• Sonuç bulunamadı

İSLAM’DA SİYASİ İKTİDAR VE DİN İLİŞKİLERİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ

Müslüman toplumlarda iktidar ve din arasındaki ilişkiler, Batı toplumlarından farklı özellikler sergilemiştir. Siyasi iktidar ile dini kurumlar arasındaki ilişkilerin Hıristiyan ve İslam toplumlarında farklı kurumsallaşmalar şeklinde ortaya çıkmaları, bu iki evrensel dinin yapısal ve fonksiyonel farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Hristiyanlık teorik olarak din ve dünya ayrımı yaparak, Sezar (siyasi iktidar) ve Tanrı (dini iktidar) ikilemini savunmaktadır. Buna karşılık İslamiyet, din ve dünyayı birleştirerek, tüm egemenliğin Allah’a ait olduğunu bildirmekte ve “Tevhid” inancını ilke edinmektedir208.

M.S. VII. Yüzyılın başlarında Arap yarımadasının önemli ticarî merkezlerinden birisi olan Mekke kenti 610 yılında yeni bir semavî dinin doğuşuna tanık olmuştur. Bu dönemde Mekke şehri on kişilik başkanlar kurulundan oluşan oligarşik bir heyet tarafından yönetilmekteydi. Siyasi açıdan bu oluşum gerçek bir “devlet” olarak adlandırılamayacağı gibi, bu oluşumda siyasi iktidarı elinde tutan bir “monark” ya da kral da söz konusu değildi. Kabileler halinde teşkilatlanmış bir sosyal yapının bulunduğu Mekke sitesinde, toplumsal dengeyi kabileler arasındaki güç çatışmaları ve gelenekler sağlamaktaydı. Bu yapı içerisinde teşkilatlanmış bir din bulunmamakta; ilkel bir kabile paganizmi dini sistemin özünü oluşturmaktaydı. Bunun yanında geleneksel olarak “Tek Allah” (tek tanrı inancı) fikri de varlığını sürdürmekteydi. Hz. Muhammed’den önce gelmiş olan peygamberlerin tebliğ ettiği, Allah inancına dayalı semavi dinlerin mensupları, atalarından devraldıkları ibadet usulleriyle inançlarını yürütmekteydiler (Örneğin, Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib, Hz.

207 Konu hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. KAFESOĞLU İbrahim, “Eski Türk Dini”, Tarih Enstitüsü Dergisi, c. III, İstanbul 1972, s. 1-34; DANİŞMEND İ. Hami, Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu, Konya 1978; TURAN, s. 225-233.

208 DURSUN Davut, Yönetim-Din İlişkileri Açısından Osmanlı Devletinde Siyaset ve Din, İstanbul 1989, s. 92.

İbrahim’in tebliğ ettiği dine inanmaktaydı)209. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bu sosyo- politik ortamda İslamiyet, “tevhid” inancını evrensel bir ilke olarak ortaya koymuş ve tüm iktidarların kaynağının Allah olduğunu savunmuştur.

Hz. Peygamber döneminde İslamiyet’in teşkilatlanması Mekke dönemi (610-622) ve hicretle birlikte Medine dönemi (622-632) olmak üzere iki ayrı dönemde incelenebilir. Mekke dönemi, Hz. Peygamber’in karizmatik kişiliği etrafında kümelenen insanların, her türlü olumsuz sosyo-politik şartlara rağmen, dini-mistik bir atmosfer içinde sosyolojik bir cemaat olarak teşkilatlandıkları bir dönem olarak değerlendirilebilir210. Bu dönemde Hz. Peygamber, vahiy yoluyla Allah tarafından kendisine gönderilen inanç ve ibadete ilişkin kuralları ve esasları bu yeni cemaate bildirmiştir. Dolayısıyla söz konusu dönem, daha çok iman ve ibadet konularına ağırlık verilen, yeni dinin insanlar tarafından benimsenmesi için onlara sabır, sadakat, güzel ahlak gibi konularda tavsiyelerde bulunulan bir dönem olmuştur.

Tarih boyunca her yeni peygamber ve onlar vasıtasıyla indirilen semavi dinler, indirildikleri toplumlarda çeşitli tepkilere neden olmuştur. Allah’ın elçileri olan peygamberler çoğu zaman gönderildikleri toplum tarafından dışlanmış, hatta bir takım baskı ve işkencelere maruz kalmışlardır. Benzer şekilde Hz. Muhammed de Mekke toplumunun büyük çoğunluğu tarafından dışlanarak, kendisine inanan insanlarla birlikte, baskı ve işkencelerle karşılaşmıştır. Bu durum artık Mekke şehrinde yaşamayı imkansız hale getirince Hz. Peygamber ve O’na inananlar çareyi Medine şehrine hicret (göç) etmekte bulmuşlardır (622).

Medine’ye göçten itibaren İslam, sadece bir dini örgütlenme olarak değil, aynı zamanda sosyo-politik bir örgütlenme olarak da gelişmiş, bu yapılanma sonucunda Medine site Devleti doğmuştur211. Medine site devleti, Hicret’in birinci yılında Medine’de yaşayan Yahudi ve putperest (müşrik) kabileler ile Hz. Peygamber’in liderliğinde birleşmiş olan Müslümanlar arasında kabul edilen bir belge ile gerçekleşmiştir. 47 maddeden oluşan bu anlaşma, Medine site devletinin kuruluş belgesi olarak nitelenmektedir212. Söz konusu

209

HAMİDULLAH Muhammed, “Medine’de Kurulan İlk İslam Devletinin Esas Teşkilat Yapısı ve Hz. Peygamber’in Va’zettiği Yeryüzündeki İlk Yazılı Anayasa”, İslam’ın Hukuk İlmine Yardımları (der. Salih Tuğ), İstanbul 1962, s. 20 vd.; HAMİDULLAH Muhammed, İslam Peygamberi (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1980, s. 110 vd.

210 DURSUN, s. 93.

211 Özçelik, Hz. Peygamber’in, İslam ümmetinin, İslamî prensiplerle idare olunacağı bir siyasi teşekkülün, bir İslam devletinin meydana getirilmesi idealini taşıdığını ve bunu etrafındakilere aşılamış olduğunu belirtmektedir. Bkz. ÖZÇELİK Selçuk, “İslamda Devlet Müessesesinin İnkişafı”, İÜHFM, c. XX, sy. 1-4, İstanbul 1955, s. 76.

212 Söz konusu belge ile ilgili olarak Giriş bölümümüzün 1 no’lu dipnotunda ayrıntılı bilgi alınabilecek kaynaklardan söz edilmiştir.

belgeye dayalı olarak Medine site devletinin kurulmasıyla birlikte, dini bir kurum olan peygamberlik, artık dini-siyasi bir kurum halini almıştır. Hz. Peygamber Mekke’de sadece bir dini liderken, Medine’de siyasî, dini, idarî ve askerî alanlarda otorite sahibi olmuştur213.

Dini ve siyasi bir lider olarak Hz. Peygamber, site devletinin yasama, yürütme ve yargı erklerini elinde tutmuş, Hz. Peygamber’in egemenlik alanının dışında olan herhangi bir nokta kalmamıştır. Dolayısıyla İslamiyetin ilk siyasi teşkilatlanması olan Medine site devletinde kuvvetler ayrılığı ilkesini görmek mümkün değildir214.

Hz. Peygamber döneminde genel olarak dini işler ve siyasi işler şeklinde bir ayırım yapılmamıştır. Konumuz açısından bakıldığında, dini otorite ve siyasi otoritenin aynı kişinin elinde toplandığı görülmektedir.

Hz. Peygamber’in 632 yılında vefatının ardından İslam toplumu “halife” tarafından yönetilmeye başlanmıştır.

“Halife” ya da “hilafet” terimleri, İslam hukukunda devlet başkanlığına karşılık gelmektedir. Kur’an’da hilafet kelimesi yer almadığı gibi, halife de terim olarak geçmemektedir. Bunun gibi, kimin halife olacağı, seçimin nasıl yapılacağı gibi konularda da herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Bu noktadan hareketle halifelik, dinî bir müessese olmaktan çok dünyevî bir müessese olarak karşımıza çıkmaktadır215. Dolayısıyla halife, şer’î kuralların kendisine çizmiş olduğu sınırlar içerisinde İslam toplumunu yöneten devlet başkanıdır.

Halifenin (ya da devlet başkanının) belirlenmesi ile ilgili olarak ne Kur’an-ı Kerim’de ne de Hz. Peygamber’in sünnetinde doğrudan bir hüküm bulunmamaktadır. Bu durum, İslam hukukunun asli kaynaklarının üçüncüsünü oluşturan icma yoluyla açıklığa kavuşturulmaya çalışılmıştır. Özellikle ilk dört halife döneminde ortaya çıkan teamüller, Hz. Peygamber’in sahabelerinin itirazsız kabulleriyle oluşmuş ve icma olarak değerlendirilmiştir. Böylece İslam anayasa hukukunun en önemli kurumu olan devlet başkanlığı (hilafet) ile ilgili temel esaslar, sahabenin icmaı ile sabit hale gelmiştir216.

213 DURSUN, s. 94.

214 HAMİDULLAH, İslam Peygamberi, s. 174; “… Hz. Muhammed hayatta olduğu müddetçe; peygamberlik, dini başkanlık, kanun koyuculuk, baş hakim, ordu kumandanı ve devlet başkanı fonksiyonlarını şahsında toplamış ve bunları ifa etmiş bir kimsedir”, HITTI Philippe, İslam Tarihi (çev. Salih Tuğ), c. 1, İstanbul 1980, s. 209.

215

CİN/AKYILMAZ, Hukuk Tarihi, s. 85-86. 216 AYDIN, “Devlet Başkanı”, s. 144-145.

Sünnî hukukçular, halifenin belirlenmesinde seçim (biat) ve ahd (veliaht tayini) olmak üzere iki usulü meşru kabul etmişlerdir217.

Seçim (biat) usulünde halifenin seçimi, halife adayının sağ elinin üzerine kabul eden kimselerin sağ ellerini koymalarıyla gerçekleşir. İslam hukuk terminolojisinde bu işleme “biat” adı verilir. Biat merasimiyle birlikte seçime katılan kimseler halifeyi seçtiklerini ve ona hukuk çerçevesinde itaat edeceklerini bildirirler. Halife de hukuka uygun bir yönetim sergileyeceğini belirtmekte ve taraflar bu esaslar üzerinde sözleşmektedirler. İlk halife Hz. Ebubekir bu yolla halife olmuştur218.

Halifenin seçimi ile ilgili olarak İslam hukukçularının üzerinde durdukları konuların başında seçimin kimler tarafından yapılacağı gelmektedir. Sünnî hukukçular bu seçimin “ehl-i hall ve’l akd” denilen bir seçici kurul vasıtasıyla gerçekleşmesi konusunda birleşmişlerdir. Ancak aynı fikir birliği “ehl-i hall ve’l akd”in kimlerden oluşacağı ve seçim nisabının ne olacağı hususunda mevcut değildir. Fakat, en azından seçici kurulu oluşturacak kimselerde bulunması gerekli nitelikler konusunda, XI. Yüzyılın iki önemli hukukçusu Mâverdî ve el- Ferrâ ortak kriterler ileri sürmüşlerdir. Söz konusu iki hukukçuya göre ehl-i hall ve’l akd’de üç özelliğin bulunması gereklidir. Bunlar, alim olmak, adil olmak, rey ve tedbir sahibi olmaktır219.

Görüldüğü üzere adalet sadece devlet yönetiminde değil, devlet yönetimine talip olan kimseleri seçecek olan kişilerde de aranan bir nitelik olarak karşımıza çıkmaktadır. İslam hukukunun seçici kurulda bulunması gereken özellikler içerisinde adaleti de göstermesi tez konumuz bakımından oldukça dikkat çekicidir. Kanaatimizce bu bir meşruiyet algılaması

217 AYDIN, “Devlet Başkanı”, s. 145 vd.; CİN/AKYILMAZ, Hukuk Tarihi, s. 88 vd.; ÜÇOK/MUMCU/BOZKURT, s. 67; CİN/AKGÜNDÜZ, c. 1, s. 172-173. Halife seçiminde meşru kabul edilen usuller biat ve ahd olmasına rağmen, zamanla oluşan siyasi ve hukuki zaruretler, üçüncü bir yolun daha ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu da devlet başkanlığının zorla ele geçirilmesidir. Ünlü Şafii hukukçulardan İmam Gazâlî, zorla başa geçen ve gerekli bazı nitelikleri eksik olan bir devlet başkanını meşru kabul etmeyip değiştirilmesi gerektiğini söylemenin, çoğu zaman İslam toplumunda fitne ve anarşiye neden olabileceğini ileri sürmüştür. Zaruretler haramı mübah kıldığına göre bu konudaki zaruret de zorla halife olan kimsenin hilafetini zarureten geçerli kılmış olmaktadır. AYDIN, “Devlet Başkanı”, s. 153; CİN/AKYILMAZ, Hukuk Tarihi, s. 91.

218 AYDIN, Hukuk Tarihi, s. 109; CİN/AKYILMAZ, Hukuk Tarihi, s. 89. Biat geleneği Osmanlı Devleti’nde de devam etmiştir. 1520’den sonra padişahlar tahta çıkarken peygambere ait hırkanın saklandığı odada kendisine biat olunmuştur. Cülus merasimi aynı zamanda ehl-i hall ve’l akdin biat merasimi niteliğinde olmuş, yönetici sınıfın üst kademesi törende bu sıfatla hazır bulunmuşlardır. UZUNÇARŞILI İsmail Hakkı, Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, Ankara 1984, s. 181 vd.

219 AYDIN, Hukuk Tarihi, s. 109; CİN/AKYILMAZ, Hukuk Tarihi, s. 89. İlim, rey ve tedbir sahibi olmaktan kasıt, devlet idaresi konusunda bilgi ve tecrübe sahibi olmak ve halife adaylarından hangisinin kamu işlerini idareye en muktedir olduğunu takdir edecek yetenekte bulunmaktır. CİN/AKYILMAZ, Hukuk Tarihi, s. 89- 90, dipnot 35.

olarak değerlendirilebilir. Çünkü seçici kurulun toplum tarafından “adil” olduklarına inanılan kimselerden oluşması, seçilecek devlet başkanının iktidarını yönetilenler gözünde meşru kılacak etkenlerden biri olarak düşünülebilir.

Halifenin belirlenmesinde ikinci usul olan ahd (istihlaf) ise işbaşındaki halifenin (veya devlet başkanı) kendisinden sonra yerine geçecek kişiyi belirlemesi ve sağlığında ehl-i hall ve’l akd’den bu kişi için biat almasıdır. Hz. Ebubekir kendisinden sonra halife olan Hz. Ömer’i bu şekilde belirlemiştir220.

Şiî hukukçuların halifenin belirlenmesi ile ilgili görüşleri Sünnî hukukçulardan çok farklıdır. Bu ekol içerisinde Ehl-i Sünnet’e en yakın görüş, halifenin seçimle gelmesini ancak bu seçimin peygamber soyundan (ehl-i beyt) gelenler arasında yapılmasını ileri süren Zeydîlerin görüşüdür. Şiâ’nın diğer kolu olan Caferiye (İmamiye) ise halifenin ancak tayinle belirlenebileceğini kabul etmektedir. Caferîlere göre, işbaşındaki halife (imam) kendisinden sonra gelecek halifeyi (yine) ehl-i beyt içinden atar. Çünkü Caferîlere göre imam “masum” (suçsuz, günahsız) olmalıdır. Masumu da ancak bir masum belirleyebilir221.

İslam hukukuna göre, halife olacak kişide bir takım özelliklerin bulunması gerekir. Bunlar222; Müslüman olmak, hür akıllı ve baliğ olmak, vücut tamlığı, erkek olmak223, ülkeyi yönetecek bilgi ve tecrübeye sahip olmak (kifayet), adil olmak, İslam toplumunun en faziletlisi olmak ve tartışmalı olmakla birlikte Kureyş kabilesinden olmaktır.

Halifenin taşıması gereken özellikler içerisinde konumuz bakımından belki de en önemli sayılabilecek nokta, adalet vasfıdır. Kuşkusuz, yönetilenler açısından siyasi iktidardan beklenen, topluma adaletle hükmetmesi, adil olmasıdır. Adalet vasfı, siyasi iktidarın egemenliğini meşrulaştıracak önemli bir kriterdir. Ayrıca adalet, iktidarın yönetimde “haklı olma” iddiasını kuvvetlendirebileceği gibi, yönetilenlerin kendisine olan sadakat ve güvenini artırıcı bir etki de yapacaktır.

220 CİN/AKYILMAZ, Hukuk Tarihi, s. 90.

221 AYDIN, “Devlet Başkanı”, s. 154-155; CİN/AKYILMAZ, Hukuk Tarihi, s. 91-92.

222 CİN/AKYILMAZ, Hukuk Tarihi, s. 86-87; AYDIN, Hukuk Tarihi, 114-116; CİN/AKGÜNDÜZ, c. 1, s. 171-172.

223 Hariciler dışındaki tüm mezhepler halifenin erkek olması gerektiği konusunda görüş birliği içerisindedirler. Bu görüş sahipleri, görüşlerini Hz. Ebubekir’den nakledilen “İşlerini kadına bırakan bir millet asla felah

bulmayacaktır” hadisine dayanmaktadırlar. Ayrıca İslam hukukçuları, halifenin namaz kıldırmak gibi dini görevlerinin de bulunduğunu, kadınların erkeklere imamlık yapamayacağını ileri sürmüşlerdir. Buna karşılık çağdaş İslam hukukçularından Muhammed Hamidullah, kadının devlet başkanı olmasını yasaklayan açık bir hüküm bulunmadığını belirtmektedir. CİN/AKYILMAZ, Hukuk Tarihi, s. 87.

Halifeler, görev süreleri içerisinde yukarıdaki özellikleri taşıdıkları müddetçe devlet başkanlıkları devam etmiştir. Ancak bu niteliklerden biri ya da bir kaçı ortadan kalktığı zaman halifenin görevinden azledilmesi gerekir. Azil işlemini gerçekleştirecek olan yine ehl-i hall ve’l akd’dir. Halifenin görevinden alınmasını gerektiren sebepler ise şunlardır: 1) Akıl hastalığı. 2) Halife olduktan sonra ortaya çıkan bedensel sakatlıklar. Körlük, sağırlık, dilsizlik ya da eller ve ayakların kaybedilmesi gibi. 3) Dinden çıkma (mürted olma). 4) Esir düşme. 5) Adaletten ayrılma224.

Halifenin görevden alınma sebepleri içerisinde tez konumuz bakımından en önemli nokta “adaletten ayrılma” nedeniyle halifenin azledilmesidir. “Adaletten ayrılma” nedeniyle görevden alınmanın önemi, doğrudan yönetilenleri ilgilendiriyor olmasında yatmaktadır. Yukarıda da belirtildiği gibi adalet, siyasi iktidar için önemli bir meşruiyet dayanağıdır. Bu bağlamda, siyasi iktidarın yönetimde adalet ilkesine gereken önemi vermeyişi, toplumun kendisine olan güven ve sadakatini zedeleyici bir etki yapabilir. Siyasi iktidarın “yönetimde haklı olma” inancı toplumda zayıflama eğilimi göstermeye başladığında, artık meşruluğu sorgulanmaya başlamış bir siyasi iktidarın varlığından söz edilebilir. Kuşkusuz adaletsizlik, toplumsal barış ve istikrarın sürekliliğini bozacak önemli bir olgudur. Adil olmayan ya da zamanla adalet vasfını yitirmiş bir yönetim, siyasi rejimin türü her ne olursa olsun bir “meşruiyet krizi” ile karşı karşıya kalacaktır. Dolayısıyla, İslam hukukunun devlet başkanını (halife) görevden alabilme gerekçeleri içerisinde “adaletsizlik” olgusunu vurgulaması, yöneten-yönetilen ilişkileri ve siyasi meşruluk bakımından önemlidir.

Hz. Peygamber’i izleyen ilk Dört Halife Dönemi (Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali), peygamber dönemindeki kurumsallaşma ve yönetim çizgisinin sürdürüldüğü dönem olarak kabul edilmektedir. Özellikle ikinci halife Ömer zamanında (634-644) İslamiyetin egemenlik alanı hızla genişleyerek güçlü bir yönetim sisteminin teşkilatlanması zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Bu zorunluluk, Hz. Peygamber’in Medine’de kurduğu site devletiyle temelleri atılan İslam devletini doğurmuştur.

Bu açıklamalar ışığında İslam hukukunda devletin temel özellikleri hakkında kısaca bilgi vermek, konumuz açısından gerekli görülmüştür.

İslam hukukuna göre devletin temel özellikleri dini esaslara dayanması, sınırlı iktidar ve şu’râ prensibidir225.

224 CİN/AKYILMAZ, Hukuk Tarihi, s. 93; CİN/AKGÜNDÜZ, c. 1, s. 177. 225 AYDIN, Hukuk Tarihi, s. 122,125.

1. Devletin Dini Esaslara Dayanması

İslam devletinin temel yapısını belirleyen hukuk sisteminin iki temel kaynağının Kur’an ve Sünnet olması, diğer kaynakların226 da bu iki kaynağın çizdiği sınırlar içerisinde kullanılması gerekir. Ayrıca devletin temel görevlerinden birinin İslam dinini yaymak olması, İslam devletinin dini esaslara dayanan bir devlet olduğunu ortaya koymaktadır227.

Ancak bu durum, İslam devletinin Batılı anlamda teokratik bir devlet olduğu anlamına gelmemektedir. Batılı teokrasilerde din adamlarının ya da hükümdarın günahları affetme, dinden çıkarma (aforoz), insanları takdis etme (kutsama) gibi yetkileri varken, İslamiyette böyle bir dururum söz konusu değildir. Ayrıca İslam devletinin başında olan halifenin kutsal bir niteliği yoktur. Zaten hilafet de dünyevî bir kurumdur. Siyasi iktidarı elinde bulunduran halife dini emirleri ihlal edip, Şer’î hukuktan ayrılırsa veya âdil olma vasfını yitirip, zulme saparsa bu, bir görevden azil sebebidir. Hatta böyle bir halife ile gerekirse silahlı mücadeleye girişmek Şer’î açıdan uygun görülmüştür228.

2. Sınırlı İktidar

Halifenin yürütme, yargı ve sınırlı da olsa yasama yetkisine sahip olması, ilk bakışta, onun siyasi iktidarının sınırsız olduğu izlenimini vermektedir. Ancak Halifenin elinde bulunan iktidar esas itibariyle sınırlı bir iktidardır. Halifenin siyasi iktidarının sınırlı olması, onun yasama alanında sınırlı bir yetkiye sahip bulunmasıyla mümkün olmaktadır. İslam hukukunun yapısı halifelerin kendi iradeleriyle koymuş oldukları normlarla değil, Kur’an, Sünnet ve bu iki kaynağın ortaya koyduğu genel irade çerçevesinde şekillenen içtihatlarla belirlenmiştir. Devlet başkanının İslam hukuku alanında sahip olduğu içtihat, takdir ve düzenleme yetkisi bu genel iradenin sınırlarını aşamaz. Nitekim İslam hukuk tarihinde halife veya hükümdarların İslam hukukunun düzenlediği alanlarda yasama yetkisine sahip oldukları iddiasıyla ortaya çıktıkları görülmemiş, aksine onlar kendilerini sadece İslam hukukunu uygulamakla yetkili kabul etmişlerdir. Yasama alanındaki sınırlamalar, yürütme ve yargı alanında da kısıtlamaları beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla halife, siyasi iktidarını kullanırken yaptıklarından asla sorumlu olmayan, tasarruflarının meşruiyet sınırını kendi iradesiyle çizen bir monark değildir.

226 İslam hukukunun diğer kaynakları, İcma, Kıyas, İstihsan, İstislah (kamu yararı-maslahat), Örf -Âdet ve Sahabe Fetvası’dır. Bunlardan İcma ve Kıyas Kur’an ve Sünnet’ten sonraki asli kaynaklar, diğerleri ise tâlî kaynaklar olarak kabul edilmektedir. İslam hukukunun kaynakları hakkında geniş bilgi için bkz. KARAMAN Hayrettin, Mukayeseli İslam Hukuku, c. 1, İstanbul 1991, s. 32 vd; CİN/AKYILMAZ, Hukuk Tarihi, s. 58-68; AYDIN, Hukuk Tarihi, s. 31-42.

227

CİN/AKYILMAZ, Hukuk Tarihi, s. 82. 228 CİN/AKYILMAZ, Hukuk Tarihi, s. 82-83.

Halife sadece, kendi dışında oluşan bir hukuk sisteminin, iktidarını sınırlayıcı normlarına tâbi bulunan bir devlet başkanıdır229.

3. Şûrâ Prensibi

İslam devletinin temel özelliklerinden birisi de onun “şûrâ” (danışma) esasına dayanmış olmasıdır. Konuyla ilgili esaslar Kur’an-ı Kerim230 ve hadislerde yer almıştır. Ancak Emeviler döneminden itibaren devlet yapısında saltanat usulünün benimsenmesi, büyük ölçüde tek adam veya sınırlı sayıdaki idarecilerin egemenliğini gündeme getirmiş ve bu gelişmeler şûrânın kurumsallaşmasına engel olmuştur. Bu nedenle şûrânın hangi esaslar çerçevesinde ve kimlerle yapılacağı, alınan kararların ne ölçüde bağlayıcı olacağı gibi konular açıklığa kavuşamamıştır231.

İslam hukuku uygulamasında şûrâ prensibinin gelişememiş olması, Müslüman ülkelerde kamu hukukunun gelişimi açısından bir eksiklik olarak görülebilir. Özellikle Emevilerle birlikte saltanat sistemine geçilmesi, siyasi iktidarın sınırlarını denetleyecek kurumların gücünü azaltıcı bir etki olarak düşünülebilir. Halife ya da hükümdarın siyasi iktidarına meşruiyet sağlayan, bir bakıma Şeriat’ın kendisi; devlet başkanının yetkilerini Şer’î kurallar çerçevesinde kullanmasıdır. Yönetimde şûrâ prensibine yer verilmemesi, siyasi iktidarın tek kişinin ya da zümrenin iradesine bırakılması anlamına gelecektir. Bununla birlikte siyasi iktidar, kendi meşruiyet zemini olan Şer’î hukukun sınırlarını zorlayacak olursa bu durum meşruiyet krizine neden olacaktır. Bunun sonucunda; siyasi iktidara karşı İslam hukukunca benzer durumlarda caiz görülen silahlı mücadele gibi yöntemler söz konusu olabilir.