• Sonuç bulunamadı

Dini Temellere İlişkin Teoriler

A. DİNSEL TEMELLER

1. Dini Temellere İlişkin Teoriler

Dinin yüzyıllarca iktidarın kaynağı ve meşruiyetinin dayanağı olarak görülmesi bu alanda teokratik (dini) teorilerin ortaya atılması sonucunu doğurmuştur.

Teokratik teorilerin ortak yönleri, iktidarın meşruluğunu Tanrı’ya dayandırmalarıdır74. Tanrının iktidarı belirlemesi bakımından teokratik görüşler ikiye ayrılmaktadır. Bunlardan ilki, egemenliğin halka ya da millete ait olması görüşü ile bağdaştırılmasına imkan bulunmayan “Tabiatüstü İlahi Hukuk Teorisi”, diğeri ise iktidarın asli sahibinin Tanrı olduğu ilkesinin yanında kısmen halka (veya millete) ait olduğu görüşünü ileri süren “Providansiyel (Mukadder) İlahi Hukuk Teorisi”dir.

a. Tabiatüstü İlahi Hukuk Teorisi

Bu anlayışa göre Tanrı, bir yandan toplumları başlarında bir otorite olmaksızın yaşayamayacakları şekilde yaratmış, bir yandan da otoriteyi75 kimin kullanacağını belirlemiştir. Bu durumda, belli bir ülkede ve toplumda, belli bir kişi ya da hanedana iktidarı

73 FROMM Erich, Psikanaliz ve Din (çev. Aydın Arıtan), İstanbul 1982, s. 55-56.

74 ÖZÇELİK Selçuk, Anayasa Hukuku 1 (Umumi Esaslar), İstanbul 1984, s. 56; TEZİÇ, s. 87; ÖZTEKİN, s. 14.

veren, bir ilahi güç, yani “Tanrı”dır. İktidarın asıl sahibi Tanrı olmakla birlikte onu kullanan, Tanrı tarafından seçilen kişi veya sülaledir76.

Söz konusu teoride, siyasi iktidarın kaynağı tabiatüstü, ilahi ve dini temellere dayandırılmıştır. Dünyevi iktidar ile manevi iktidar, siyasi yapı içerisinde sürekli beraber varolmuşlardır. O kadar ki, suç ve günah, itaat ve ibadet kavramları birbirinden ayrılmamış, iktidara itaat edip rıza göstermek dini bir zorunluluk sayılmıştır. Hatta siyasi iktidarı elinde bulunduran kişilere “Tanrı-Kral” adı verilmiştir. Örneğin Eski Mısır’da Firavunlar Tanrı Osiris’in oğulları olarak ilan edilmiştir. Bu yolla Firavun, sadece Tanrı’nın oğlu değil, aynı zamanda Tanrı’nın yeryüzünde insanları yönetmek için görevlendirdiği kişidir. Firavun’a itaat etmek sadece siyasi bir yükümlülük değil, aynı zamanda dini bir ibadettir77. Bu gelenek doğu medeniyetlerinde de yer almıştır. Çin imparatoru “Göklerin Oğlu”, Türk hakanı ise “Gök Tengri’nin kut verdiği kişi”dir78.

“Tabiatüstü İlahi Otorite” başlığı altında, antik mitolojilerin iktidarın meşruluğuna etkileri konusuna değinmek kanaatimizce yararlı olacaktır.

Dinler gibi mitolojiler de en eski ve güçlü meşruiyet dayanaklarıdır. Bir anlamda mitolojiler siyasi iktidarların ideolojileridir. Masal, destan, Tanrıların hikayeleri, önemli cenaze ve kurban törenleri gibi mitolojik ritüellerin, doğuştan itibaren insanlara geçmiş ve geleceğe ilişkin ortak bir duygu ve düşünce birliği oluşturmak konusunda çok etkili araçlar olduğu söylenebilir. Ritüel mitosları79 aracılığıyla toplumda bir erk yaratılarak ortak bir geçmiş ve gelecek duygusu topluma yayılır. Kuruluş mitosları vasıtasıyla topluma bir “ilk sebep ve ilk ilke” misyonu sağlanır. Kült mitosları ile toplumsal kurtuluş, yeniden doğuş, hakim bir güç olunması gerektiği gibi inançlar kuvvetlendirilmeye gayret edilir. Prestij mitosları aracılığıyla, toplumun saygı duyacağı ve örnek alacağı kahramanlık destanları uydurularak ortak bir duygu ve misyon yaratılır. Kıyamet mitosları ile toplumu kötü günlerin beklediği, toplumun bir düşman istilasıyla yok olacağı şeklinde tehditler ileri sürülerek, yönetilenlerin eldekine rıza göstermesi salık verilir. Böylece mitolojiler, toplumsal uyum ve

76 TEZİÇ, s. 89-90; ÖZTEKİN, s. 14; BALI, s. 95.

77 OKTAY Cemil, Siyaset Bilimi İncelemeleri, İstanbul 2003, s. 13; ÇETİN, s. 48; ÖZTEKİN, s. 14.

78 ÇETİN, s. 49. “İslamiyet öncesi Türk Devletlerinde devletin başında bulunan ve Kağan, Han, Hakan, Tengri, Kut gibi isimlerle anılan kişiye Tanrı tarafından siyasihakimiyetin (kut) verildiği kabul edilmiştir. Halk da bu inancı paylaşmıştır…”, CİN/AKYILMAZ, Hukuk Tarihi, s. 37. Konu hakkında ayrıntılı bilgi için ayrıca bkz., AKYILMAZ Gül, “Osmanlı Devleti’nde Egemenlik Kavramının Gelişimi”, SÜHFD, c. 7, sy. 1-2, Konya 1999, s. 129-159.

79 Mitos, olağanüstü kahramanlıkları ve doğaüstü güçleri anlatan hayal ürünü sözlerdir. HANÇERLİOĞLU Orhan, Felsefe Sözlüğü, İstanbul 1999, s. 266.

düzenin korunması, siyasi iktidara itaatin sürdürülmesi için güçlü bir araç olarak kullanılmaktadır. Mitolojiler aracılığıyla, bir üst kutsanmışlıklar alanı yaratılarak var olan duruma yönelik rıza güçlendirilmektedir. Aynı şekilde bir kader ve talih inancı ile tüm toplumun zihinsel olarak birbirini tamamlaması ve bütünleşmesi, ortak bir bağlılık dünyası yaratılmaktadır. Hiçbir mantığa ve sürekliliğe dayanmamalarına rağmen, tüm mantıkî konular mitolojinin içinde ve onun aracılığıyla yeniden oluşturulmakta, tüm mantık dışı olgular ise bir mantıkî gerekçeye kavuşturulmaktadır. Özetle, mitolojiler aracılığıyla her şeyin her şey olması mümkündür80.

Mitoloji, şeylerin niçin o şeyler olduğunu açıklayan sosyal teorilerdir. Topluma, ritüeller aracılığıyla bir toplumsal yapının, bir düzen veya kahramanın etrafında kenetlenmesini, siyasi iktidarın gücünü kullanmasının bir hak olduğunu anlatırlar. Ayrıca mitoloji, bir toplumda kültürün yapmış olduğu tüm görevleri üstlenir ve insanlara ne için yaşayıp ne için ölmeleri gerektiğini bildirir. Sonuç olarak siyasi iktidar, mitoloji kanalıyla insanları kendine bağlayan gerekçelerini güçlendirmiş olur81.

b. Providansiyel İlahi Hukuk Teorisi

Bu görüşe göre de iktidarın kaynağı ilahidir. Ancak iktidarı kullanan hükümdar ya da hanedan, doğrudan Tanrı tarafından seçilmemiştir. Tanrı, doğal ve insani olayları, üstün iradesi ile yönlendirir. Siyasi iktidarın meşruluğu, onu kullanan hükümdarın Tanrı’nın emriyle seçilmiş olmasından değil, Tanrı’nın eseri olan toplum düzeninin, doğal ve temel kanunlara

80 ÇETİN, s. 51.

81 ÇETİN, s. 51. Mitoloji, iktidar ve meşruluk bağlamında Protagoras (İ.Ö. 480-410) mitosu oldukça ilgi çekicidir: Protagoras, “devlet, siyaset bilgisinin bazı insanlarda mı yoksa tüm insanlarda mı bulunduğu” yolundaki bir soruyu, “bunu en iyisi, daha kolay anlamanız için, bir mitos yardımı ile anlatayım” diye yanıtlamaya başlar (mitoslara inandığından değil, onları düşüncelerini daha kolaylıkla anlatmaya yarayacak bir mesel olarak kullanmak istediğinden böyle anlatmaktadır): “Canlılar yaratıldıktan sonra, onları

donatma işi iki kardeş tanrıya, Prometheus ile Epimetheus’a verilir. Epimetheus, doğaya ve birbirlerine karşı korunmaları için hayvanlara bol keseden post, diş, tırnak dağıtmaya başlar. Sıra insana gelince, ona verecek hiçbir şeyinin kalmadığını dehşetle görür. Çıplak, yumuşak insan, eli önünde acıklı bir durumda bakınıp durmaktadır. Prometheus yetişir insanın yardımına, Olympos’a çıkıp tanrılardan ateşi (ve ateşin yardımıyla yapılan araçları, dolayısıyla zanaatları) çalarak insana verir; hayvanlardan korunması, kendini donatması için. Böylece insanlar kendilerini, öteki hayvanlardan ve doğadan koruyabilecek duruma gelirler. Ama o zaman insanlar daha devlet bilgisine sahip olmadıkları için kendilerini birbirlerinin saldırılarından koruyamazlar. Öyle ki bu yüzden neredeyse yok olup gideceklerdir. Olympos’tan ateşi çalan Prometheus’a fena biçimde kızmış ve bilindiği biçimde cezalandırmış (Prometheus’un cezası ağırdır: Gece bir kartal karaciğerini yemekte ve bu ceza her gün tekrarlanmaktadır) olmakla birlikte Zeus, insanların bu durumuna acır; yok olup gitmelerine gönlü razı olmaz ve birbirlerini yiyip bitirmesinler diye, Hermes ile insanlara “devlet” bilgisini gönderir. Hermes bu bilgiyi, belli zanaatların belli kimselere verilmesi gibi, bazı kimselere mi vereceğini yoksa herkese mi dağıtacağını sorar. Zeus, onu tüm insanlara dağıtmasını söyler.” Bu mitos ile Protagoras, devlet bilgisinin belirli bir sınıfta değil, tüm vatandaşlarda bulunması gerektiğini belirterek, demokratik bir politika anlayışını dile getirmektedir. ŞENEL Alaeddin, Siyasi Düşünceler Tarihi, Ankara 1999, s. 131-132.

dayanmasındandır82. Teorinin Hıristiyan ve İslam anlayışı çerçevelerinde ayrı ayrı değerlendirilmesi faydalı olacaktır.

aa. Kilise (Hıristiyan) Anlayışı

Kiliseye göre, otoritenin sadece kaynağı, temeli Tanrı’dadır, kullanımı ise insanidir. Başka bir deyişle, iktidarın kaynağı yine ilahi olmakla birlikte, bu iktidarı yeryüzünde kullanacak kişi ya da kişileri insanlar seçmektedir83. Tanrı, insanların başlarında bir otorite bulunmaksızın yaşamamalarını emretmekle birlikte, bunun şeklini kendilerine bırakmıştır. Buradan çıkan sonuç, kilise anlayışının herhangi bir hükümet şekline üstünlük tanımadığıdır. Dolayısıyla, zamanın şartları ve özellikleri sonucunda ortaya çıkacak iktidarlar için bir tek meşruiyet ölçüsü vardır ve bu “ortak fayda”dır84. Bu demektir ki sosyal olayların seyri, topluma hükmedecek iktidarın şeklini belirler. Bu bağlamda, dini inanışların ve ritüellerin baskın olduğu bir toplumda, bu tür hassasiyetleri olmayan bir siyasi iktidarın meşru olması veya sonradan meşruluk kazanabilmesi çok mümkün görünmemektedir.

Kilise anlayışının bir başka özelliği de insanı bir süje olarak görmesi ve ona bir takım haklar tanımasının yanında, siyasi iktidara sadece kişisel nitelikleri dolayısıyla değil, ilahi otoritenin bir gölgesi olduğu için itaat edilmesi gerektiğini kabul etmesidir. Buna göre iktidar, tanrı buyrukları doğrultusunda hareket etmekte, bunun doğal sonucu olarak da yöneten ile itaat eden arasında bir ast-üst ilişkisinden çok Tanrı buyruğuna birlikte boyun eğen kullar olmaları önem kazanmaktadır. İşte bu doğrultuda, kilise doktrini iktidarın egemenliğine sınırlar koymaktadır. Çünkü Tanrı onlara bu iktidarlarını ancak toplumsal faydayı sağlamak amacıyla, bir araç olarak vermiştir. Buradan çıkan sonuç ise bu anlayışın, toplumsal faydayı sağlayabilmek için, iktidarı kullanma yolunun halkın rızasıyla, oyuyla açılmasının kabul edilebileceğidir85.

Ortaçağ siyasi düzeninin en belirgin sosyal organizasyonu olan feodalitede86, bütün ilişkilerin ve çatışmaların çerçevesini ve her şeyin meşruiyet kaynağını oluşturan, tek, bütün ve bölünmez bir Hıristiyanlık inancı vardır. Buna bağlı olarak, papalığın dini alanda “evrensel nüfuz” iddiası; kral ve kilise arasında Hıristiyan dünyası ve toplumu üzerinde üstünlük

82 TEZİÇ, s. 91.

83 ÖZÇELİK, s. 61; BALI, s. 96.

84 YAYLA Yıldızhan, Anayasa Hukuku Ders Notları, İstanbul 1986, s. 56. 85 YAYLA, s. 57.

86 Avrupa feodalizmi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. CİN Halil/AKYILMAZ Gül, Tarihte Toplum ve Yönetim Tarzı Olarak Feodalite ve Osmanlı Düzeni, Konya 1995.

mücadelesi hep var olmuştur. Feodal yapılanmada iktidarların meşruluğu, Hıristiyan toplumunun temelini oluşturan ilahi buyruklarla ya da kilise doktrini ile açıklanırdı. Bu yapılanma içerisinde bir takım ayrışmalar söz konusudur. Bunlardan ilki, yöneten-yönetilen ayrımıdır. İkinci ayrışma, yöneten kesim içerisinde; şövalyeler-soylular-rahipler kesimi arasındadır. Ortaçağ Avrupası’nda bu bölünmeler toplumsal tabakaların işbölümü esasına göre farklılaşmasını ifade etmektedir. Kilise bu bölünmeyi Tanrı iradesinin yansıması olarak meşrulaştırmaktadır. Feodal yapılanmanın en önemli parçası olan kilise, diğer otoritelerden daha güçlü, daha yaygın, daha eski ve daha süreklidir. Ayrıca, elindeki ilahi misyonla, toplumun her alanına el atıp, eğitimden vergiye her türlü sosyal ilişkiye müdahale etmektedir. Dolayısıyla kilise, tüm dünyevi iktidarların Tanrıya boyun eğmesi gerektiğini ve ona dayandığını savunur. Bu yüzden Papa, tek egemenlik merkezi olarak kabul edilir ve krala bağımlı bir konumda olması asla düşünülemezdi87.

Kilisenin feodal beyler, başka bir ifadeyle dünyevi iktidarlar üzerindeki bu yoğun baskısı zamanla azalmıştır. Papalığın otoritesine karşı direnecek gücü kendilerinde bulan feodal krallıklar, Ortaçağın sonlarından itibaren ulusal devletleriyle birlikte kendi “ulusal kilise”lerini de kurmaya yönelmişlerdir. Burada amaç, evrensel ve sürekli kendi üzerlerinde bir baskı unsuru olarak gördükleri bir kiliseye tabi olmaktansa, kiliseyi kendi sınırları içinde örgütleyip denetimleri altına almak olmuştur. Bunun gerçekleşmesinin ön şartı ise merkezi otoritenin güçlendirilmesi, ulusal gücün tek bir merkezde toplanması şeklinde karşımıza çıkmıştır88.

Merkezi krallıkların güçlenmeleri ancak yönetilenler üzerinde güçlerinden başka meşruluk temellerinin bulunmaması, iktidarlarının sürekliliğini engellememiştir. Burada sahneye yine “din” çıkmış, “Omnis Potestas a Deo” (Bütün iktidarların kaynağı Tanrı’dır) ifadesiyle, dünyevi iktidar hakkını kiliseye verirken, yine aynı sözle, kralların dünyevi iktidarını meşrulaştırmıştır. Güç, iktidarın meşruluğu için yetmemiştir. Bu yüzden krallar da iktidarlarını bir takım dini sembol ve ritüellerle bezeyerek kaynağının Tanrı olduğu görüntüsünü sergilemeye çalışmışlardır. Din adamları huzurunda taç giyme, takdis edilme, dini yemin etme gibi bazı sembolik davranışlar ve törenler, krala din (kilise) tarafından meşruiyet zemini oluşturma çabalarıdır. Her türlü insan iradesinin üzerinde, iktidarını sadece Tanrı’dan alan, otoriteyi yalnızca onun adına kullanan ve bir tek Tanrı’ya karşı sorumlu olan krallar, mutlak, tek ve bölünmez iktidarlarının yanına kutsallığı da eklemişlerdir. Ömrü uzun

87

ÇETİN, s. 48-49. 88 ÇETİN, s. 49.

yıllar sürecek bu anlayış, tarihî açıdan da çok güçlü bir meşruluk kaynağı olarak krallıklara hizmet etmiştir89. Modern zamanlarda bile bu anlayışın izlerini görebilmek mümkün olmuştur. Örneğin Adolf Hitler, “takdir-i ilahinin seçilmiş Führer”idir.

bb. İslam Anlayışı

Kilise (Hıristiyanlık) ile İslam’ın meşruluk anlayışı arasında bir takım benzerlikler olmakla birlikte önemli farklılıklar da vardır. Benzerliklerin bulunması her ikisinin de semavi dinler olması nedeniyle doğaldır. Çünkü her iki din de insan ve doğa üstü, tek bir Tanrı’yı esas alır.

İslam anlayışında egemenliğin tek ve gerçek sahibi Allah’tır90. İslam dininin kutsal kitabı Kur’an, bu durumu net bir şekilde ortaya koyar. Kur’an, Allah’ın insanlar üzerinde ortağı, rakibi olmaksızın egemenlik hakkına sahip olduğunu pek çok kez belirtmektedir91. Kur’an’a göre Allah, tüm evren ve insanlık üzerindeki en üstün güç, otorite ve iktidardır. Tüm dünyevi iktidarların kaynağı Allah’tır. Tüm otoritelerin üzerinde olup, otoritesini sınırlayabilecek hiçbir güç yoktur92.

İslam’da egemenliğin gerçek sahibi Allah olmakla birlikte, Allah adına bu egemenliği kullanma yetkisi, Hz Peygamber aracılığıyla duyurulmuş ilahi kurallar uyarınca, halife/hükümdara aittir. Halife93, aynı zamanda İslam toplumunu yönetmek üzere tayin edilmiş (veya seçilmiş) vekildir. Dolayısıyla egemenliğin gerçek sahibi olmayıp, bu yetkiyi Allah adına kullanan kişidir. Bu yönüyle halife, Hz. Peygamber’in halefi olmak sıfatıyla,

89 ÇETİN, s. 49; TEZİÇ, s. 89.

90 KARAMAN Hayrettin, Mukayeseli İslam Hukuku, c. I, İstanbul 1986, s. 58-59; MEVDUDI, Ebu’l-a’la el-, İslam Anayasası, Tedvini, Esasları (çev. İhsan Toksarı), İstanbul 1969, s. 20; AKGÜNDÜZ Ahmet, Eski Anayasa Hukukumuz ve İslam Anayasası, İstanbul 1989, s. 8; DEMİR Fevzi/KARATEPE Şükrü, Anayasa Hukukuna Giriş, İzmir 1986, s. 96; AKYILMAZ, s. 136.

91 “De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Verirsin mülkü dilediğine, dilediğinden de çekip alırsın onu;

dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın; Senin elindedir bütün hayır, Sen her şeyi yapmaya gücü yetensin!” (Kur’an, Al-i İmran 3/26), SADAK Bekir, Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlatımı, İstanbul 1989, s. 52; “Gerçekte Rabbiniz O Allah’tır ki, gökleri ve yeri altı zaman bölümü içinde yaratmış, sonra kainat

üzerinde hükümranlığını kurmuştur; … Dikkat edin; yaratma, emir ve idare yalnızca O’na aittir; yücedir alemlerin Rabbi olan Allah!” (Kur’an, Â’râf 7/54), SADAK, s. 156.

92 MEVDUDİ Ebu’l-a’la el, İslam Nizamı, İstanbul 1978, s. 291; MEVDUDİ, İslam Anayasası, s. 20; AKYILMAZ, s. 136.

93 Halife hakkında ayrıntılı bilgi için bkz., AYDIN Mehmet Akif, “ İslam Hukukunda Devlet Başkanının Tayin Usulü”, İslam ve Osmanlı Hukuku Araştırmaları, İstanbul 1996, s. 145 vd.;CİN/AKYILMAZ, Hukuk Tarihi, s. 85-93.

İslam toplumunu yöneten devlet başkanıdır. Halifenin yönetme yetkisi “şeriat” adı verilen ilahi kurallarla sınırlanmıştır94. Görüldüğü gibi İslamî anlayışın Hıristiyan öğretiden başlıca farkı İslamî genel esasların Kur’an’da açıkça ve belirgin olarak bildirilmiş olmasıdır.

Teorik olarak halifelik neredeyse tamamen dünyevileştirilmiş bir kurumdur ve halife tek olmalıdır. Bu durum, İslamî anlayışta egemenliğin bölünemez olmasının bir sonucudur95.

İslam anlayışında siyasi iktidarın meşruluğu, yöneten ve yönetilen ayrımına bağlı olarak, karşılıklı yükümlülüklerden öte her iki tarafın da Allah’a veya ilahi otoriteye karşı sorumluluğu şeklinde anlaşılabilir. Çünkü devlet düzeninin önemli bir özelliği de itaat ve teslimiyettir. Merkezi bir otoriteye itaat edilmeden devletin teşekkül etmesi mümkün olmadığından, bu konuya büyük önem verilmektedir96. Sözgelimi, Hz. Peygamber, sadece bir peygamber değil, aynı zamanda ümmetinin başında en üst makamda bulunan bir hükümdardır. Ona itaat ümmet üyeleri için aynı zamanda bir ibadet hükmünde görülür. Peygamber için söylenenler, aynı kuvvette olmamakla birlikte, halife ya da ulü’l-emr (hükümdar) için de geçerlidir97.

İslam tarihi boyunca, İslam coğrafyalarında hüküm sürmüş hükümdarlar, genellikle iktidarlarını dinin kural ve öğretileriyle pekiştirmek istemişlerdir. Böylece hükümdara ya da onun buyruklarına karşı gelmek dolaylı olarak Tanrı’ya ve onun buyruklarına karşı gelmek sayılacağından, toplum üzerinde otorite sağlamak çok daha kolay olacaktır98. Ayrıca Kur’an devlet yönetimine ilişkin konuları, başka bir deyişle kamu hukukuna dair kuralları ayrıntılı olarak düzenlemediğinden, bu durum bir bakıma hükümdarların işlerini de kolaylaştırmıştır. İslam hukukunda bu alan Hz. Peygamber’in sünneti, İslam hukukçularının içtihatları ve Şeriat’a aykırı olmamak kaydıyla örfî hukuk99 yoluyla gelişmiştir. Şer’î sınırlar içerisinde devlet yönetimine ilişkin önemli bir düzenleme yetkisi bulunan devlet başkanı, bu yetkilerini şahsi otoritesini güçlendirmek amacıyla, zaman zaman Şer’î sınırları da aşarak kullanmaktan çekinmemiştir.

94 ÜÇOK Coşkun/MUMCU Ahmet/BOZKURT Gülnihal, Türk Hukuk Tarihi, Ankara 1996, s. 169; CİN/AKYILMAZ, Hukuk Tarihi, s. 84; MEVDUDİ, İslam Nizamı, s. 295.

95 MUMCU Ahmet, Osmanlı Devleti’nde Siyaseten Katl, Ankara 1985, s. 185. 96 AKGÜNDÜZ, s. 9.

97 OKTAY, s. 14. 98

ÖZTEKİN, s. 15.

İslam hukukunda, yönetilenlerin devlet başkanına itaati bir anlamda dini bir yükümlülük olarak da görüldüğünden, siyasi iktidar, meşruiyetini ilahi otoriteye dayandırmaktadır. Bunun bariz göstergelerinden birisi de devlete isyan suçunun (hadd-i bağy) hadd100 suçları arasında kabul edilmesidir. İslam ceza hukukunda siyasi suç olarak nitelendirilen hadd-i bağy, Müslüman bir grubun meşru devlet otoritesine karşı, toplu halde, kuvvet kullanarak ve kendilerince haklı bir nedene dayanarak başkaldırmaları şeklinde gerçekleşir101. Tanımdan da anlaşılacağı üzere bu suç tipi, İslam anlayışında siyasi iktidarın meşruluk temellerinin ilahi otoritede aranması gerektiği konusunda ipuçları vermektedir.