• Sonuç bulunamadı

B. SİYASİ GENİŞLEME VE İKTİDARIN KURUMLAŞMASI

2. Dîvân-ı Hümâyûn

Klasik İslam halifeliğinde olduğu gibi Osmanlılarda da siyasi iktidarın teşkilatlanması, belli başlı organları ve bunların fonksiyonları, egemenlik ve iktidarın meşruluğu üzerinde Ortadoğu’da hakim devlet felsefesine göre belirmiştir. Buna göre, siyasi iktidarı ve onun egemenliğini meşru kılan temel prensip adalettir. Hükümdarın kendi otoritesini temsil edenlere dair halkın şikayetlerini dinlemek ve haksızlıkları ortadan kaldırmak için belli zamanlarda, kendi huzurunda kurulan “yüce dîvan”, bütün Ortadoğu devletlerinde en önemli hükümet organı olarak var olmuştur301. Bu noktadan hareketle, Abbasi ve Selçuklu devletlerinden devralınan yönetim geleneğinin bir sonucu olarak, Osmanlı Devleti’nde Orhan döneminden itibaren dîvan kurulduğu bilinmektedir302. Dîvan’ın Osmanlı Devleti’nde bu kadar erken bir geçmişe sahip olmasında, Abbasi ve Selçuklu mirasının yanında, İslamiyet öncesince var olan kurultay geleneğinin etkisi de düşünülebilir303.

Osmanlı uygulamasında en üst dîvan olan Dîvân-ı Hümâyûn, erken dönemlerde bizzat padişahın başkanlık ettiği, “padişahın dîvanı” olduğu için bu adı almıştır. Bugünkü anlamda Dîvan Bakanlar Kurulu, Danıştay, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi gibi devlet kurumlarının görevlerini yerine getiren önemli bir meclisti. Burada alınan kararlar, Osmanlı hukuk sistemi gereğince kanun sayılmıştır. Ancak alınan kararların veya emirlerin kanun hükmüne girebilmesi için gerekli şartları taşıyıp taşımadığına bakılır, gerekirse şeyhülislama sorulur ve fetva alınırdı. Bu şekliyle Dîvan, Osmanlı Devleti’nin yasama organı gibi çalışmıştır304.

Divân-ı Hümâyûn, devletin her türlü siyasi, askeri, idari ve mali meselelerinin tartışılıp görüşüldüğü bir kurum organ statüsündedir. Padişah tarafından va’zedilen örfî hukuk

299 İNALCIK, Ottoman Empire, s. 61. 1808’de II. Mahmud da kardeşi IV. Mustafa’yı idam ettirmiştir. 300 AKYILMAZ, s. 147.

301 İNALCIK, Osmanlı İmparatorluğu, s. 94.

302 MUMCU Ahmet, Dîvân-ı Hümâyûn, Ankara 1986, s. 22-23; UZUNÇARŞILI İsmail Hakkı, “Osmanlılarda İlk Vezirlere Dair Mütalaa”, Belleten, c. III, sy. 9, Ankara 1939, s. 99

303 MUMCU, Dîvan, s. 15. Erken dönem Osmanlı Devleti’nde Dîvan hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. AKDAĞ, c. 1, s. 309-318.

304 HALAÇOĞLU Yusuf, XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, Ankara 1996, s. 8-9.

kurallarının büyük bir bölümü Divân-ı Hümâyûn’da hazırlanır, ülkeye gelen yabancı elçiler burada kabul edilir, yabancı ülkelerle ilişki kurulması305 veya savaş açılması306 yine burada karara bağlanırdı. Bu konularda karar verme yetkisi son aşamada padişaha ait olmakla birlikte, padişahın kararının şekillenmesinde Divân’da alınan kararlar oldukça belirleyici olmaktaydı. Ayrıca gerekli görülen durumlarda İstanbul’da bulunan elçiler de toplantılara çağrılıp, ihtiyaç duyulan konularda bilgilerine başvurulurdu307.

Divân kararları, padişah tarafından üç şekilde denetlenmiştir. Bunlar, kafes arkasından denetim, arz yolu ile (sözlü) denetim ve telhis yolu ile (yazılı) denetimdir.

Fatih döneminden itibaren Osmanlı padişahları Divân toplantılarına katılmamaya başlamışlardır. Bununla birlikte padişah, zaman zaman Divân toplantılarının yapıldığı divânhanede, veziriazamın oturduğu yerin tam üstünde bulunan “Kasr-ı Adil” adı verilen, kafes gibi sık demir parmaklıklarla örülü bir pencereden toplantıları izlemiştir. Divân üyeleri toplantı sırasında padişahın orada bulunup bulunmadığından emin olamadıkları için her an görüşmelerin padişah tarafından takip edildiği varsayımına dayanarak çok dikkatli davranmışlardır. Toplantılarda hoşuna gitmeyen önemli bir durum söz konusu olduğunda padişah, eliyle kafese vurarak toplantıyı sona erdirmiştir. Böyle bir durumda üyeler salonu terk ederken veziriazam da hesap vermek için padişahın huzuruna çıkmıştır308. Görüldüğü üzere bu uygulama psikolojik açıdan etkili bir denetim yoludur.

Padişahın Divân toplantılarını denetlemesinin ikinci yolu olan arz, bazı toplantı günlerinde, toplantı sonrasında, görüşülen konular hakkında bilgi vermek için divan üyelerinin padişahın huzuruna çıkmasıdır. Bu uygulamaya “arza çıkmak” denmiştir. Arza, sırasıyla önce yeniçeri ağası, ardından kazaskerler ve sonra veziriazam ile vezaret rütbesine sahip diğer üyeler çıkarlardı. Veziriazam yapılan işleri ve alınan kararları padişaha bildirirken diğer vezirler biraz uzakta durup, anlatılanları dinlerler, padişah soru sorarsa cevap verirlerdi. Padişah da Divân’ın aldığı kararları ya uygun gördüğünü bildirir ya da hoşnutsuzluğunu

305 “İmparator Ferenduş’un ölümünden dolayı Âsitâne-i Saâdet’teki (İstanbul) Beç(Viyana) elçisine taziyette

bulunulduğu; şayet iki devlet arasındaki dostluğun ve ahidnamenin Ferenduş zamanında olduğu gibi sürüdürlmesi isteniyorsa bunun bir mektupla gönderilmesi” ne dair Divân-ı Hümâyûn kararını bildirir belge, T.: 972/1564-65, 6 Numaralı Mühime Defteri, No. 20, s. 12-13

306 “Nemçelilerin (Avusturya) Erdel topraklarında barkan ve kastel inşâ etmelerine izin verilmeyip savaşılması;

gerekirse Budin ve Tımışvar Beylerbeyilerinden askeri yardım taleb edilmesi”ne ilişkin Divân-ı Hümâyûn kararını bildirir belge, T.: 972-1664-65, 6 Numaralı Mühime Defteri, No. 31, s. 18-19.

307

CİN/AKYILMAZ, Hukuk Tarihi, s. 129. 308 MUMCU, Divan, s. 136-137.

belirtirdi. Bu durumda padişahın isteğine göre davranılırdı309. Dolayısıyla padişah Divan kararları ile bağlı olmamıştır.

Divân toplantılarının padişah tarafından denetlenmesinin son yolu ise yazılı denetim olarak adlandırılabilecek telhis yoludur. Telhis, Arapça bir kelime olup, sözlük anlamı itibariyle özetledi, kısalttı, açıkladı gibi anlamlara gelmektedir. Terim olarak ise telhis, Osmanlı resmi yazışma sisteminde, devlet yönetimine ilişkin en ayrıntılı meselelerin sadrazam tarafından padişaha anahatları ile özetlenerek arzedildiği belgelere denmektedir. Başka bir deyişle telhis, hükümdarın onaylamasına ihtiyaç gösteren hususlara ait veziriazam arzıdır310. Dîvan-ı Hümâyûn’da görüşülen önemli konuların kesinlik kazanabilmesi için mutlaka padişahın onayının alınması gereklidir. Bu da telhis yoluyla mümkündür. Telhiste veziriazam ilgili mesele hakkında Dîvân-ı Hümâyûn’da alınan kararı ve kendi görüşünü açıklayarak aynı konuda padişahın fikrini sormuştur. Padişah da telhisin üst kısmına kendi mütalaasını yazmıştır. Eğer padişah olumlu görüş bildirirse Dîvân’da alına karar kesinlik kazanmış, uygun görmemişse karar geçersiz olmuştur311.

Dîvânın yasama fonksiyonu ile ilgili olarak dikkat çekici nokta, belirli bir karar hakkında gerektiğinde şeyhülislama başvurulup fetva alınması konusudur. Şeyhülislam, Osmanlı bürokrasisi içerisinde ilmiye sınıfının başı olmakla birlikte, Dîvân-ı Hümâyûn’un üyesi312 değildir313. Osmanlı Devletinde siyasi iktidar-din ilişkileri düzeni içerisinde, Osmanlı

309 UZUNÇARŞILI, Merkez, s. 30-35; MUMCU, Divan, s. 131-133; CİN/AKYILMAZ, Hukuk Tarihi, s. 132. 310 AKYILMAZ Gül, “Bir Telhis Örneği”, SÜHFD, sy. 1-2, c. 6, Konya 1998, s. 99.

311 Padişah, “ihsân-ı hümâyûnum olmuştur”, “mucibince amel eyleyesin”, “izn-i hümâyûnum olmuştur”,

“mâlûm oldu”, “verilsün”, “zemânı değildür”, “öyle edesün” gibi ifadelerle düşüncesini belirtmiştir. AKYILMAZ Gül, Osmanlı Diplomasi Tarihi ve Teşkilatı, Konya 2000, s. 88. 1238 tarihinde sürüldüğü yerde fesatlık yapmaya devam eden (eski vekil) reisülküttab Halet Efendi’nin mallarının müsaderesi ve idamı için veziriazamın II. Mahmud’a sunduğu telhise padişahın cevabı şöyledir: “Benim vezirim, işte

bunun hayatta kalması gerek şimdi gerek âtîde gûne mazarratı olub mâzallah bir gâile-i azîmenin hudusuna yeni baştan sebep olacağı mahalli şübhe değildir. Her sene vakitler uzamaksızın bu bir takım havadisatı güna günun inkıta için tertib-i ceza için gayet hafî olarak emri ısdar olunup bir mutemed, vefalı, aşina ve elinden iş gelür bir mübaşir tayin olunsun. Lekme izi bellü olmayarak bir çare mülahaza olunsun. Madem ki bu hayatta ne dürlü tedbir olunsa her birinde bir güna mahzur hatıra gelür tamam-ı hakkaniyet üzere mülahaza itmişsüz mahsuz oldum. Rabbim sühuletle icrasını ihsan eyleye”, BOA, HHT, No: 24324, T. Ra/1238/1823, naklen, AKYILMAZ, Diplomasi, s. 78, dipnot 92. Bir başka örnekte ise ise III. Selim, veziriazam tarafından Avni Efendi’nin büyük tezkireciliğe atanması ile ilgili olarak gönderilen telhisin üst tarafına görüşünü şu şekilde belirtmiştir: “Benim vezirim İbrahim Avni Efendi’yi eyidesin”, BOA, HHT, No. 12466, T. 1214/1798, naklen, AKYILMAZ, “Telhis”, s. 102, dipnot 17.

312 Fatih dönemine kadar Osmanlı padişahları Dîvân-ı Hümâyûn toplantılarına katılarak başkanlık etmiştir. Bu dönemden itibaren hükümdarın otoritesi arttıkça padişahlar dîvan toplantılarına seyrek katılır olmuşlar, Kanuni devrinden itibaren ise hiç katılmamışlar, toplantının yapıldığı salona bakan bir kafes arkasından toplantıyı izlemişlerdir. Dolayısıyla toplantıya başkanlık etme görevi kesin olarak veziriazama ait olmuştur. Veziriazamın başkanlığında, Dîvan’ın diğer asli üyeleri kubbealtı vezirleri, nişancı, kazaskerler, defterdarlar ve Rumeli Beylerbeyi’dir. Kaptan-ı Derya ve Yeniçeri Ağası vezirlik rütbesine sahipseler üye sıfatıyla

hukuk sisteminin İslam hukuku esasına dayandığı göz önünde bulundurulursa bu konu oldukça önemlidir. Konu ile ilgili ileride bilgi verileceği için burada üzerinde durulmayacaktır.

Osmanlı Devleti gibi, özellikle klasik dönemde, mutlak monraşinin hakim olduğu bir devlet sistemi içerisinde, önemli devlet meselelerinin, bizzat padişahın egemenlik gücünü temsil eden üyelerden oluşan bir organda görüşülüp karara bağlanması, tez konumuz bakımından önemlidir. Çünkü, bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nde siyasi iktidarın ve egemenliğin tartışılmaz sahibi padişahtır. Dolayısıyla, mutlak bir monark görünümünde olan padişahın, en önemli devlet meselelerini bizzat çözümlemek yerine, Dîvân-ı Hümâyûn gibi bir kurumun istişaresini aldıktan sonra karar vermesi dikkat çekicidir. Osmanlı siyasi iktidarının kanaatimizce çok katı bir monarşi sergilemediği, aksine, devlet yönetiminde farklı düşünce ve görüşlerin siyasi iktidar tarafından dikkate alınabildiği görülmektedir. Siyasi iktidar, yönetilenler ve meşruluk ilişkisinde bu uygulamanın olumlu bir etki yapabileceğini söylemek kanaatimizce çok iddialı bir yaklaşım olarak görülmemelidir.

Devletin büyümesine ve kurumlaşmasına paralel olarak Dîvân-ı Hümâyûn da gelişmesini sürdürmüş, özellikle I. Murad döneminde vezir sayısının artması ve veziriazamlık makamının ihdasıyla, hızla büyüyerek bürokratik yapısı oluşmaya başlamıştır. II. Murad döneminde üyelerinin büyük bölümü ortaya çıkmakla birlikte Dîvan, asıl kurumlaşmasını Fatih döneminde gerçekleştirmiştir. Kanuni devrinde en mükemmel haline ulaşan Dîvan, XVII. yüzyılın ortalarına kadar önemini ve fonksiyonlarını korumaya devam etmiştir314. XVII. yüzyılın ortalarından itibaren, veziriazamın dîvanı olan İkindi Dîvanı zamanla önem kazanarak Dîvân-ı Hümâyûn’un yetkilerini üzerine almaya başladıkça, Dîvân-ı Hümâyûn bozularak yozlaşma sürecine girmiştir. XIX. Yüzyıla gelindiğinde Dîvân-ı Hümâyûn sadece elçilerin ağırlanması ve ulufe dağıtımı gibi seramonik uygulamalar için toplanan, sembolik bir yapıya bürünmüştür315. Dîvan’ın bu derece önemsiz hale gelişi, Osmanlı Devleti’nin Dîvan toplantılarına katılabilmişlerdir. MUMCU, Dîvan, s. 41-42; HALAÇOĞLU, s. 10 vd.; CİN/AKYILMAZ, Hukuk Tarihi, s. 126 vd.

313 Dîvân-ı Hümâyûn üyeleri arasında şeyhülislamın bulunmamasının çeşitli sebepleri vardır. Bunlardan ilki, Dîvân-ı Hümâyûn’un kurumlaştığı sıralarda henüz müftîden şeyhülislama geçiş olmamıştır. İkincisi, şeyhülislamların yargı fonksiyonu olmaması ve Dîvân-ı Hümâyûnda kazaskerler hazır bulunup, dava dinledikleri için kendilerine ihtiyaç duyulmamasıdır. Üçüncüsü de Osmanlı Devleti’nin dini kanadını temsil eden şeyhülislamın, devleti temsil eden veziriazamın hareket serbestisini sınırlayabileceği düşüncesidir. MUMCU, Dîvan, s. 56-57.

314 AHISKALI Recep, “Dîvân-ı Hümâyûn Teşkilatı”, Osmanlı, c. 6, Ankara 1999, s. 24 vd.; MUMCU, Dîvan, s. 21 vd.

gerilemesinin kurumsal yapıdaki önemli bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Bununla birlikte, kurumsal kimliğini ve fonksiyonunu büyük ölçüde yitirmiş olduğu dönemde bile özellikle elçi kabulleri için toplanması ilgi çekicidir. Kabul edilen yabancı elçilere bir ihtişam ve teşrifat gösterisi için toplandığı düşünülecek olursa Dîvan’ın Osmanlı siyasi iktidarının önemli bir sembolü olarak değerlendirilmesi yanlış bir kanaat olmamalıdır.

Fonksiyonel açıdan Dîvân-ı Hümâyûn, devletin en üst yasama, yürütme ve yargı yetkisini üzerinde taşıyan ve bu alanlarda gerekli olan tüm faaliyetleri yürüten bir kurumdur. Ancak konumuz açısından burada özellikle vurgulanması gereken nokta, Dîvan’ın yargı yetkisi, “adalet dağıtma” fonksiyonudur.

Adalet kavramı, gerek İslamiyet öncesi Türk devlet anlayışında gerek İslam devletlerinde hissedilir ölçüde önem verilen bir ilke olmuştur. Kutadgu Bilig, adalet ilkesinin önemini yansıtan pek çok örnekle doludur. Eserin (günümüz Türkçesine uyarlanmış haline göre) XVII. ve XVIII. babları hükümdar “Kün-Toğdı” ile vezir “Ay-Toldı”nın adalet kavramına ilişkin konuşmalarına ayrılmıştır. Yusuf Has Hacîb’in, devlet idaresinde adalete baş rolü tanıdığı bu eserde Hükümdar Kün-Toğdı adaleti temsil etmektedir. (Kün-Toğdı:) “Bak, bu üzerinde oturduğum tahtın üç ayağı vardır;…üç ayak üzerinde olan hiçbir şey bir tarafa meyletmez; her üçü düz durdukça taht sallanmaz” (b. 801-802)“Ben işleri doğruluk ile hallederim; insanları, bey veya kul olarak ayırmam” (b. 809),”Ben işleri bıçak gibi keser, atarım; hak arayan kimsenin işini uzatmam” (b. 811), “…o zulme uğrayarak, benim kapıma gelen ve adaleti bende bulan insan…benden şeker gibi tatlı tatlı ayrılır; sevinir ve yüzü güler” (b. 812-813), “İster oğlum, ister yakınım veya hısmım olsun; ister yolcu, ister geçici, misafir olsun; Kanun karşısında benim için bunların hepsi birdir; hüküm verirken, hiçbiri beni farklı bulmaz” (b. 817-818) “Beyliğin temeli adalet (doğruluk) yoludur…” (b. 821)316.

Bu ifadeler, eski Türk devlet anlayışı ve geleneğinde adalet ilkesine ne denli önem taşıdığını göstermek bakımından ilgi çekicidir. Bununla birlikte, asıl dikkat çekici nokta henüz XI. Yüzyılda, daha çok edebî yönü ağır basan bir eserde “kanun önünde eşitlik” prensibinin vurgulanmış olmasıdır. Söz konusu dönem itibariyle Batı’da henüz bu düşüncenin hiçbir şekilde görülmediği bir gerçektir. O halde, Türk-İslam devlet ve yönetim anlayışında adalet ve kanun karşısında eşitlik prensibinin bu kadar erken bir dönemde, edebî eserlerde bile böylesine açık olarak ifade edilmesi, siyasi iktidar ve meşruluk bağlamında Doğu toplumlarının Batı’dan çok daha ileride olduğunu göstermektedir.

İslam devletlerinde de adalet anlayışı devletin temelini oluşturmaktadır. Hükümdarın mutlak otoritesine dayalı İslam devlet sisteminde otorite sahibi, kuvvetlinin zayıfa karşı zulmünü ve yolsuzluklarını önlemek ile yükümlüdür. Dolayısıyla adalet, hükümdarın en önemli, geciktirilemez ve ihmal edilemez görevidir. Abbâsî, Sâsânî ve Büyük Selçuklu devletlerinde büyük divan kurulması ve hükümdarın bizzat tebaanın şikayetlerini dinleyerek hüküm vermesi bu aslî görevin yerine getirilmesi içindir. “Divân-ı Mezâlim”, “Dârü’l Adl” veya “Dîvân-ı Âlî” adlarıyla anılan bu divana istisnasız herkes gelip bizzat hükümdara şikayetlerini sunabilmiştir317.

İslam devlet geleneğinde adaletin sağlanması, zulmün ve haksızlıkların önlenmesi ve tebaanın kamu görevlilerinin muhtemel zulüm ve baskılarına karşı korunması için “adaletnâme” yayınlamak şeklinde bir uygulama söz konusu olmuştur. “Adaletnâme” yayınlamak, hükümdarın, ülkesinde adaleti kurmak için başvurduğu başlıca önlemlerden birisidir. Burada adalet kavramı, otorite sahibi olanların reayayı, kuvvetlilerin zayıfı ezmesini önlemek şeklinde anlaşılmaktadır318.

“Adaletnâmeler”, devlet otoritesini temsil edenlerin, reayaya karşı bu otoriteyi kötüye kullanmalarını, kanun, hak ve adalete aykırı tutumlarını, olağanüstü tedbirlerle yasaklayan beyannâme şeklinde bir padişah hükmüdür319. Osmanlılardan önce varolan bir geleneğin devamı olarak görünen adaletnâmeler, Türk-İslam devlet anlayışında da önemli bir yer tutmuştur. Osmanlılardan önce hükümdarlar, bir takım haksızlıkların ve özellikle haksız vergilerin kaldırıldığını ilan eden hükümler çıkarmışlar ve bu hükümleri halkın rahatlıkla görebileceği büyük camilerin duvarlarına veya şehirlerin giriş kapılarına kitabe halinde asmışlardır. Buradaki temel amaç, bölgedeki otorite sahiplerine karşı tebaanın sahipsiz olmadığı mesajının verilmesi, ilgili otoritenin halka yönelik zulüm ve baskıdan uzak durması için bir uyarıdır. Osmanlı devlet geleneğinde bu uygulama aynen devam etmiştir. “Adaletnâme”, yaygın bir hal alan bir takım haksızlıkları padişahın yasakladığını halka ve kamu görevlilerine bildiren bir genel beyannameden başka bir şey değildir. Söz konusu başlıca haksızlıklar ise reayadan kanuna aykırı olarak toplanan vergilerdir. Sonuç olarak adaletnâmenin amacı, Şeriat’e, kanuna ve padişahın emirlerine aykırı bir takım “bid’ât”leri

317 İNALCIK Halil, “Kutadgu Bilig’de Türk ve İran Siyaset Nazariye ve Gelenekleri”, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet, İstanbul 2000, s. 17.

318

İNALCIK Halil, “Adaletnâmeler”, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet, İstanbul 2000, s. 77-78. 319 İNALCIK, “Adaletnâmeler”, s. 75.

(batıl, kanunsuz uygulamaları) tamamen ortadan kaldırıp, bölgenin asayişini temin etmek, reayanın huzur ve güvenliğini sağlayıp güvenini kazanmaktır320.

Osmanlı padişahının adaletnameler yoluyla kendi görevlilerine bir çeşit uyarıda bulunması, yönetilenlerin siyasi iktidara olan sadakat ve güvenlerini kuşkusuz artıracak bir uygulamadır. Kamu görevlileri ya da bölgesel otoritelerin tebaaya karşı girişecekleri her türlü haksız uygulamaya karşı, padişahın yayınladığı adaletnâmelerle bir anlamda tedbir alınmaya çalışılmıştır. Bununla birlikte tebaa, kamu görevlileriyle ilgili şikayet ve taleplerini bizzat Divan-ı Hümâyûn’a veya veziriazamın divanlarına iletebilmiştir. Devletin en üst yargı yetkisini elinde tutan Divân-ı Hümâyûn ve diğer divanların arşivlerinde bu tip uygulamalara yönelik sayısız karar mevcuttur321.

Türk-İslam devlet anlayışı ve geleneğinin önemli bir kurumu olan Dîvan, Osmanlı uygulamasında “adalet dağıtma” fonksiyonunu yargı yetkisi ile yerine getirmiştir. Dîvan’ın yargı yetkisi konusunda ikili bir ayrım söz konusudur. Öncelikle Dîvan, kendisine yapılan her türlü şikayet ve başvuruları bir ilk derece mahkemesi gibi inceleyip karara bağlayabilir. Bu uygulama, Osmanlı tebaasının “devletten adalet isteme hakkı”nı, devletin en yüksek kuruluna yönelik olarak, doğrudan kullanmasını ifade etmektedir. Dîvân-ı Hümâyûn’a yapılan başvurular Sultan orada daima hazır bulunduğu inancıyla, doğrudan doğruya sultana yapılmış başvurular sayılır. Dîvan-ı Hümâyûn’a dolayısıyla hükümdara doğrudan başvurabilme şu sebepten önemlidir: Hükümdar, Tanrı’dan başka kimseye karşı sorumlu olmayan tek otorite olarak, haksızlığı giderebilecek en yüksek otoritedir. O, kendisinin otoritesini temsil edenlerin hepsinin üzerindedir ve onların yaptıkları kötüye kullanmaları ancak O ortadan kaldırabilir. Bu çerçevede hükümdar, adaletin son başvuru yeridir. Dolayısıyla, adaletin yerini bulması için toplumdaki herkes, ister birey olarak, ister toplu halde hükümdara şikayetini

320 İNALCIK, “Adaletnâmeler”, s. 78. Yasaklanan bid’âtler hakkında en eski vesikalardan biri I. Süleyman’a atfolunan Kânunnâme’dir. …Burada yasaklanan bid’âtler arasında Konya şehri ve Karaman vilayetine ait şu bid’âtler konumuz bakımından dikkate değer: “1) Konya’da vali olan şehzadelerin (çelebi sultanların)

kapı-halkının veya Karaman ve Hamid sipahilerinin, şehir halkının evlerine konuk olarak inmeleri; 2) Suçludan nakit para cezası (cerîme) alındıktan sonra subaşı ve aseslerin ayrıca cerîme almaları; 3) Vali olan şehzadeler tarafından haraç toplmaya gönderilen kullar, yahut dolaşan sipahilerin reayadan ücretsiz yem ve yemek almaları; 4) Vali şehzadelerin kullarının, kadının bilgisi ve hükmü olmadan cerîme almaları; 5) Hâs topraklarına ait hububat satılmadan halkın hububatını satmağa izin vermezlermiş, yasaklanması; Konya’da bulunan bütün bid’âtler Kanûn-ı Osmânî’ye aykırı görülerek kaldırılmıştır.”, İNALCIK, “Adaletnâmeler”, s. 83.

321 “… Rodosta Sultan Süleyman evkafı reayası cizye ve avarız ve saireyi verip kusurları yok iken İstanbul’dan

ve gayridan gelip geçen ulak… ve sair iş erleri… ayan-ı vilayetten bazıları bu reayadan … bahaneler ile akçe alıp gadrettiklerinden…”, BOA, Fekete, 1159, A. DVN, T.: 1084/1673-74, naklen, MUMCU Ahmet, Osmanlı Hukukunda Zulüm Kavramı, Ankara 1972, s. 17, dipnot 54.

iletebilmelidir322. Türk devlet geleneğinin önemli prensipleri olan “adaletle hükmetme” ve “halka adil davranma”, Osmanlı Devleti’nin yönetim felsefesinin de temeli olmuştur. Dîvân-ı Hümâyûn, bu ilkelerin hayata geçirilmesinde çok önemli rol oynamıştır. Osmanlı tebaasından olan herkes, din, dil, ırk ve cinsiyet farkı gözetilmeksizin Dîvan’ı Hümâyûn’dan adalet talep etme hakkına sahiptir. Ayrıca bu hak sadece Dîvân-ı Hümâyûn için değil, veziriazamın başkanlık ettiği dîvanlar için de geçerlidir323.

Osmanlı Devleti’nde padişahın dîvanı olan Dîvan-ı Hümâyûn’un yanında, veziriazamın kendi çalışma dîvanları da vardır. Bunlar, İkindi Dîvanı, Cuma Dîvanı ve Çarşamba Dîvanı’dır324.

İkindi Dîvanı, Dîvân-ı Hümâyûn’da görüşülmesine gerek olmayan, ikinci derecede öneme sahip meselelere bakılan bir dîvandır. Bu dîvanda da tıpkı Dîvân-ı Hümâyûn’da olduğu gibi Şer’î ve Örfî davalara bakılır, tebaanın adalet taleplerine cevap verilirdi325.

Cuma Dîvanı ise Rumeli ve Anadolu Kazaskerlerinin katıldığı, Şer’î ve örfî davaların dinlendiği bir dîvandır. Davaların Dîvan-ı Hümâyûn’daki usule göre bakıldığı bu dîvana “Huzur Mürafaası” da denmiştir326.

322 İNALCIK Halil, “Şikayet Hakkı: Arz-i Hâl ve Arz-i Mahzar’lar”, Osmanlı Araştırmaları, VII-VIII, İstanbul