuz, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Ankara 2001; BOZKURT Gülnihal, Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukukî Durumu 1839-1914 (Alman ve İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerin Işığı Altında), Ankara 1989.

Reayanın devlete verdiği vergiler; şer’î vergiler (tekalif-i şer’iyye), örfî vergiler (tekalif-i örfiye) ve avarız-ı dîvaniye olmak üzere üç gruba ayrılmaktaydı463.

Tekalif-i şer’iyye olarak adlandırılan şer’i vergiler, İslam hukukuna dayanan vergileri ifade etmektedir. Bunların başlıcaları; Müslüman reayadan toplanan ve oranı toprağın verimine göre 1/10, 1/8 ve hatta ½’ye kadar değişebilen öşür ile gayrimüslim reayadan alınan cizye ve haraç vergileridir464.

Örfî vergiler ise şer’î vergilerin dışında kalan ve Osmanlı siyasi iktidarının kendi yasama yetkisine dayanarak koyduğu, çok sayıda vergilere denmektedir. Tez konumuz bakımından örfî vergilerin üzerinde durmak kanaatimizce yararlı olacaktır. Örfî vergiler, Müslüman ve gayrimüslim reaya için farklı şekillerde düzenlenmiştir. Müslüman reayanın devlete (devletin arazi üzerindeki temsilcisi olan timarlı sipahiye) ödediği vergiler “çift resmi” adı altında toplanmıştır465. Çift resmi adı verilen vergi, “yedi kulluk” veya “yedi hizmet” denilen bir takım hizmetlerin para olarak karşılığından ibarettir. Bu yükümlülüklerin para olarak tutarı 22 akçe etmekteydi. Çiftçi ya 22 akçeyi timarlı sipahiye vermek ya da bunların karşılığı olarak gösterilen ödevleri yerine getirmek zorunda bırakılıyordu466.

Çift resmi sistemi, köylü reayaya yönelik olarak Osmanlı siyasi iktidarının güttüğü özel bir politikadır. Bir takım hizmet ve angaryaları belli bir para vergisine çevirmekle Osmanlı Devleti, sipahi ile köylü reaya arasındaki ilişkiyi feodal bir ilişki olmaktan kurtarıyor, bu hizmetleri devlete ait bir vergi haline getiriyordu. Bu hizmet ve angaryaların sipahiler tarafından kötüye kullanılmaları ihtimaline karşı devlet, reayayı koruma altına almış oluyordu. Osmanlılar, angaryanın her tarafta kaldırılmasını veya hiç olmazsa sınırlandırılmasını önemli bir yönetim ilkesi olarak değerlendiriyor, bu ilkeyi “Kanûn-ı Osmanî”nin değişmez bir kuralı olarak benimsiyorlardı467.

Osmanlı Devleti’nde angaryaların yasaklandığına dair pek çok kanunname yayınlanmıştır. Bunlardan, Kanuni dönemine atfedilen ancak, II. Bayezid döneminde tertip

463 ORTAYLI İlber, Türk İdare Tarihi, Ankara 1979, s. 99; DURSUN, s. 298-299.

464 Bu vergiler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. CİN/AKYILMAZ, Feodalite, s. 304 vd; CİN/AKGÜNDÜZ, c. 1, s. 292 vd. “Enes kazasında … Adanaş oğlu Kermigal ve Mihayle oğlu Andonakinin Kethüda Manas ile

birleşerek mahallî Hıristiyanlardan defter harici tahsilata kalkışmalarından…”, BOA, CTA, No. 2494, T. 28 Ca 1137/1725, naklen, MUMCU, Zulüm, s. 15.

465 DURSUN, s. 299-300. 466

İNALCIK, “Raiyyet Rüsûmu”, s. 92. 467 İNALCIK, “Adaletnâmeler”, s. 83.

edildiği bilinen, Konya şehri ve Karaman vilayetindeki bir kısım angaryaların (bid’atler) yasaklandığına dair bir kanunnamenin hükümleri konumuz açısından ilgi çekicidir468:

1. Konya’da vali olan şehzadelerin kapı halkının veya Karaman ve Hamid sipahilerinin, şehir halkının evlerine konuk olarak inmeleri,

2. Suçludan nakit para cezası (cerîme) alındıktan sonra subaşı ve aseslerin ayrıca cerîme almaları;

3. Vali olan şehzadeler tarafından haraç toplamaya gönderilen kullar, yahut dolaşan sipahilerin reayadan ücretsiz yem ve yemek almaları;

4. Vali şehzadelerin kullarının, kadının bilgisi ve hükmü olmadan cerîme almaları; 5. Hâs topraklarına ait hububat satılmadan halkın hububatını satmasına izin verilmemesi;

Kanun-ı Osmanî’ye aykırı görülerek yasaklanmıştır.

Benzer yasaklamalara sancak kanunnamelerinde de rastlanmaktadır. 792/1487 tarihli, bilinen en eski sancak kanunnamesi olan Hüdavendigâr Sancağı Kanunnamesi’ndeki şu hükümler, angaryaya karşı erken dönem Osmanlı siyasi iktidarının bakış açısını sergilemektedir:

1. Öşür olarak reayadan toplanan hububatı, reayanın sipahinin ambarına veya hisar erinin bulunduğu kaleye kadar taşıması bid’at olmakla beraber, bir âdet olarak kanuna konmuştur. Fakat ambarın uzaklığı bir günden fazla ise bu hizmet, ücreti verilmeden reayanın üzerine yüklenemez.

2. Siyâset olunan (ağır bedenî ceza almış) kimseden ayrıca cerîme alınamaz. Sancak beyi veya subaşı, Şeriat ve örfe göre soruşturma yapılmadan suçluyu rüşvet alarak salıverirse, ceza görür. Kezâ soruşturma bitmeden suçluyu cezalandırmak da kanuna aykırıdır469.

Timarlı sipahilerin, siyasi iktidarın temsilcileri olarak reayadan toplama yetkisine sahip oldukları çift resmi dolayısıyla çeşitli yolsuzluklar olmuştur. Bu yolsuzlukların büyük bölümü, kanunnamelerde belirtilen oranlardan fazla verginin tahsil edilmesi ile ilgilidir. Reaya böyle kötü niyetli sipahileri çoğu zaman siyasi iktidara şikayet yoluna gitmiş,

468 İNALCIK Halil, “Suleiman the Lawgier and Ottoman Law”, The Ottoman Empire: Conquest, Organization and Economy, London, 1978, s. 105-138; İNALCIK, “Adaletnâmeler”, s. 83.

469 BARKAN Ömer Lütfi, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Zirai Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları, I. Kanunlar, İstanbul 1943. s. 1 vd; İNALCIK, “Adaletnameler”, s. 83.

padişahlar da bu tip kötüye kullanmaları ortadan kaldırabilmek için çeşitli adaletnameler yayınlamak zorunda kalmışlardır. Ancak hükümdarın, ülkesinde adaleti sürekli kılmak ve otoriteyi kullananlara karşı reayayı korumak amacıyla yayınladığı adaletnameler bile böyle suistimalleri ortadan kaldırmaya yetmemiştir470. Nitekim, sipahi zulmüne ilişkin pek çok şikayet Dîvan-ı Hümâyûn’a ulaşmıştır. Bu tip şikayetlerin görüşülmesi sonucunda verilen kararlar, mühime defterlerine kaydedilmiştir. Osmanlı arşivlerinde reayanın şikayetlerine ilişkin davaların kaydedildiği sayısız mühimme defteri mevcuttur. Konuyla ilgili mühimme defterlerine kaydedilmiş iki Dîvan kararını burada örnek olarak vermek yerinde olacaktır:

“Yazıldı.

Çavuşbaşına virildi. Fî Rebî’ul-âhir, sene: 972 (1564) Şehirköy Kâdîsına hüküm ki:

Hâliyâ mektub gönderüp; taht-ı kazândan Çakrofça nâm karye (köy) halkı sana gelüp; “Sipahileri olan İlyas ta’şir içün karyelerimize gelüp iki ay mikdarı yigirmi nefer kimesne ile karyemizde sakin olup her gün yim ü yimek ve koyun ve tavukların alup ve tavarlarımuz tutup kendi sağup sütin alup ve avretimiz ve oğlumuz tutup çekmek istedüğçin âhar karyeye göçtük. Şerî’ate da’vet eyledüğümüzde bizi kılıç ile kovup; “Bana timarı kadi mı virdü?” diyu inad ider” didüklerin arzittüğün ecilden timarları alınup buyurdum ki:

Mezbûrdan da’va-yı hak ider kimesne var ise ilâ âhırihî …” (kim hak ederse ona verilsin)471.

Sipahi zulmü nedeniyle gayrimüslim (zimmî) reaya da Dîvan-ı Hümâyûn’a şikayette bulunmuştur:

(İzdin kazası Radoniç köyü sipahisi Bâlî’nin reayaya zulmünden dolayı timarının başkasına verilip davasının görülmesi)

“Yazıldı.

İzdin Kâdîsına hüküm ki:

470 DURSUN, s. 300. Sipahinin reayaya keyfî olarak vergi koyamayacağına dair fetvalar da mevcuttur: “Bir

karye sipahisi olan Zeyd, saadetlü Padişahın Defter-i Hâkânîde kendi için tayin ettiği rüsum-ı raiyete kanaat etmeyip hilaf-ı defter ve emir ziyade rüsum karye mezbur reayasına cebre kadir olur mu? Elcevab: Olmaz”, BAKİ Edip Ali, Şer’iye Sicillerine Göre Afyonkarahisar’da Meçhul Halk Tarihinden, Afyon 1951, s. 87, naklen, MUMCU, Zulüm, s. 23.

Südde-i Sa’âdetüm’e mektûb ve sûret-i sicil gönderüp; “kazâ-i mezbûra tâbi’ Radoniç nâm karyeden Yani Briyato nâm zimmî oğlunı tuz hizmetine gönderdükte sipahileri olan Bâlî yolun tutup … Zağrâno nâm zimmînin bir bârgîrin alup, (Zağrâno) beşyüz akça bahâ takdir idüp akçasın talep itdükte (istediğinde); “Sen benden akça istersin?” diyu muhkem bend idüp yüzkırk akça cerîmesin alup ve bir zimmînin gasbla bir merkebin alup istihdam idüp te’addî ittüğün” bildirdüğün ecilden timarı âhara (başkasına) virilüp hukuk-ı nas alıverilmesin emridüp buyurdum ki:

Hükm-i şerîfim vusul buldukta (ulaştığı zaman), mezkûr (adı geçen) sipahiyi ihzâr idüp … şer’le sübût bulan hukuk-ı ashabına alıvirdükten sonra zulm ü te’addîsine müteallik (ilişkin) sabit olan mevaddı sicillât idüp (belgeleyip) yazup bildiresün. …”472.

Dîvan kararlarından da açıkça anlaşılabileceği gibi Osmanlı siyasi iktidarı yönetilenlerin yönetici sınıf tarafından istismarını önlemek ve adaleti sürekli kılmak için çaba göstermiştir. Yukarıdaki bilgiler doğrultusunda Osmanlı Devleti, fethettiği topraklara feodalite ve angarya sistemini getirmemiş, buna karşılık Balkanlar ve özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da feodaliteye benzer bir yapı bulmuştur. Bu bölgelerde yaşayan halk, feodal beylerin ağır angarya ve vergileri altında ezildiği gibi, bu uygulamalar yerleşik adetler halini almıştır. Ancak Osmanlı Devleti, buralarda kendi sistemini kurabilmek için angarya ve vergilerin önemli bir kısmını tamamen kaldırmış, bir kısmını da nakdî ödemelere çevirmiştir. Reaya için ağır yük oluşturmayacak çok sınırlı sayıda angarya ise uygulanmaya devam etmiştir. Öte yandan merkezî otorite, kadı ve beylerbeyi gibi önemli rütbelerdeki memurları aracılığıyla kurduğu denetim ağı ile reayanın kanunsuz angarya ve zulümlerle ezilmesini engellemeye çalışmıştır473. Bu politikanın en önemli göstergesi, yukarıda belirttiğimiz, Hüdavendigâr Sancağı Kanunnamesi’nin hükümleridir.

Osmanlı siteminde reaya, arazideki devlet görevlisi olan sipahiye karşı yargı bakımından da korunmaya alınmıştır. Nitekim yukarıdaki yargı kararlarının da açık olarak gösterdiği gibi, reaya, haklarını şer’iye mahkemesinden Dîvan-ı Hümâyûn’a kadar Osmanlı yargı sisteminin tüm kurumlarında arayabilmiştir. Ancak sipahi-reaya ilişkileri çerçevesinde, yargı konusunda önemle üzerinde durulması gereken nokta, sipahinin reaya üzerinde yargı yetkisinin bulunup bulunmadığıdır. Osmanlı uygulamasını çağdaşlarından ayıran önemli

472 6 Numaralı Mühime Defteri, c. I, s. 193, No. 353.

473 CİN/AKYILMAZ, Feodalite, s. 318-319. “Harput kazası reaya ve keferesinin cizye, ispençe vesair rüsum

ve mahsulatı … eda eyledikleri halde … mukataa eminleri Harputtan tarihte bir fakat metinde mugayir ve mahkemede müseccel beratları getirip ve her haneden fazla rüsum alıp kendilerine gadredildiğinden…”, BOA, Fekete, No.: 1083, T.: 24 S 1083/1672, naklen, MUMCU, Zulüm, s. 19.

özelliklerden birisi budur. Zira, Osmanlı Devleti’nin yargı sistemi, Batı feodal yapılanmaları türünde bir uygulamayı mümkün kılmamaktadır. Çünkü, Batı feodalitesinde feodal lordun önemli imtiyazlarından birisi, arazisi üzerinde yasama ve yargı yetkilerine sahip olmasıdır474. Buna karşılık Osmanlı sisteminde yasama ve yargı daima merkezî otoritenin elinde olmuştur. Osmanlı siyasi iktidarı, İslam hukukunun kendisine tanıdığı sınırlı yasama yetkisinin ürünü olan Örfî hukuk yoluyla pek çok kanunnameler ve adaletnameler yayınlamıştır475. Dolayısıyla sipahilerin Batı feodalitesinde olduğu gibi, kendisine tevcih edilen timar toprakları üzerinde yasama yetkileri söz konusu değildir. Öte yandan, Osmanlı Devleti’nin hiçbir döneminde, sipahinin reayayı yargılama ve cezalandırma yetkisi olmamıştır. Merkezî otorite, ele geçirilen topraklara yargı işlerine bakması için derhal kadı tayin etmiştir. Bu kadıların görevi sadece sipahinin reayaya yönelik istismarlarını denetlemekten ibaret değildir. Osmanlı yargı sistemi içerisinde sipahi ve reaya aynı yargıya tâbî olduklarından, aynı kadı hem reayayı hem de sipahiyi yargılama yetkisine sahiptir. Oysa Batı feodalitesinde soylular ancak kendi eşitleri tarafından yargılanabilirler476. Görüldüğü gibi yargılama konusundaki uygulamalar, Osmanlı İmparatorluğu’nda eşitlik kavramı hakkında da fikirler vermektedir.

Osmanlı tebaasını devletten adalet isteme hakkına bağlı olarak, sipahi zulmünden yakınan reaya, hazırladıkları arzuhalleri mahkeme siciline kaydettirip kadıya vermişler, kadı da bu dilekçeleri İstanbul’a göndermiştir. Ayrıca; yukarıda da belirtildiği gibi reaya şikayet dilekçesiyle Dîvan-ı Hümâyûn’a bizzat da başvurabilmiştir477.

Siyasi otoritenin yönetilenlerin gözünde meşruluğunu devam ettirebilmesinin önemli vasıtalarından biri, kendi görevlilerinin, bir başka deyişle yönetici sınıfın denetimini iyi sağlayabilmesidir. Ancak, Osmanlı Devleti’nde, alınan tüm tedbirlere ve gerçekleştirilen uygulamalara karşılık, özellikle timar sisteminin bozulmaya başladığı XVI. Yüzyılın ortalarında itibaren, sipahi-reaya ilişkilerine daha çok zulüm ve istismar damgasını vurmuştur. Sistemin bozulmasıyla, sipahiler derebeyliğe yönelmişler ve her türlü usulsüzlük ve istismarla reayayı ezmişlerdir. Buna ilmiye sınıfının taşradaki temsilcisi ve devletin yargı yetkisini üstlenen kadıların yolsuzlukları da eklenince, sistem içinden çıkılmaz bir hal almış ve

474 Batı feodalitesinde feodal beylerin yasama ve yargı yetkileri için bkz. CİN/AKYILMAZ, Feodalite, s. 319- 320.

475 ANHEGGER Robert/İNALCIK Halil, Kanunname-i Sultanî ber Mûceb-i Örf-i Osmanî, Ankara 1956, s. 7 vd.

476

CİN/AKYILMAZ, s. 320. 477 MUMCU, Zulüm, s. 25.

sonucunda Osmanlı siyasi iktidarına yönelik büyük isyanlar baş göstermiştir478. Siyasi iktidara karşı ortaya çıkan başkaldırı ve isyanların büyük bölümü, bir meşruluk krizinin sonucu olarak değerlendirilebilir.

Reaya hakkında Osmanlı Kanunnameleri ve Dîvan-ı Hümâyûn kararlarının çalışmamız açısından çok önemli bir boyutu ortaya çıkmaktadır. Osmanlı siyasi iktidarı, görüntü ve şekil itibariyle, dini bir monarşi izlenimi vermekle birlikte, siyasi meşruluğunu önemli oranda yönetilenlerin rızasına da bağlamaya çalışmıştır. Tezimizin Birinci Bölüm’ünde toplumsal rızanın siyasi meşruluk için ne denli önem taşıdığı belirtilmişti. Bu bağlamda, Osmanlı siyasi iktidarının, sadece dini ve dolayısıyla geleneksel temeller üzerine oturmuş bir iktidar görüntüsünde olmadığı açıktır. Bu düşüncenin en bariz gerekçesi, iktidarın adalet konusunda hassas bir karakter taşıması, yönetici sınıf karşısında yönetilenleri –reayayı- koruma içgüdüsüyle hareket etmesidir.

Yönetici sınıf başlığı altındaki açıklamalarda da belirtildiği gibi, özellikle kul sisteminin ihdasıyla birlikte, söz konusu sınıf pek çok imtiyazlara sahip, vergiden muaf bir tabaka olarak görünmektedir. Hatta yönetici sınıfın reaya üzerinde sahip olduğu bir takım yetkiler, onları reayadan üstün kılmaktadır. Ancak unutulmaması gereken nokta, reayanın Osmanlı siyasi iktidarının –deyim yerindeyse- “her şeyi” olduğudur. Ülkenin mali yapısının tamamına yakın bir bölümünün reayaya dayandığı düşünülürse bu gerçek daha açık olarak ortaya çıkacaktır. Bu nedenle Osmanlı siyasi iktidarı, Müslüman ya da gayrimüslim (zimmî) tüm reayayı çok önemsemiştir. Özellikle klasik dönemde reayanın yönetici sınıf karşısında hayli iyi durumda olduğu, her türlü zulümden bizzat siyasi iktidar tarafından korunduğu ve hiçbir şekilde yargılanmaksızın infaza tabi tutulamayacakları, tarihi belgelerle ortaya konmuş gerçeklerdir479. Ayrıca, Osmanlı yönetici sınıfının ve özellikle kul sistemine tabi ehl-i örfün siyasi iktidar karşısındaki durumu, reayayı daha çok korunan ve daha güçlü bir konuma getirmektedir. Çünkü, kul sistemine dahil yönetici sınıf üzerinde padişahın yargılamadan infaz ettirme yetkisi söz konusudur.

Bu açıklamalar ışığında, Osmanlı siyasi sistemi içerisinde reaya, Batı tarzı bir feodal yapılanmanın süjeleri olarak görünmemektedir. Siyasi iktidar, ekonominin tümüne nüfuz

478 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. AKDAĞ Mustafa, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası Celali İsyanları, İstanbul 1995, s. 283 vd.

479 Kesek adlı Yörük cemaatinin sipahilerinden şikayetçi olduklarına dair Divân-ı Hümâyûn kararı:

“…Bağdad beğlerbeğisine ve kadısına ve defterdarına hüküm ki; Hala Kesek nam Yörük cema’ati âdem gönderüb sipahileri olan Hasan Ali ve Nâmdar ve Mîr Abdal ve Abbas nam kimesnelerden ızhâr-ı tezallüm idüp (zulüm gördüklerini beyan ile); Hılaf-ı Şer’u kânûn u defter akçalarımuz alup ve tagar başı diyü dört sene hayli akçamuz alup…”, 6 Numaralı Mühimme Defteri, c. I, s. No. 716, s. 396 (tarihsiz).

ettiği için, mali yapının bir bakıma gelir kaynağı olan reayayı her zaman kollamak durumunda olmuştur. Elbette ki bu durumu sadece ekonomik nedenler ya da egemenlik kaygılarıyla açıklamak, konu hakkında sağlıklı analizler yapmak için yeterli olmayacaktır. Konunun dînî argümanları da içerdiği, kuşkusuz ortadadır. Osmanlı siyasi iktidarının, meşruiyetine dînî bir zemin oluşturma gayreti, siyasi iktidar-reaya ilişkilerine de damgasını vurmuştur, denilebilir. Yönetenin reayaya zulmünün şer’î fetvalara konu olması, bu düşünceyi güçlendirmektedir. Dolayısıyla, Şer’î bir söylem çerçevesinde siyasi iktidarın reayayı her türlü zor kullanım, zulüm, haksızlığa karşı korumaya çalışması, göz ardı edilemeyecek kadar önemli bir meşruiyet ilişkisi olarak değerlendirilebilir.

Meşruluk ile ilgili olarak Osmanlı siyasi iktidarı için önemli bir nokta da zimmîler (gayrimüslim reaya) konusudur. Zimmîlerin millet sistemi480 içerisinde herhangi bir baskı ya da dinî veya etnik bir asimilasyona maruz kalmaksızın yaşamaları, meşruluk bakımından dikkate değer bir noktadır. Teorik olarak bir İslam devleti olarak görünen Osmanlı Devleti’nde zimmîler, kendi iç ilişkilerini kendi dinlerinin (Hıristiyan, Musevî) kurallarına göre düzenlemişler, siyasî iktidarın bu konuda önemli sayılabilecek bir müdahalesi söz