• Sonuç bulunamadı

Osmanlı devletinde siyasal iktidarın meşruluk temelleri

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Osmanlı devletinde siyasal iktidarın meşruluk temelleri"

Copied!
282
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER ... I KISALTMALAR ...V GİRİŞ...1 BİRİNCİ BÖLÜM MEŞRULUK KAVRAMI I. GENEL OLARAK MEŞRULUK PROBLEMİ...4

II. MEŞRULUĞUN FARKLI ANLAMLARI VE BOYUTLARI...8

A. YASAL YA DA ŞEKLÎ MEŞRULUK (KANUNİLİK) KAVRAMI ...8

B. TOPLUMSAL (SOSYO-POLİTİK) MEŞRULUK ...10

III. SİYASİ AÇIDAN MEŞRULUĞUN ÖNEMİ VE FONKSİYONU...13

A. GENEL OLARAK...13

B. MEŞRUİYET KRİZİ ...16

IV. MEŞRULUĞUN BAZI KAVRAMLARLA İLİŞKİSİ VE MUKAYESESİ ...18

A. SİYASİ İKTİDAR, OTORİTE VE MEŞRULUK...18

B. TEMEL UZLAŞMA (CONSENSUS) VE MEŞRULUK ...23

C. MEŞRULUK VE HUKUKÎLİK...24

V. MEŞRULUĞUN TEMELLERİ ...26

A. DİNSEL TEMELLER...26

1. Dini Temellere İlişkin Teoriler...27

a. Tabiatüstü İlahi Hukuk Teorisi ...27

b. Providansiyel İlahi Hukuk Teorisi ...29

aa. Kilise (Hıristiyan) Anlayışı ...30

bb. İslam Anlayışı ...32

2. Dini Teoriler Hakkında Genel Bir Değerlendirme ...34

B. TOPLUMSAL TEMELLER ...36

1.Yönetimin Kaynağının Halk ya da Millet Olması...38

2. Toplum Tarafından Benimsenen Geleneklerin Siyasi Meşruluk Üzerindeki Rolü ..41

3. Siyasi Liderlerin Kişisel Özelliklerinin Toplumca Onaylanması (Kişisel Karizma)43 4. Siyasi iktidarın Uyduğu Yasalara Toplumca Rıza Gösterilmesi ...46

5. Siyasi iktidarın İdeolojisinin Yönetilenler Tarafından Desteklenmesi...48

6. Yönetimde Esas Alınan Siyasi ve Ahlakî Nitelikteki Bazı Değer ve İlkelerin Toplumda Kabul Görmesi...49

(2)

İKİNCİ BÖLÜM

TANZİMAT DÖNEMİNE KADAR OSMANLI DEVLETİNDE SİYASİ İKTİDARIN MEŞRULUK TEMELLERİ

I. BAZI ESKİ DEVLETLERDE SİYASİ İKTİDAR VE MEŞRUİYET OLGUSU ...53

A. ÇİN...54

B. MOĞOLLAR...55

C. İRAN (PERSLER) ...55

D. ESKİ YUNAN ...56

E. ROMA ...57

II. İSLAMİYET ÖNCESİ TÜRK DEVLETLERİNDE SİYASİ İKTİDAR VE MEŞRULUK...58

III. MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERİNDE SİYASİ İKTİDARIN MEŞRULUK TEMELLERİNE İLİŞKİN ANLAYIŞIN GEÇİRDİĞİ DEĞİŞİM ...65

A. İSLAM’DA SİYASİ İKTİDAR VE DİN İLİŞKİLERİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ ...66

1. Devletin Dini Esaslara Dayanması ...72

2. Sınırlı İktidar...72

3. Şûrâ Prensibi...73

B. İSLAMİYETİN TÜRK SİYASİ İKTİDAR ANLAYIŞINA ETKİLERİ ...73

IV. KLASİK DÖNEM OSMANLI SİYASİ İKTİDARI...76

A. BEYLİKTEN DEVLETE GEÇİŞTE SİYASİ OTORİTE ...77

1. Tarihi Arka Plan...77

2. Erken Dönem Osmanlı Siyasi İktidarı ve İdeoloji...78

B. SİYASİ GENİŞLEME VE İKTİDARIN KURUMLAŞMASI ...82

1. Osmanlı Padişahı ve Kardeş Katli Meselesi...84

2. Dîvân-ı Hümâyûn...94

3. Kul Sistemi ve Veziriazam...105

a. Osmanlı Devleti’nde Kul Sistemi’nin Gelişimi...106

b. Kul Sisteminin Hukukî Niteliği ve Meşruluğu ...112

c. Siyasi İktidarın Zirvesindeki Kul: Veziriazam ...115

V. OSMANLI HUKUKUNUN YAPISI ...119

A. ŞER’Î HUKUK...120

B. ÖRFÎ HUKUK ...122

1.Genel Olarak...122

2. Örfî Hukukun Doğuşu...123

3. Örfî Hukukun Kapsamı (Sınırları)...125 VI. OSMANLI DEVLETİ’NDE DEVLET (SİYASİ İKTİDAR)-REAYA İLİŞKİLERİ .129

(3)

A. YÖNETİCİ SINIF...129

1. Kavram ...129

2. Osmanlı Yönetici Sınıfının Bölümleri ...132

B. REAYA ...135

VII. KLASİK DÖNEM OSMANLI İDEOLOJİSİ, DİN VE MEŞRULUK...144

A. KLASİK OSMANLI DÜNYA GÖRÜŞÜ: OSMANLI RESMÎ İDEOLOJİSİ ...144

B. KLASİK DÖNEMDE SİYASİ İKTİDAR VE DİN İLİŞKİLERİ DÜZENİ ...152

1. Genel Olarak...152

2. Siyasi İktidar, Din ve Meşruluk İlişkisinde Şeyhülislam...155

a. Siyasi Meşruluk Bağlamında Şeyhülislamlık ve Fetva Kurumu ...155

b. Padişahın Denetlenmesi ve Tahttan İndirilmesinde Şeyhülislamın Rolü ...160

VIII. GENEL DEĞERLENDİRME ...165

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TANZİMAT SONRASI: HUKUKİ OTORİTE ANLAYIŞINA DOĞRU I. ÇÖZÜLME VE YÖNETİMİN SORGULANMASI...173

A. III. SELİM DÖNEMİ: SANCILI “YENİ DÜZEN” ...178

1. “Gelenek” ile “Yenilik” Arasında...178

2. Nizâm-ı Cedît Kavramı ...182

3. Bir Meşruiyet Zemini Olarak Meclis-i Meşveret ...185

4. III. Selim’in Düşüşü...188

B. II. MAHMUD VE SENED-İ İTTİFAK ...191

1. Siyasî İktidar, Âyanlar ve Sened-i İttifak...191

2. “Radikal” Bir Reformcu: II. Mahmud ...196

II. TANZİMAT SONRASI OSMANLI SİYASİ İKTİDARI ...202

A. GÜLHANE HATTI HÜMÂYÛNU (TANZİMAT FERMANI)...203

B. 1856 ISLAHAT FERMANI ...209

C. TANZİMAT VE ISLAHAT FERMANLARI HAKKINDA DEĞERLENDİRME..212

III. I. MEŞRUTİYET VE ANAYASALI İKTİDARA DOĞRU...214

A. MEŞRUTİYETİ HAZIRLAYAN SEBEPLER...214

1. İç Gelişmeler...215 a. Osmanlıcılık...220 b. İslamcılık ...222 c. Türkçülük...224 d. Batıcılık ...225 2. Dış Etkiler...227

(4)

B. I. MEŞRUTİYET VE KANUN-I ESASİ DÖNEMİNDE OSMANLI SİYASİ

İKTİDARI ...228

C. II. ABDÜLHAMİD: İDEOLOJİNİN YÜKSELİŞİ ...232

IV. II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ...240

A. İTTİHAT VE TERAKKÎ : YERALTINDAN İKTİDARA ...240

B. II. MEŞRUTİYET...244

C. 31 MART: BİR MEŞRUİYET KRİZİ ...245

1. II. Meşrutiyet Dönemi’nde Muhalefet ...245

2. 31 Mart Olayı...247

3. 1909 Anayasa Değişiklikleri ...251

SONUÇ...254

(5)

KISALTMALAR

alm. : Almanca

AÜHFD : Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi

AÜSBFD : Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi BOA : Başbakanlık Osmanlı Arşivi

c. : cilt

CTA : Cevdet Tasnifi Adliye CTD : Cevdet Tasnifi Dahiliye

çev. : çeviren

derl. : derleyen

DİA : Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

ed. : editör

EÜSBED : Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi

fr. : Fransızca

GÜHFD : Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi HHT : Hatt-ı Hümâyûn Tasnifi

IJMES : Journal of Middle East Studies

İA : İslam Ansiklopedisi

İng. : İngilizce

İÖ. : İsa’dan önce

İÜEF : İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İÜHFD : İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi İÜHFM : İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası İÜİFM : İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası L : Şevval (Hicrî takvimin onuncu ayı)

M. : Milâdî

(6)

Ra : Rebîülevvel (Hicrî takvimin üçüncü ayı)

s. : sayfa

SBFD : Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi

SÜHFD : Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi

sy. : sayı

t. : tarih

TAPK : Tevkîi Abdurrahman Paşa Kanunnamesi

vd. : ve devamı

(7)

GİRİŞ

Bir ülkedeki siyasi otoritenin istikrarlı ve uzun süre ayakta kalabilmesinin temelinde yatan unsur; yönetilenlerin, iktidarın meşruiyeti konusundaki uzlaşmalarının sürekliliğidir. Esas itibariyle herhangi bir toplumda yönetilenlerin siyasi iktidara itaatini sağlayan pek çok neden bulunabilir. Bunları; yönetenin gücü, baskı ve şiddet korkusu, çaresizlik, geleneksel davranışlar, dini inançlar, alışkanlıklar, kişisel çıkarlar veya insanların yöneten hakkındaki ortak iradeleri şeklinde sıralamak mümkündür. Nedenler ne olursa olsun, siyasi iktidara itaat için bu konudaki en güçlü dayanağın, toplum üyelerince benimsenmiş olan meşruluk inancı olduğu söylenebilir.

Sosyal bilimler alanında özellikle siyaset bilimi, hukuk ve sosyolojinin önemli tartışma konularından birini oluşturan meşruluk kavramı, özellikle XXI. Yüzyılın başlarında olduğumuz bu dönemde, daha yoğun olarak tartışılması ve incelenmesi gereken bir kavram haline gelmiştir. Kavram; yeni olmamakla birlikte, geçmişte bazı siyaset bilimci veya sosyologların ortaya attıkları teoriler dışında ayrıntılı olarak irdelenmemiş, ancak günümüzde ortaya çıkan gelişmeler çerçevesinde sürekli gündemde olan bir kavram niteliğini kazanmıştır. Meşruluk kavramının sürekli gündemde olmasına yol açan somut faktörlerden biri, devlet ve yönetim anlayışında yaşanan değişimlerdir. Ekonomide, değerler sisteminde ve uluslararası ilişkilerde yaşanan gelişmeler devleti “yapısal” olarak bir dönüşüme uğratmaktadır. Bu dönüşüm çerçevesinde pek çok husus yanında, yoğun olarak üzerinde durulan konulardan biri de siyasi iktidarın dayandığı meşruluk temelleridir. Doktora tezi olarak hazırlanan bu çalışmada kuruluşundan yıkılışına kadar Osmanlı Devleti’nde siyasi iktidarın meşruiyetinin temelini oluşturan unsurlar incelenmeye çalışılacaktır. Böyle bir tercihte, Osmanlı İmparatorluğu’nun hemen her dönemde ilgi çekici bir devlet ve yönetim anlayışına sahip oluşu önemli bir etken olmuştur. Son dönemde Osmanlı Devleti açısından meşruluk analizlerinin yapıldığı bazı çalışmalara rastlanmaktadır. Ancak söz konusu çalışmalarda genellikle, konunun belirli bir boyutla sınırlanarak ve daha dar kapsamla ele alındığı görülmektedir. Bu çalışmada ise Osmanlı siyasi iktidarının meşruluğuna ilişkin incelemeler, belirli bir zaman kesitiyle sınırlandırılmamıştır. Ayrıca Osmanlı siyasi iktidarını sadece hukukî açıdan değil, tarihî, sosyolojik ve siyasi boyutlarıyla da incelemek ve bu olgular çerçevesinde meşruiyet değerlendirmeleri yapabilmek amaçlanmıştır. Dolayısıyla, Osmanlı Devleti’ni ve tarihi süreç içerisinde ona etki eden diğer uygarlıkların otorite ve

(8)

meşruluk ilişkilerini de incelemeyi esas alan çalışmamız, belirtilen yönleriyle oldukça geniş bir araştırma özelliğini taşımaktadır. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin hüküm sürdüğü dönem göz önüne alındığında, konumuza ilişkin olarak, kendi çağdaşı olan devletlerle karşılaştırmalar yapma gerekliliği ortadadır. Tabiidir ki, kapsamının böylesine genişlemesinden dolayı, çalışmada bazı eksiklikler ortaya çıkabilecektir. Ancak buradaki hedef, Türk Hukuk Tarihi alanında bir tartışma zemini oluşturabilmek ve bundan sonraki çalışmalara ışık tutabilmektir. Dolayısıyla, belirttiğimiz hususlar gerçekleşebildiği takdirde, çalışmamız da amacına ulaşmış sayılabilecektir.

Yöntem açısından çalışmamız bir giriş ve üç bölüm olarak planlanmıştır. Birinci bölümde meşruluk kavramı, farklı anlamları, siyasi açıdan önemi ve fonksiyonu ve tarihî süreç içerisinde kavram hakkında ortaya atılan teorilere yer verilecektir.

Çalışmamızın ikinci bölümünü Osmanlı Devleti’nin klasik dönemini ifade eden, kuruluştan XVII. Yüzyılın başlarına kadar geçen süreç oluşturmaktadır. Klasik dönem Osmanlı iktidarının meşruluk temellerinin, kaynağının inceleme konusu yapıldığı bu bölümde beylikten imparatorluğa doğru gelişen yapıda; siyasi sistem, iktidar, otorite, yönetim anlayışı, yönetici-yönetilen ilişkileri, hukukî yapı ve egemenlik kavramları modern siyaset bilimi, kamu hukuku ve hukuk tarihi anlayışı içerisinde değerlendirilmeye çalışılacaktır.

Tezimizin üçüncü bölümü ise Tanzimat sonrasına ayrılmıştır. Bu bölümde öncelikle, XVII. Yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı Devleti’nde duraklama ve gerilemeye bağlı olarak ortaya çıkan gelişmelere kısaca değinildikten sonra Tanzimat Dönemi ve sonrası incelenecektir. Osmanlı İmparatorluğunda yeniden yapılanma ve değişim sürecini oluşturan bu dönem, özellikle devlet yönetimi konusunda önemli gelişmelerin olduğu bir dönemdir. Nitekim Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu’nun bir hukuk belgesi olduğu dikkate alındığında, Tanzimat’la birlikte, geleneksel mutlak otoriteden hukukî otoriteye doğru bir yönelişin olduğunu söylemek mümkündür. Dolayısıyla Tanzimat Fermanı ile başlayan, devlet yönetimi açısından yeniden yapılanma süreci ve bu süreci hazırlayan şartlar Üçüncü Bölüm’ün önemli inceleme konularını oluşturmaktadır. Bunun dışında Islahat Fermanı ve nihayet modern anlamda anayasal iktidarın Türk-İslam hukuk tarihindeki ilk örneği olan 1876 Kanun-ı Esasi’si1, o döneme kadar geleneksel ve dini unsurlar taşıyan Osmanlı otoritesinin gelmiş

1 Çoğu yazar, İslam hukuk tarihinde ilk yazılı anayasa olarak kabul edilebilecek belgenin, Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicretinden sonra burada kurduğu ve Medine şehir devletinin kurucu belgesi niteliğini taşıyan “Medine Anayasası” olduğunu belirtmektedirler. 1876 Anayasası ile bizim burada kastettiğimiz ise söz konusu belgenin modern anayasa hukuku anlamında ilk anayasa metni olarak kabul görmesidir. Medine Anayasası hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. HAMİDULLAH Muhammed, İslam

(9)

olduğu nokta bakımından oldukça dikkate değer belgelerdir. Bu bağlamda Osmanlı Devleti’ni anayasalı sisteme iten nedenler, anayasalı yönetimin ilk örneğinin sergilendiği I. Meşrutiyet dönemi ve Osmanlı devlet yönetimine ilk kez giren Parlamento (Meclis-i Mebusan) ayrıntılı olarak incelenmeye çalışılacak, bu kurumların siyasi meşruluk üzerindeki etkileri tartışılacaktır. Bu süreç içerisinde “meşruiyet krizi” ile bağlantılı kabul edebileceğimiz 31 Mart Olayı ve ardından II. Meşrutiyet’in ilanı da Üçüncü Bölüm’de geniş ölçüde yer verilecek konular arasında bulunmaktadır.

Anayasa Hukuku, İstanbul 1988; HAMİDULLAH Muhammed, “Medine’de Kurulan İlk İslam Devletinin Esas Teşkilat Yapısı ve Hz. Peygamber’in Va’zettiği Yeryüzündeki İlk Yazılı Anayasa”, İslam’ın Hukuk İlmine Yardımları (der. Salih Tuğ), İstanbul 1962, s. 20-21; HAMİDULLAH Muhammed, İslam Peygamberi (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1980; CİN Halil-AKYILMAZ Gül, Türk Hukuk Tarihi, Konya 2003, s. 81-82; AYDIN Mehmet Akif, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 1999, s. 104-105; ŞEN Murat, “Anayasal Belge Olarak Medine Sözleşmesi”, SÜHFD, c. 6, sy. 1-2, Konya 1998, s. 555-605.

(10)

BİRİNCİ BÖLÜM MEŞRULUK KAVRAMI

I. GENEL OLARAK MEŞRULUK PROBLEMİ

Adı devlet olsun ya da olmasın, bir meşruiyet kaynağı aramayan, düzenleyici veya uygulayıcı gücünü bir değer ya da kritere bağlı kılmayan siyasi iktidar tipi düşünülemez. Siyasi iktidarın, gerek toplumdan farklılaşarak kutsallaştığı ya da kurumsallaştığı sosyal yapılanma türlerinde, gerekse bir bütün olarak toplumun elinde kaldığı sosyal yapılanma türlerinde, bir ilkeye ya da kanuna gönderme yapılmadan kullanılması mümkün değildir. Toplum, ister kendi kendisini yönetiyor olsun (demokrasi), ister kendisinden farklılaşmış bir odak tarafından yönetiliyor olsun, her durumda, yönetici güç, toplumu ne adına yönettiğini söylemek, dolayısıyla “meşrulaşmak” zorundadır2.

Modern siyaset teorisinin kuşkusuz problemli kavramlarından birisi de meşruiyettir. Aslında bu sorun, siyaset teorisinin çözümlemeye çalıştığı çok daha kapsamlı ve bir o kadar da çetrefil diğer bir sorundan kaynaklanmaktadır. Bu da bireyin kendini belirlemesi anlamında moral otonomi ile meşru devlet otoritesi arasındaki uyuşmazlık sorunudur3. Birey, siyasi otoritenin egemenliği altında yaşarken, otoritenin sosyal düzenin devamı için gerekli olduğuna inanmak durumundadır. Bu inancı sağlayacak olan da kuşkusuz siyasi iktidarın “yönetme” konusundaki haklılığının yönetilenlerce kabulüdür. Bununla birlikte siyasi otorite, bireyin salt birey olmasından kaynaklanan bir takım haklarına saygı gösterebildiği ölçüde yöneten-yönetilen uyuşmazlığı en aza inecektir.

Meşruluk problemi, tarihî süreç içerisinde daha çok yönetici gücün dayanaklarının değerlendirilmesi bakımından önem arzetmiştir. Bununla birlikte, meşruluk kavramı, sadece yönetenlerin etkinliğiyle sınırlı olmayıp, daha kapsamlı şekilde, hukukun temel dayanağıyla da ilgili bulunmaktadır4. Nitekim meşruluk kavramının hukuk ile kesin bir ilişki içerisinde olduğunu vurgulayan Hirsch buna ilişkin olarak şu açıklamayı yapmaktadır: “Meşruluk, bir kimsenin, kendisine ya da başkalarına karşı kendi davranışının veya başkalarının eylemlerinin doğruluğunu, geçerli sebeplere dayanılarak gerçekleştirilmiş olumlu ya da olumsuz bir tavrın yerindeliğini benimsenebilir bir şekilde göstermek amacı taşır. Bir başka ifadeyle meşruluk

2 AKAL Cemal Bali, Yasa ve Kılıç, İstanbul 1995, s. 9. 3

ARSLAN Zühtü, Anayasa Teorisi, Ankara 2005, s. 43.

(11)

kavramı “haklı olmak” iddiasını içermektedir. Bu iddia, ferdî olarak bir hakkın, herkes için bağlayıcı bir hukuk düzeninde kendi tartışılmaz temelini bulmuş bir hukuk kavramına dayandığı inancını kapsamaktadır”5.

İktidarın meşruluğu ise her şeyden önce onun, topluluk üyeleri ya da hiç değilse bunların çoğunluğu tarafından, haklı bir iktidar olarak tanınması anlamına gelmektedir. Buna göre bir iktidar, eğer haklılığı konusunda görüş birliği varsa meşru kabul edilecek, aksi takdirde salt bir güç niteliğine bürünecektir. Salt bir güç ise ancak kendisine boyun eğilmesini sağlayabildiği sürece varlığını sürdürebilecektir. Bugüne değin iktidarların meşruluk temellerine ilişkin olarak gelenekler, yasalar, karizmatik özellikler gibi çeşitli unsurların varlığına işaret edilmiştir. Şüphesiz bunların gerçekte iktidarlarını aklî bir temele oturtma çabasından ya da aklamadan ibaret olduklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak işaret edilen unsurlar ve gerekçe ne olursa olsun, iktidarın tek kaynağı ya da kökeni, uygulandığı topluluğun norm ve değerler sistemince belirlenen meşruluk ölçülerine uygun olması ve bu ölçüler konusunda o toplulukta bir görüş birliğinin bulunmasıdır6. İnsanlık tarihi boyunca hangi yönetim şekli olursa olsun, tüm siyasi birliklerde ya da devlet adını verdiğimiz yapılanmalarda mutlaka karar alma, emir verme ve bu karar ve emirleri gerektiğinde zora başvurma yoluyla yürüten bir kişi ya da kişiler topluluğu anlamında bir siyasi iktidar olgusu varolmuştur. Bu bir evrensel gerçek olarak önümüzde durmaktadır. Bununla birlikte evrensel gerçek olarak nitelenen siyasi iktidar olgusunun ortaya çıkışı, beraberinde bazı soruları da getirmektedir. Örneğin; siyasi iktidarın kaynağının ne olduğu, siyasi kudreti ellerinde bulunduranların başkalarına emretme ve gerektiğinde emirlerine uyulmasına zorlayabilme yetkilerini nereden aldıkları, insanların iktidarın karar ve emirlerine neden boyun eğdikleri ya da onlara niçin itaat ettikleri bunlardan bazılarıdır.

Jean Jacques Rousseau, söz konusu soruların cevabını “Toplum Sözleşmesi” adlı ünlü eserinde “genel irade” kavramıyla bağlantı kurmak suretiyle açıklamaktadır. Rousseau’ya göre, insanların toplum halinde yaşarken tıpkı doğal durumdaki gibi özgür olabilmelerinin ve aynı zamanda herkesin özgürlüğünün siyasi iktidar (devlet) tarafından güvence altına alınabilmesinin yolu, istisnasız herkesin tüm haklarını topluma devretmesidir. Böylelikle herkes iktidarda pay sahibi olabilecek ve iktidarın kendisine ait olan bir parçasını

5 HIRSCH Ernst E., “İktidar ve Hukuk” (çev. Hayrettin Ökçesiz), Hukuk Araştırmaları, c. 2, sy. 3, İstanbul 1987, s. 42-43.

6 BEETHAM David, The Legitimation of Power, London 1991, s. 6; COICOUD Jean Mare, Legitimacy and Politics, Chambridge 2002, s. 10-11; DUVERGER Maurice, Siyaset Sosyolojisi (çev. Şirin Tekeli), İstanbul 1998, s. 132.

(12)

kullanabilecektir. Buna göre, toplum üyelerinin her biri kendisinde iktidarın birer parçasını taşıdığı için, iktidarın parçalarının bir araya gelmesiyle bireylerin tekil (somut) iradeleri birleşerek ortak irade veya genel iradeye dönüşmekte, dolayısıyla iktidar hem itaate hak kazanmakta hem de meşruluğa kavuşmaktadır7.

Rousseau’nun tasavvur ettiği yönetim modelinin ve meşruluk anlayışının bir ideali ifade ettiğini belirtmek gerekir. Çünkü ünlü düşünürün bu düşüncelerinin hayata geçirebileceği zemin, esas itibariyle doğrudan demokrasiye elverişli olabilecek küçük bir şehir devletidir8. Oysa; örneğin Osmanlı İmparatorluğu gibi çok geniş bir coğrafyaya yayılmış ve çok farklı etnik köken ve inançlara mensup insanlardan oluşan bir devlette Rousseau’nun tezini gerçekleştirmek imkansız olduğu gibi, günümüzün büyük ölçekli devletlerinde de aynı modelin uygulanamayacağı bir gerçektir.

Rousseau dışında iktidara itaat ve meşruluk konusunda bireyler arasındaki sözleşmeyi esas alan düşünürlerden, özellikle Thomas Hobbes ve John Locke’un fikirleri de dikkat çekici olup; her iki düşünür de bireylerin, kendi çıkarları ve güvenlikleri için devletin hükümranlığını kabul etmeleri gerektiğini belirtmişlerdir9. Nitekim Hobbes’ın düşüncesinde, insanlar, doğa durumundayken tüm hak ve yetkilerini anarşiden kurtulmak amacıyla Leviathan’a devrettiklerinden, iktidarı elinde tutan bu gücün (Leviathan’ın), yönetilenlere karşı bir yükümlülüğü bulunmamaktadır. Bu itibarla, Hobbes’a göre gönüllü irade devri yoluyla Leviathan meşruluğun kaynağı olduğu gibi, itaatin de gerekçesini oluşturmaktadır10.

Locke ise iktidara koruyucu bir işlev yüklemekle birlikte, bunu sınırlı tutmuştur. Düşünüre göre, iktidardan; düzeni sağlamasının yanında, kişisel hakları, özgürlüğü ve bireysel mülkiyeti koruması da beklenir. Bunları sağlayamadığı takdirde, iktidara gösterilen rızanın geri çekilmesi, daha da ileri gidilerek, iktidarın devrilmesi meşru hale gelecektir. Dolayısıyla Hobbes’ın tersine Locke, insanların doğuştan sahip oldukları bir takım haklarının bulunduğunu ve iktidarın bu hakları yok sayamayacağını, aksi halde meşruiyetini yitireceğine inanmaktadır. Bu bağlamda, Locke’un itaat ve meşruluk problemine yaklaşımında Rousseau ve Hobbes’un temsil ettiği türdeki sözleşmeci anlayışı aşan bir yön bulunmaktadır. Çünkü düşünür, yönetenler ile yönetilenler arasında güven temeli üzerine oturmuş bir ilişkinin esas

7 ROUSSEAU Jean Jacques, Toplum Sözleşmesi (çev. Vedat Günyol), İstanbul 1984, s. 24-26. 8 SARIBAY Yaşar/ÖĞÜN Süleyman Seyfi, Politikbilim, İstanbul 1999, s. 32.

9 SARIBAY/ÖĞÜN, s. 32.

10 HOBBES Thomas, Leviathan: Veya Bir Din veya Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi ve Kudreti (çev. Semih Lim), İstanbul 1995, s. 129-130.

(13)

olduğunu belirtmekte ve buna göre bir iktidarın yönetilenler üzerinde güveni tesis edebildiği sürece meşru sayılacağını ve itaate değer görüleceğini ileri sürmektedir11.

Ünlü düşünürlerin fikirleri bir yana bırakılırsa, fiziki zor kullanma gücünü her hangi bir yolla ele geçirmiş olan siyasi iktidarın, salt bu güce dayanarak toplumu yönettiğini söylemek başta işaret edilen soruları cevaplayabilmek için yeterli olmayacaktır. Çünkü bir siyasi otoritenin sadece zor kullanma gücünü elinde tutarak ya da üstün emretme kudretine veya baskısına dayanarak uzun süre ayakta kalabilmesi mümkün değildir. Bu itibarla, iktidarı ellerinde bulunduranlar, daima yönetilenleri (halk, tebaa …) sadece emretme ve yönetme güçlerine değil, fakat aynı zamanda emretme ve yönetme haklarına da sahip olduklarına inandırmaya çalışmışlardır. Buna göre iktidarın rastgele ele geçirilmeyip, bir hakka dayandığı fikrinin, yönetilenlerce kabul edilmesi ölçüsünde, o iktidar meşru bir iktidar olacaktır ve böyle bir iktidara itaat de yönetilenler için bir görev halini alacaktır12.

Belirtilenlerin ışığında, yöneten-yönetilen ilişkisinin temeli olarak meşruluğun, tarihin akışı içerisinde, yönetenin yönetme konusunda haklılığının yönetilenlerce kabulüne karşılık geldiği söylenebilir. Bu yönüyle meşruluk, Ortaçağ’dan günümüze kadar, haksız yere yönetime el koyma veya elde tutma olgusuna karşı kullanılmış bir kavram olarak belirmiştir13. Öte yandan yine tarihî süreç içerisinde, zaman zaman ilahi bir kökenden geldiği iddiasıyla siyasi iktidara meşruluk sağlanmaya çalışılmış; bu yöndeki meşruluk iddiaları hem iktidarın

11 SARIBAY/ÖĞÜN, s. 33.

12 KAPANİ Münci, Politika Bilimine Giriş, İstanbul 2001, s. 67.

13 International Encyclopedia of the Social Sciences, Vol. 8 (ed. David L. Sills), 1968, s. 244. “Meşruiyetçi

görüşe göre, siyasi iktidarın meşru sayılması için, onun hukuka uygun bir şekilde elde edilmesi şarttır. Bu görüşün meydana koyduğu meşruiyet prensibi şunu ifade eder: Eğer tamamen yeni kurulmuş bir devlet söz konusu değilse, halen devlet kudretine sahip olanların, bir takım hukukî ilişkilerle, kazanımlarını kendilerinden önceki meşru iktidar sahiplerine bağlayabilmeleri gerekir. Eğer bunu yapamazlarsa, durumları gayri meşru sayılmak gerekir.”, ABADAN Yavuz, Amme Hukuku ve Devlet Nazariyeleri, Ankara 1952, s. 242; CROZAT, “Orta Çağda Dört Devlet Nazariyecisi” adlı makalesinde Ortaçağ filozoflarından Coluccio Salutati (1330-1406)’nin siyasi iktidarın meşruluğu konusundaki fikirlerini şöyle açıklamaktadır: Coluccio için, meşru olmak isteyen ve yalnız faal bir varlığa değil hukuken geçerli bir varlığa da sahip olmak isteyen her iktidar, iki esaslı şartı bünyesinde bulundurmalıdır: Bunlardan birincisi meşru bir şekilde meydana gelmiş olmak, ikincisi de meşru ve kanuni bir tarzda yönetim sergilemek. İktidarın ele geçirilmesinin meşru olup olmaması belirli bir takım kurallara uyulmasına veya belirli bir iktidar şeklinin kurulmasına bağlı değildir. Her iktidar, halkın iradesine dayanmış olmak şartıyla meşrudur; ve her yetki, kaynağını bu iradeden aldıkça muteberdir. Yalnız burada, kendinden daha üstün bir kudret ve yetki tanımayan devletlerle tanıyan devletler arasında bir ayırım yapmak faydalıdır. Birinciler için meşruiyet iktidarın, halka dayanması halinde gerçekleşir. İkinci tip devletler için meşruiyet başka bir boyut kazanır. Bunlarda halkın iradesi hukuken geçerli bir iktidarın varlığına meydan vermeye yetmez. Ayrıca üstün sayılan bir iradenin de oluşması gerekir. Bu bağlamda bir çeşit beylik olarak kabul edilebilecek olan bu iktidarların kurulması için, üstün iradenin muvafakati de yeterli değildir. Halkın rızasının olması da zorunludur. Bu rıza açık veya zımnî olabilir., CROZAT Charles, “Orta Çağda Dört Devlet Nazariyecisi”(çev. Hıfzı Timur), İÜHFM, c. IX, sy, 1-2, İstanbul 1943, s. 77.

(14)

elde edilmesi ve kullanılmasına yönelik olarak iktidar sahipleri, hem de muhalifler tarafından dile getirilebilmiştir14.

II. MEŞRULUĞUN FARKLI ANLAMLARI VE BOYUTLARI A. YASAL YA DA ŞEKLÎ MEŞRULUK (KANUNİLİK) KAVRAMI

Konuya kavramsal bağlamda yaklaşırsak, en dar anlamıyla meşruluk kavramı, bir işlemin veya olayın olumlu nitelikteki bir hukuk normuna uygun olmasıdır15. Pozitivist bir anlayışı ifade eden bu yaklaşım, kavramın içeriğinin tüm yönlerini ortaya koymaktan uzaktır. Bu tanımlamayı biraz açtığımızda; meşruiyet kavramı, bir kurum veya kuralın kendisinin üstünde bulunan hukukî ya da etik bir norma uygun olmasını ifade eder. Dolayısıyla söz konusu kurum veya kuralın siyasi ya da ahlaki kudretini kabul ettirdiği çoğunluk tarafından benimsendiğinin yine bu çoğunluk tarafından hissettirilmesi meşruiyeti ifade eder. Ayrıca dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta, kavramın hukukîlik ile karıştırılmaması zorunluluğudur16.

Siyasi iktidarın meşruluğu konusu başlangıçta sadece hukukî kriterlerle çözümlenebilecek bir problem olarak görülebilir. Probleme böyle bakıldığında ise “meşruluk = kanunilik” şeklinde algılanabilir. Fakat meşruluk problemi sadece hukuk alanıyla sınırlı olmayıp, aynı zamanda siyasî, toplumsal ve tarihi boyutları da bulunan bir problem olduğundan, böyle bir algılama, problemin çözümü için yeterli ve geçerli bir yaklaşım olmayacaktır. Bu itibarla meşruluk ve kanunilik kavramlarının birbirinden ayrılması gereklidir.

Kanuni (yasal) bir yönetim; her şeyden önce pozitif hukuka ya da yürürlükteki hukuk kurallarına uygun olan bir yönetimdir. Bununla birlikte pozitif hukuka uygun olarak işbaşına gelmiş ve hukukun sınırları içerisinde yönetme gücünü elinde bulunduran her iktidarın mutlak

14 GÜRBÜZ Ahmet, Hukuk ve Meşruluk (Evrensel Erdem Üzerine Bir Deneme), İstanbul 2004, s. 3. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. CROZAT Charles., “Thomas d’Aquin’in Hukuk ve Devlet Nazariyesi” (çev. Recai G. Okandan), İÜHFM, sy. 16, İstanbul 1938, s. 585-637.

15 “Meşrû” ifadesi, sözlük anlamı itibariyle; yasanın, dinin ve kamu vicdanının doğru bulduğu, şeklinde tanımlanmıştır. Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayını, Ankara 1992, s. 1014.; “Meşru” kelimesi dilimize Arapça’dan girmiş bir kelime olup, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat’de “Şer’an caiz olan, şeriatın

izin verdiği, kanuna uygun olan” anlamlarına gelmektedir. DEVELİOĞLU Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ankara 1982, s. 754-755.; Türk Hukuk Lügati’nin konuya ilişkin tanımlaması ise şöyledir: “Meşru-Meşruiyet: (Yasalı) (alm. Gesetslich, rechtmässig, erlaubt, zulässig – fr. Légitime, ligite – İng. Lawful, legitimate, ligit, legal – lat. İustus, legitimus). Hukuk nizamına uygun olan bir durumu veya bir hareketi anlatan tabirdir: meşru çocuk, meşru müdafaa gibi. Türk Hukuk Lügati, Ankara 1998, s. 231; “meşruiyet: Hukuk düzenine uygunluk; yasaya uygunluk.”, YILMAZ Ejder, Hukuk Sözlüğü, Ankara 1986. 16 ATAY Ender Ethem, “Hukukta Meşruiyet Kavramı”, GÜHFD, c. 1, sy. 2, Prof. Dr. Naci Kınacıoğlu’na

(15)

suretle siyasi ve sosyolojik açılardan da her zaman meşru olduğunu söylemek mümkün değildir. Bunun nedeni siyasi ve sosyolojik açıdan meşru bir iktidarın, daha önce de vurgulandığı gibi, yönetilenler tarafından meşru olarak kabul edilen ve toplumda yaygın ve hakim olan “meşruluk” inancına uygun hareket eden iktidar olmasıdır17.

Konuya katı bir pozitivist anlayışla bakıldığında, kanunilik ile meşruluğu birbirinden ayırmak oldukça güç bir hal alabilecektir. Çünkü pozitivist anlayış meşruluk ile kanunilik arasında fark gözetmemektedir. Ancak dünya siyasi tarihine göz atıldığında bu iki kavramın aynı olmadığı, kanuniliğin her zaman siyasi iktidarı meşru bir iktidar haline getirmediği kolaylıkla görülebilecektir. Bununla birlikte sosyo-politik açıdan kanuniliğin, meşruluğun temelini sağlamada yeterli olmasa da buna bir “karine” sayılabileceğini ileri sürmek mümkündür. Şüphesiz olması gereken açısından bekleneni ya da normal olanı her ikisinin de bir arada bulunmasıdır. Fakat başlangıçta şeklen ya da yasal olarak meşru olan bir iktidar, zamanla bu meşruluğunu kaybedebileceği gibi, yine başlangıçta yasal açıdan meşruluğa sahip olmayan bir iktidar zamanla meşruluk kazanabilecektir. Bu da esas itibariyle meşruluk probleminin sadece iktidarın kaynağı bakımından değil, kullanılması bakımından da önem taşıdığını ortaya koymaktadır18.

Başlangıçta meşru olan bir iktidarın daha sonra bu meşruiyetini nasıl kaybedebileceğine ilişkin olarak başlıca iki ihtimalden söz etmek mümkündür. Kapani’ye göre bir siyasi iktidar kendi yasal meşruluğunun dayanağını oluşturan hukuk kurallarına19 uymamak ya da onları kasıtlı veya sistemli olarak açıkça çiğnemek suretiyle meşruiyetini

17

SAN Coşkun, Max Weber’de Hukukun ve Meşru Otoritenin Sosyolojik Analizi, Ankara 1971, s. 67; ERDOĞAN Mustafa, Anayasal Demokrasi, Ankara 2003, s. 329; KAPANİ, s. 81

18 HAZIR Hayati, Anayasa Hukuku, Ankara 2004, 68; BALI Ali Şafak, “Tarih Boyunca Türk Devletlerinde Siyasi İktidarın Meşruluk Temelleri”, SÜHFD, c. 12, sy. 1-2; Konya 2005, s. 90-91; Öte yandan iktidarın elde ediliş ve kullanılış biçimlerinin iktidarın meşruiyet ve haklılığı kriterini belirlediğini söyleyen Aquinolu Thomas da bu konunun önemli noktalarına vurgu yapmaktadır. Nitekim yazara göre, yöneticiler zor ve şiddet kullanarak emretme gücünü ele geçirmişlerse iktidarları meşru ve haklı sayılmaz. Böyle bir iktidar toplumun istek ve iradesine dayanmaz ve kişilerin böyle bir iktidara boyun eğme zorunluluğu yoktur. Ne var ki, böyle meşru olmayan yollardan iktidarı ele geçirenler sonradan toplumun iyilik ve yararına hizmet ederek başlangıçtaki meşru olmayan durumlarını meşrulaştırabilirler ve meşruiyet kazanabilirler. İktidarın kullanılış biçimi de meşruiyet ve haklılık kriteri sayılmıştır. Meşru yoldan iktidarı elde eden yöneticiler yetkilerini kötü kullanırlarsa, toplum yararına ters düşen davranışlara yönelirlerse, iktidarları meşruiyetini kaybeder. Meşru olmayan iktidara boyun eğme zorunluluğu da olmaz. Bu durumda suçlu olanlar iktidara boyun eğmeyenler değil, fakat ortak iyilik ve adaletten uzaklaşan yöneticilerdir. St. Thomas ortak iyilik ve adalet ilkelerine o derece önem verir ki, toplum ancak ortak yarara ve adalet ilkelerine bağlı kaldığı sürece yöneticilerini seçme hakkına sahip olur. Toplum, iktidarı yetenekli kişilere veremeyecek derecede bozulmuşsa, onun elinden bu yetki alınmalıdır., GÖZE Ayferi, Siyasi Düşünce Tarihi, İstanbul 1982, s. 96-97.

19 Kanaatimizce Osmanlı uygulamasında bu kurallardan bazıları, devlet yönetimine hakim olan gelenekler, teamüller ve inanışlar vs. olmalıdır

(16)

yitirebilir. İkinci ihtimal ise iktidarın yukarıda belirtilen kural veya teamüllere uymakla birlikte, zamanla toplumda hakim olan meşruluk anlayışının ya da inancının değişebilmesidir. Bu süreçte, hukukî kural ya da teamüllerin toplumsal dayanakları ve etkinlikleri zamanla zayıflamaktadır. Böyle bir durumda siyasi iktidarın meşruiyetinin şeklî temeli açıkça ortadan kalkmamakla beraber, bir meşruluk krizi kendini göstermektedir20.

B. TOPLUMSAL (SOSYO-POLİTİK) MEŞRULUK

Meşruiyet, öncelikle siyasi iktidarın varlık sebebinin yönetilenler için kabul edilebilir bir anlama kavuşturulmasına ve bu doğrultuda halkın (veya tebaanın) rızasına ve onayına dayandırılmasına işaret etmektedir. Buna göre iktidarın tüm emredici ve düzenleyici tasarruflarının toplumca kabul edilmesi ve uyulmasının tek dayanağı meşruiyet olarak belirmektedir. Buradan hareketle siyaset, devlet, iktidar ve egemenliğin söz konusu olduğu her alanın meşruiyet kavramıyla bağlantılı olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim bazı yazarlar meşruiyetin bu anlamda birey-toplum-siyasi iktidar arasındaki ilişkilerin üzerine tesis edildiği ilkeleri, kuralları ve değerleri gösterdiğini ve bu bağlamda hem toplumun hem de siyasi iktidarın bağlı kaldığı bir “üst sözleşme” niteliğinde olduğunu vurgulamaktadırlar. Bu sözleşme, yöneten ve yönetilenlerin karşılıklı rızaya dayalı olarak var olmalarını ve iktidar ilişkisinin sürekliliğini sağlamaktadır21.

Meşruluğun siyasi iktidar için çeşitli fonksiyonlara sahip olduğu dikkate alındığında, iktidarın meşruluğu konusuna farklı yönlerden de bakılması mümkündür. Bunlar başlıca şu şekilde sıralanabilir:

İnsan psikolojisinde; “gerçekleştirilen bir eylem ya da davranışın, toplum tarafından da haklı bulunabilecek bir gerekçeye dayandırılması zorunluluğu” olarak tanımlanan “savunma mekanizmaları” esas itibariyle siyasi iktidarlar için de geçerlidir. Siyasi iktidarlar da kendilerini topluma kabul ettirecekleri haklı gerekçelere sığınmaksızın var olamazlar. Buna bağlı olarak, karar ve tasarruflarının toplum tarafından benimsenen amaçlara uygun olduklarını ileri sürerler. Bu şekilde, haklılıklarına daima sağlam bir dayanak bulmaya çalışacaklardır. Çünkü yönetim sürecinde iktidarların toplum tarafından ortak kriter olarak kabul gören herhangi bir “kanun”a ya da “değer”e göndermede bulunmadan haklılıklarını

20 KAPANİ, s. 82-83.

21 ÇETİN Halis, “İktidar ve Meşruiyet”, Siyaset (ed. Mümtaz’er Türköne), Ankara 2003, s. 42; TEZİÇ Erdoğan, Anayasa Hukuku, İstanbul 2003, s. 89.

(17)

kabul ettirebilmeleri söz konusu değildir22. Belirtilen özellikleri dolayısıyla meşruiyet, her şeyden önce siyasi iktidarın savunma mekanizması ya da referansı olarak ortaya çıkmaktadır.

Bunun yanında meşruiyeti “toplumsal rıza” ve “moral düzen arayışı” olarak değerlendiren düşünceler de bulunmaktadır. Bu çerçevede meşruiyet, siyasi iktidarın otoritesini dayandırdığı ve topluma açıklayarak kendisini bağladığı moral düzen olarak belirmektedir. Öte yandan meşruiyet, bir toplumsal mutabakat derecesidir. Toplumun, kuralları kabul etme ve siyasi iktidarın da bu kurallara adil bir şekilde uyduğuna inanma durumunu ifade etmektedir23. Çünkü siyasi iktidar-yönetilen ilişkilerinde, ahlaki düzenin ve inanç sisteminin dayandığı ya da dayanması gereken hususların belirlenmesi gerekir. Bireylerin bu sistemde “neye göre”, “nasıl” rol alacaklarının ve itaat edeceklerinin açıklığa kavuşturulması ancak meşruiyetle mümkün olabilecektir24. Bu anlamda da meşruiyetin siyasi iktidarın “rehberi”olma özelliğini taşıdığı görülmektedir.

Bir siyasi kavram olarak ise meşruiyet; eylemlerin, ilişkilerin ve iddiaların toplumsal kabul görecek hukukî, etik, zorunlu, gerçekçi, kabul edilebilir ve doğal gerekçelere dayandırılmasına işaret etmektedir25. Böylelikle insanlar; temel kabul ettikleri kanun, kural veya ortak değere göre düşünebilecekler, hareketlerine yön verme imkanı bulabileceklerdir. Dolayısıyla burada da siyasi ilişkiler, davranışlar ve inançların kabul edilebilir kriterlerinin belirlenmesi meşruiyeti biçimlendiren bir faktör olarak ortaya çıkmaktadır. Nitekim söz konusu ilişkiler çerçevesinde Lipson meşruiyeti, “siyasi iktidarın güç kullanma tekeline, halk tarafından temel bir anlaşmaya dayalı olarak muvafakat verilmesidir” şeklinde tanımlamaktadır26. Bu anlamıyla meşruluk, sadece iktidarın ve onun egemenliğinin kurulmasını değil, kurulu iktidarın haklılaştırılmasını ve rasyonel bir zemine oturtulmasını da sağlamaktadır. Buna göre, kurulu düzene olan bağlılığın ilkelerini de içeren meşruiyet, yöneten-yönetilen ilişkisi içerisinde iktidarın, kural ve tasarruflarını toplum karşısında haklı nedenlere bağlayabilmesine işaret eder. Ayrıca yönetilenler, kurulu düzenin egemenliğinin ilkelerine inandıkları ölçüde meşruiyet güçlenecektir.

22 ÇETİN, s. 43.

23 APTER David E, The Politics of Modernization, Chicago 1965, s. 125.

24 HARRIS Marvin, Cannibals and Kings: Origins of Cultures, New York 1991, s. 292.

25 POGGI Gianfranco, The Development of the Modern State: A Sociological İntroduction, Stanford University Press, Stanford 1978, s. 121-122.

(18)

Sözü edilen özelliği dolayısıyla meşruiyetin gerçekte bir toplumsal kontrol mekanizması olarak değerlendirilmesi de mümkündür. Çünkü meşruiyetin temelinde yatan çatışma ya da onu gerekli kılan esas faktör, siyasi iktidarın topluma ve toplumun da siyasi iktidara olan güvensizliğidir. Bu karşılıklı güvensizlik, birbirlerine karşı kontrol mekanizmaları geliştirmelerine neden olmaktadır. Bu bağlamda meşruiyet, siyasi iktidarı gözetleyen ve onu yargılayan toplumsal kontrol mekanizması işlevi görmektedir. Ayrıca bu mekanizma, siyasi iktidarın kendisini bağlayıcı kabul ettiği sorumluluk alanını da belirlemekte olup27 söz konusu kontrol mekanizması sayesinde karşılıklı güvensizliklerin yerini “rıza ve güven ilişkisi” almaktadır.

Rıza ve güven ilişkisinden hareketle meşruiyet sorununun, esas itibariyle iki yönlü bir etkileşim olduğunu ileri sürmek mümkündür. Burada daima göz önünde tutulması gereken nokta; siyasi iktidarın kendisine dayanak olarak gördüğü ilkelerin, değerlerin ya da yasaların, toplum tarafından rıza gösterilmedikçe meşruiyet kazanamayacaklarıdır. Bu çerçevede meşruiyet; yönetilenlerin, kendilerini siyasi sistemin yapısına adapte etme ve iktidarın da ilkeli hareket etme sürecine karşılık gelmektedir. Bu bağlamda; meşruluğun hem yönetilenlerin hem de siyasi iktidarın bağlı kaldığı bir “üst sözleşme olma” niteliği hatırlandığı zaman, her iki tarafın da karşılıklı rızaya dayalı olarak var olmaları gerektiği ortaya çıkmaktadır28.

Meşruiyetin, toplumsal “rıza” ile doğrudan ilişkili olması, onun sadece “rıza” ile gerçekleşebileceği anlamına gelmemelidir. Siyasi iktidar, meşruiyetini sağlamak ve sürdürebilmek için hem “zor”a hem de “rıza”ya başvurmaktadır. Ancak hiçbir siyasi iktidar, meşruluğunu sağlamaya çalışırken sadece zorlamaya ya da sadece rızaya dayanamaz29. Gramsci, meşruiyetin zorlama ve rıza boyutlarını “tahakküm” ve “hegemonya” kavramlarıyla ifade etmektedir. Tahakküm, siyasi iktidarın (otoritenin) zor veya şiddet kullanma yetkisine sahip mekanizmaları vasıtasıyla sağlanmakta ve yönetilenleri şekillendirmektedir. Hegemonya ise daha çok “entelektüel ve moral önderlik” kavramı çerçevesinde oluşan sivil

27 ÇETİN, s. 45. Meşruiyeti karşılıklı bir mekanizma olarak değerlendiren Tunaya şu tanımlamayı getirmektedir: “Meşruluk, belirli bir zaman içinde bir toplumun ideal olarak yaşattığı hukuk fikri,

gerçekleştirmek istediği hukuk düzenidir. Siyasi iktidarın her istediğini yapamayacağını gösteren temel fikirdir. Zorlamalar, emirler ve yasaklar bu fikir uğruna istenir ve uygulanır. Fikir bir zihniyettir, bir dünya görüşüdür, bir ideolojidir. İktidarın kendisini gerçekleştirmekle ödevli saydığı fikir ve etik karışımıdır”, TUNAYA Tarık Zafer, Siyasi Kurumlar ve Anayasa Hukuku, İstanbul 1980, s. 157.

28 ÇETİN, s. 45.

29 ARSLAN Zühtü, “Anayasalar ve Meşruluk Sorunu” Yeni Türkiye 30, Demokratikleşme ve Yeni Anayasa Özel Sayısı II, Ankara 1999, s. 564-571.

(19)

topluma karşılık gelmektedir. Bu bağlamda hegemonya, sivil toplumun eğitimle ilgili, dini veya başka sosyal alanlarda örgütlenmiş kurumlarıyla uygulanmaktadır. Yazara göre devlet (otorite) tahakküm ve hegemonyanın temellendirdiği iki toplumun toplamından ibarettir. O halde devlet = siyasi toplum + sivil toplum’dur. Bu formülde devlet (siyasi iktidar) “zor kullanma zırhıyla donanmış hegemonya”yı ifade etmektedir30.

Buraya kadar yapılan açıklamalar doğrultusunda meşruiyet, özü itibariyle toplumsal mutabakatın gerçekleşmesi olarak belirmektedir. Buna göre meşruiyetin olmazsa olmaz şartı mutabakattır. Dolayısıyla söz konusu kavram; yönetenler ve yönetilenler arasındaki karşılıklı etkileşimin ortak bir uyum zemininde buluşmasıdır. Toplumun çoğunluğunca gönülden benimsenen siyasi iktidarın, önceden belirlenmiş hukuk kurallarına ve toplumsal değer yargılarına dayalı olarak iktidara geldiği ve onu kullandığı yönünde toplumda hakim olan yaygın inanç, meşruiyeti biçimlendirecektir31. Gerçekte yönetenleri iktidara taşıyacak olan da toplumca beslenen yaygın inancın bir yansımasıdır. Günümüzün modern demokrasileri için bu görüşün ne derece gerçekçi olduğu ortadadır. Ancak söz konusu olguların varlığı bile meşruluk kavramının objektif bir kritere dayandırılamayacağı gerçeğini ortaya koymaktadır. Kavramın çok yönlü boyutlara sahip olması, hem yöneten hem de yönetilenler için farklı sayılabilecek değerlendirmelere ve anlayışlara açık olması, onun objektif bir kritere bağlanmasını engellemektedir. Şüphesiz bu gerçek, toplumsal ve siyasi açıdan meşruluğun ne kadar karmaşık ve önemli bir kavram olduğunu vurgulamaktadır. Her ne kadar, üzerinde herkesin mutabakata vardığı objektif bir ölçüsü olmasa bile meşruluk, toplumsal gerçekliğin en önemli vazgeçilmezi olmaya devam edecektir.

III. SİYASİ AÇIDAN MEŞRULUĞUN ÖNEMİ VE FONKSİYONU A. GENEL OLARAK

Siyasi iktidarın meşruluğu problemini, sadece teorik bir problem olarak görmek yerinde bir anlayış değildir. Kavram, her şeyden önce siyasi alanda iktidarın elde edilmesi ve sürdürülebilmesi bakımından çok önemli bir fonksiyona sahip bulunmaktadır. Çünkü adı veya şekli her ne olursa olsun, bir siyasi sistemde yönetilenler, iktidarın meşruluğuna inandıkları ölçüde onun karar ve tasarruflarına iradi olarak uyma eğilimi sergilemektedirler. Böylece, bunları benimseyip kabullenmeyi, onlara uymayı tamamen doğal ve hatta gerekli

30 GRAMSCI Antonio, Selections of Prison Notebooks (translation: Q. Hoare-G. N. Smith), London 1971, s. 12.

(20)

saymaktadırlar. Dolayısıyla yönetilenlerin bu tutumu sürdükçe siyasi iktidar, çok istisnai durumlar dışında, zor kullanma tekeline başvurmaksızın itaati sağlamış olacaktır. Buna karşılık, yönetilenlerin büyük çoğunluğunda siyasi iktidarın meşruluğuna dair inancın zayıf veya düşük olması halinde ise, onun karar ve tasarruflarına kendiliğinden itaat eğilimi sarsılacaktır. İktidar, itaati fiziki güç kullanma ya da şiddet ve tehdit yollarına başvurarak sağlamaya çalışacaktır. Bu karşılıklı etkileşim, meşruluk ile kuvvet kullanma arasında ters bir orantı olduğunu göstermektedir32. Buna göre yönetimin şiddet ve zor kullanma eğilimi arttıkça, yönetilenlerin meşruiyet inancı zayıflayacaktır33. Nitekim siyasi iktidarın karşı konamaz bir güce sahip olması veya buna dayanarak yönetilenlere korku salması, onun meşru olarak kabul edilmesini sağlamayacaktır. Şüphesiz güç ya da şiddet kullanma, siyasi iktidarın özünde bulunmaktadır. Ancak cebir ile kurulan veya sadece zor kullanmaya dayanarak varlığını sürdürmeye çalışan bir egemenliğin, yönetilenlerin gözünde otoriteye dönüşmesi de mümkün görünmemektedir34. Çünkü bir iktidarın elde edilişi, kullanılışı ve el değiştirme şekli o iktidarın kimliğini belirlemektedir. Dolayısıyla zorla ya da zorbalıkla iktidarın ele geçirilmesi iktidarı kullanana haklılık kazandırmayacaktır. Aynı şekilde, meşru yoldan iktidara gelenlerin giderek yetkilerini kötüye kullanmaları veya ortak yarardan uzaklaşmaları da meşruiyetlerini yitirmelerine neden olacaktır35.

İnsanların toplum halinde yaşamaya başladıkları ilkel dönemlerden bugüne kadar katı yönetimler (monarşiler, diktatörlükler) hep varolmuştur. Bu tip rejimler, çoğu zaman yönetilenlere fiziki güç ve zor kullanmaktan çekinmeyen rejimlerdir. Ancak bu durum, onların güçlü olduklarının değil, aksine yönetime egemen olan siyasi iktidarın meşruluk temellerinin zayıflığının bir göstergesidir. Dolayısıyla böyle bir ortamda siyasi iktidar ayakta kalabilmek ve iktidarının sürekliliğini sağlayabilmek için baskı, tehdit ve şiddet uygulamaktan çekinmeyecektir.

32 ARENDT Hannah, Between Past and Future: Eight Exercises in Political Thought, New York 1983, s. 92-93; COICAUD, s. 13; KAPANİ, s. 84-85; HAZIR, s. 68-69.

33 Baskı ve şiddetin yönetilenler üzerindeki etkisi konusunda aşağıdaki hikaye oldukça dikkate değerdir:

“Thai dağının yanından geçerken, Konfüçyüs, bir mezarın başında acı acı ağlayan bir kadına rastladı. Üstat adımlarını hızlandırıp hemen kadına yaklaştı; sonra da Tze-lu’ya kadının ağlamasının nedenini sordurdu. “Senin ağlaman,” dedi Tze-lu kadına, “acı üstüne acı çekenlerin ağlamasına benziyor.” Kadın, “Öyle,” dedi, “bir seferinde kocamın babasını bir kaplan öldürmüştü, sonra bir başka kaplan kocamı öldürdü, şimdi oğlumu da yine bir kaplan öldürdü.” Üstat, “Öyleyse neden bu diyardan gitmiyorsun?” diye sordu. Kadın şu yanıtı verdi: “Burada hükûmet baskısı yok da ondan.” Bunun üzerine Üstat şöyle dedi: “Unutmayın çocuklarım: Baskı yapan hükûmetler kaplanlardan daha dehşet vericidir.”, RUSSELL Bertrand, İktidar (çev. Mete Ergin), İstanbul 2002, s. 280.

34

AĞAOĞULLARI Mehmet Ali/KÖKER Levent, Kral-Devlet ya da Ölümlü Tanrı, Ankara 2000, s. 249-250. 35 AKAD Mehmet/DİNÇKOL (VURAL) Bihterin, Genel Kamu Hukuku, İstanbul 2000, s. 39.

(21)

Ünlü İslam düşünürü İbni Haldun (1334-1406), sözü edilen durumla bağlantılı olarak hükümdarların, tebaalarına karşı kötü muamelelerde bulunmalarının, devlet düzenini bozacağını ve iktidarın toplum gözünde değerini yitireceğini belirtmektedir. Düşünüre göre, toplumun iktidara saygı ve bağlılığı, onun yönetilenlere gösterdiği hoşgörü ve adalet anlayışıyla orantılıdır. Böylece iktidar ancak yönetilenlere nispet edilebilecek ve sadece toplum desteğinden güç alabilecektir36. Dolayısıyla iktidar; tek kişide toplanmış olsa bile, meşruiyetinin temelinde, yönetilenlerin kendisine gösterdiği rıza ve bağlılığının yattığı görülmektedir.

Meşruiyeti, “bir siyasi düzenin tanınma değeri” olarak tanımlayan Habermas, bu tanınmayı “doğru” ve “adil” sıfatlarıyla nitelemektedir. Buna göre bir siyasi otorite, yönetilenler tarafından “doğru” ve “adil” olarak tanındığı takdirde meşruluk kazanabilecektir. Ancak doğruluk ve adalet kavramlarının onları kullananlara göre farklı anlamlar taşıyabileceği de göz ardı edilmemelidir. Nitekim, bu kavramlar onları kullananlar tarafından çarpıtılıp yozlaştırılabilir. En sert diktatörlüklerin bile kendilerini “adil” olarak niteleyebildiklerini tarih göstermektedir. Dolayısıyla bu durum, meşruiyetin ne kadar tartışmalı ve karmaşık bir kavram olduğunu da ortaya koyar: Bir siyasi otorite, kimilerine göre meşru kabul edilemezken, o iktidarın sahipleri hiçbir şekilde meşruiyet sorununun olmadığını iddia edebilmektedirler37. Söz konusu karmaşıklık meşruiyetin bir başka boyutuyla da karşımıza çıkmaktadır: Meşruluk, pratik bir düzlemde, iki tarafı keskin bir bıçağa benzetilebilir. Bu bıçak, siyasi otoriteye karşı olanların elinde “özgürleş(tir)me” gerekçesi, otoriteye karşı olanların elinde ise “itaat” gerekçesi olarak kullanılabilir38. “Meşruluk miti” hükmetmenin önemli bir parçasıdır39.

Yapılan açıklamalar ışığında meşruluğun siyasi sistemler için ne kadar önemli olduğu ortadadır. Bir siyasi iktidar için meşruluğunu kaybetmek, kâbus gibidir. Çünkü bu takdirde

36 “… hükümdarlık ve saltanat uyruğa hasıl olan izafi bir vasıf olup, devlet bile sultan ile uyruk arasında

manevi bir bağ olduğundan, uyruk hükümdara, hükümdar uyruğa nispet edilir. Hükümdar uyruğu olan ve uyruğuna hükmü geçen şahıs demektir. Sultan uyruğu olan kimsedir, uyruk, hükümdarları mevcut olan insan topluluklarıdır. … Hükümdar sert olup halkı şiddetli cezalara çarptırır ve ahalinin kimseye gözükmeyen suç ve kusurlarını arar ve sayar ise ahali korku ve zillet içinde kalır, yalancılık, mekr ve hile yoluna saparak bu cezalardan kurtulmak ister. Bunun sonucu olarak kötü huylar kazanırlar, basiret ve ahlakları bozulur, …”, İBNİ HALDUN, Mukaddime (çev. Zakir Kadiri Ugan), c. I, İstanbul 1990, s. 474-478.

37 HABERMAS Jurgen, “Legitimation Problems in the Modern State”, Communication and the Evolution of Society (Translation: Thomas Mc Carthy), Cambridge 1991, s. 178.

38

ARSLAN, Anayasalar ve Meşruluk… s. 565.

(22)

kaybedilen, “yönetme hakkı” ve “kendisine itaat edilmesini isteme hakkı”dır40. Bu itibarla meşruluk, siyasi iktidarın yönetimini kolaylaştıran, sağlamlaştıran, onu etkili, istikrarlı ve sürekli kılan, çok önemli bir faktör olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sebepledir ki, türü ve şekli ne olursa olsun, iktidar sahipleri her zaman ve her yerde iktidarlarının meşruiyeti inancını yönetilenler arasında yaymak için yoğun çaba harcarlar41. Bu çabalar çok çeşitli gelenek, inanç ve değerler kullanılarak sergilenebileceği gibi, hukukî yollara olağanüstü saygı gösterildiği inancının toplumda yerleştirilmeye çalışılması şeklinde de olabilir. Örneğin, Osmanlı Devleti’nde yeni bir hükümdarın tahta oturuşu, bazı dini ritüellerle bezenmiş olup; bu tür uygulamalar, monarşik temele dayalı geleneksel meşruluğun yaygın olduğu dönemlerde pek çok Avrupa ülkesinde de başvurulan uygulamalar olmuştur. Öte yandan günümüzde halen tanık olunduğu gibi, darbe yoluyla siyasi iktidarı ele geçirenler, şeklen de olsa, iktidarlarını halka dayandırmak amacıyla halkoylamalarına başvurmaktadırlar. Ancak ne tür yöntemlere ya da uygulamalara başvurulursa başvurulsun, bütün bunların işaret ettiği en önemli husus, siyasi iktidarın devamlılığı ve istikrarı için, yönetilenlerin rızasının kesinlikle ihmal edilemeyeceğidir.

B. MEŞRUİYET KRİZİ

Yukarıdaki açıklamalarımızda siyasi iktidar için en önemli dayanağın meşruiyet olduğunu belirtmeye çalıştık. Bu bağlamda sosyal yapı, kültürel değerler, siyasi hedefler, ideolojik söylem ve yönetim anlayışı birbirini tamamlayan meşruiyet unsurları olarak belirmektedir. Dolayısıyla söz konusu unsurlar arasında ortaya çıkacak herhangi bir çatışma veya uyumsuzluk meşruiyet krizini doğuracaktır. Yönetilenlerin, kendilerini ne ölçüde siyasi ve toplumsal bütünlüğün parçaları oldukları hakkında sorgulamaya başlamaları ve aidiyet duygusunun zayıflaması meşruiyet krizinin temel sebebini oluşturmaktadır. Yönetenler açısından ise meşruluk krizi toplumsal ilke ve değerlere yabancılaşmalarını ifade etmektedir. Bu yabancılaşma bir etki-tepki prensibi içerisinde bireylerin ve dolayısıyla toplumun da iktidara yabancılaşmasına yol açmaktadır. Böyle bir durumda yönetilenler, siyasi sorunlar karşısında tepkisiz ya da ilgisiz kalacak veya siyasi sisteme karşı güvensizlik ya da itiraz sesleri yükselecektir42.

40 FLATHMAN Richard E., “Legitimacy”, Companion to Contemporary Political Philosophy (Ed. Robert Goodin-Phillip Pettit), Oxford 1992, s. 527.

41

KAPANİ, s. 85. 42 ÇETİN, s. 60.

(23)

Çağdaş Alman düşünür Habermas, meşruiyet krizinin temelinde, siyasi iktidarın her şeye rağmen, kendi varlığını korumak ve ısrarla sürdürmek amacının yattığını belirtmektedir. Habermas, iktidarın sahip olduğu amaçlarını, ilkelerini, değerlerini ve fikirlerini toplumsal meşruiyeti göz ardı ederek sürdürmeye çalışmasının tehlikelerine işaret eder. Yazara göre; siyasi iktidar ekonomik sınıfların çıkarlarını ve çatışmalarını kontrol altında tutmak ve bunları meşrulaştırmak için, başta ekonomi olmak üzere tüm toplumsal ilişkilere müdahale eder. Elindeki güç kaynaklarını topluma adil dağıtmak yerine, kendine yakın sınıflar arasında bölüştürür. Ayrıca siyasi iktidar, topluma yaptığı müdahaleyi haklılaştırmak için ideolojik bir meşrulaştırmaya başvurur. Bunun ardından, meşruiyet krizine paralel olarak sınıf çatışmaları, bölüşüm uzlaşmazlıkları gibi derin toplumsal krizler baş gösterebilecektir. Bu süreçte siyasi iktidar, dayandığı meşruiyet kriterlerini toplumsal rıza ile birleştirmediğinden, ikna yolunu değil, zorlama ve baskı yöntemlerini kullanacaktır. Doğal olarak bu yöntemler de meşruiyet krizini derinleştirecektir. Böyle bir ortamda sadece hukuken var olabilen bir iktidar, siyasi ve toplumsal yönden meşruiyetini yitirmiş olacaktır. Habermas’a göre bu şekilde derinleşen kriz, gerçekte olan ile olması gereken arasındaki çatışmayı yansıtmaktadır43.

Meşruiyet krizine ilişkin bir başka açıklama da Easton’a aittir. Yazara göre siyasi meşruiyet, toplumun siyasi iktidardan beklenti ve talepleri ile siyasi iktidarın, bu talep ve beklentilere yönelik cevapları arasındaki dengenin sağlanması ile ilgilidir. Buradaki temel sorun, siyasi iktidarın toplumsal bölüşümü, meşru yollarla ve adil bir biçimde sağlayabilmesindedir. Eğer siyasi iktidar toplumun beklentilerine meşru zeminlerde çözümler üretemezse, toplumun siyasi iktidara olan güveni zedelenecektir. Ayrıca toplum, siyasi iktidarın sınırlarını belirlediği ideolojik ilkeleri ve amaçları kabul etmeyebilir. Bunun gibi, siyasi iktidardan kaynaklanan emir ve eylemlere rıza göstermediği ya da mevcut siyasi sistem ve yapıyı şekillendiren normları benimsemediği takdirde de ortada bir meşruluk krizinin bulunduğundan söz edilecektir44.

Meşruluk krizi ile ilgili olarak Sarıbay, bireyi muhatap alan ve siyasi eylemin ahlakiliği veya haklılığı konusunda ona yol gösteren normlara ilişkin bir “siyasi inançlar sistemi”nden söz etmektedir. Yazara göre birey, kendisine yönelen bu “siyasi inanç sistemini” kendi inanç sistemi ile yüzleştirip değerlendirerek, siyasi iktidara itaat edip etmeyeceğine karar verecektir. Yazar, “siyasi inanç sistemi”ni yönetilenlere dair yükümlülüklerin yerine getirilmesinde bir meşruiyet kriteri olarak görmektedir. Buna göre birey, iktidarın “siyasi

43

HABERMAS Jurgen, Legitimation Crisis (translated by: Thomas Mc. Charty), Oxford 1997, s. 68-75. 44 EASTON David, A Systems Analysis of Political Life, New York 1965, s. 122.

(24)

inanç sistemi”ni özümseyebildiği ve onun meşruluğunu kendi inanç sistemiyle uzlaştırabildiği takdirde, yöneten-yönetilen ilişkisinde kendine yer edinebilecektir. Buna karşılık bireyin inanç sistemi ile “siyasi inanç sistemi” birbiriyle çeliştiğinde ise iktidarın inanç sistemini kendisine karşıt olarak görüp onu reddedecektir. Bu reddedişin toplum genelinde yaygınlaşmaya başlamasıyla da meşruiyet krizi ortaya çıkacaktır45.

Yapılan açıklamaların ışığında meşruiyet krizini, yönetilenlerin siyasi iktidardan talep ve beklentileri ve yönetime olan inanç ve güvenleri ile siyasi iktidarın bu beklentilere cevap verebilmesindeki dengenin bozulması olarak ifade edebiliriz.

IV. MEŞRULUĞUN BAZI KAVRAMLARLA İLİŞKİSİ VE MUKAYESESİ A. SİYASİ İKTİDAR, OTORİTE VE MEŞRULUK

Tarih boyunca, gerek antik çağ filozoflarının gerekse modern siyaset bilimci ve sosyologların belki de üzerinde en çok düşünüp yazdıkları kavram “iktidar” kavramı olmuştur. Sözü edilen kavram daima siyasi olayların temel dinamiğini oluşturan, onlara yön veren ve siyasi sürecin anlaşılmasında ve açıklanmasında en önemli rolü üstlenen kavram olagelmiştir. Öyle ki, Bertrand Russel, fizikte enerji nasıl temel bir kavram ise sosyo-politik bilimlerde de iktidarın aynı temel özelliğe sahip olduğunu ileri sürmektedir46.

Böylesine önemli bir kavram olmakla birlikte, iktidarın ne olduğu sorusuna verilmiş pek çok cevap ve tanımlama bulunmaktadır. Nitekim bunlardan biri; iktidarın istediğini yaptırabilme gücü olduğu şeklindedir. İktidar kavramının geniş anlamı esas itibariyle, bir kişi veya topluluğun, başka kişi ya da topluluklar üzerinde kendi isteklerini yaptırabilme gücüne karşılık gelmektedir. Bu tanımdan çıkan sonuç, iktidarın eşitsiz bir ilişkiye dayandığı ve bu eşitsizlikle beraber güç, etki, zor kullanma, baskı, yaptırım ve müdahalenin birlikte geliştiğidir. Dolayısıyla bu anlamıyla iktidar evde baba, işyerinde yönetici, okulda öğretmen, bir kabilede kabile reisi gibi sosyal hayatın her alanında ortaya çıkmaktadır47.

Lipson’a göre iktidar; uyumlu, düzenli eylem ve davranışlarla sonuç elde etme yeteneği veya taraf tutma ya da destekleme eylem ve davranışının ürünü olarak belirmektedir48. Berle ise iktidarı, “İktidar = Bir fikir sistemi + Teşkilat + Propaganda + Para + Kuvvet” şeklinde formüle ederek, bir bakıma siyasi iktidar için gerekli olan unsurları ortaya

45 SARIBAY A. Yaşar, Siyasi Sosyoloji, İstanbul 1998, s. 54-56. 46 RUSSELL, s. 12.

47

ÖZTEKİN Ali, Siyaset Bilimine Giriş, Ankara 2001, s. 10; ÇETİN, s. 36. 48 LİPSON, s. 86.

(25)

koymuştur49. Öte yandan Weber, iktidarı, toplumsal alanda ve sosyal ilişkilerin içinde, bir iradenin ona karşı gelinmesi halinde dahi yürüttüğü üstünlük olarak tanımlarken, yukarıdaki ilişkilere de açıklık getirmektedir50. Benzer şekilde Giddens iktidarı; sosyal ilişkiler çerçevesi içinde bir iradenin, ona karşı gelinmesi halinde dahi yürütülebilmesi imkânı olarak tanımlamaktadır51.

Sözü edilen tanımlamalar gerçekte iktidarın en geniş anlamını yansıtmaktadırlar. Fakat konumuz itibariyle bizi ilgilendiren, “siyasi iktidar” kavramıdır. Siyasi alanda iktidar kavramı, daha dar bir kapsam içinde ele alınmıştır: Ülke, toplum (halk) ve egemenlik unsurlarından meydana gelen devletin, bir bütünlük içerisinde yönetilmesi siyasi iktidarı ifade eder. Bu çerçevede siyasi iktidarı, diğer iktidar türlerinden ayıran en belirleyici özellik, kapsam itibariyle sadece bir kişi ya da topluluk üzerindeki egemenlik yerine, bütün toplum üzerindeki üstün iradeyi temsil ediyor olmasıdır. “En üstün irade” olma niteliğiyle siyasi iktidar esas itibariyle devletle aynı anlama gelmektedir. Çünkü sadece devlet; bir ülke bütünlüğünü oluşturan tüm etnik, sınıfsal, grupsal ve kişisel olguların üzerinde bağlayıcı, etkin ve üstün emretme gücüne sahip bir güç olarak karar alabilmektedir. Ayrıca devlet, elindeki zorlayıcı güçlerle de (kolluk, ordu, yargı) kendi kararlarını, ona karşı gelinmesi halinde dahi uygulatabilme yeteneğine sahip bulunmaktadır52. Dolayısıyla siyasi iktidar, fiziki zor kullanma gücünü elinde bulunduran bir tekel olup; bu tekel, sosyal düzenin sağlanması ve sürekliliği için vazgeçilmez niteliktedir. Sözü edilen niteliğe bağlı olarak, siyasi iktidar dışında hiçbir sosyal iktidarın, meşru olarak kuvvet kullanma yoluna başvurma imkanı yoktur. Çünkü zor kullanma tekelinin siyasi iktidar elinde toplanmaması ya da toplum içindeki diğer gruplar arasında dağılması, anarşinin veya kaosun doğmasına yol açacaktır. Böyle bir durumun varlığı ise sosyal düzenin ya da toplumsal barışın ortadan kalkması anlamına gelecektir.

Bütün bu açıklamaların yanında siyasi iktidar, toplumun ne veya kim adına, nasıl, ne şekilde ve kim tarafından yönetileceği sorularına verilebilecek bir cevap olarak belirmektedir. Nitekim iktidarın kaynağı konusundaki çatışmalar, bu çatışmalar sonucunda ortaya çıkacak güç kullanımı, bu gücün hangi temel esaslara dayalı olarak ve hangi meşru zeminde

49 BERLE Adolf A., İktidar (çev. Nejat Muallimoğlu), İstanbul 1980, s. 5. 50 WEBER Max, Basic Concepts in Sociology, London 1962, s. 117. 51 GIDDENS Anthony; Introduction to Sociology, New York, 1996, s. 220.

52 ÇAM Esat, Siyaset Bilimine Giriş, İstanbul 2000, s. 328-329, 332; ÇETİN, s. 36-37; KAPANİ, s. 49; ÖZTEKİN, s. 11. Benzer açıklamalar için bkz. RUSSELL, s. 37-38.

(26)

kullanılabileceği, toplum düzeninin nasıl kurulabileceği ve bu düzenin nasıl sürdürüleceği gibi konular siyasi iktidarın varlık sebepleridir. Dolayısıyla bu problemleri çözebilecek, onların sınırlarını ya da ölçülerini belirleyebilecek tek alan siyasi iktidardır53. Toplumsal ve siyasi açıdan düşünüldüğünde bu alanın ne kadar devasa olduğu gözden kaçmayacaktır. Birey, devlet (otorite), toplum gibi süjeler, siyasi iktidarı ilgilendiren olgular olup; bu süjeler arasındaki ilişkiler (etkileşim, çatışma) siyasi iktidarın eylem alanını oluşturmaktadır. Söz konusu eylem alanı ise otorite, şiddet, itaat, meşruiyet ve düzen gibi tüm siyasi ilişkileri kapsamaktadır.

Siyasi iktidarın bir diğer önemli niteliği de devamlılık arzeden tek meşru irade özelliği taşımasıdır. Esasen toplumdaki diğer iktidar türleri manevi baskı, disiplin, geleneksel alışkanlıklar ve ikna yeteneği gibi etkenlerle kişiler üzerinde yaptırım gücü elde edebilirler. Ancak bu yaptırımların iktidara dönüşebilmesi için süreklilik taşımaları gereklidir. Gücün sürekliliğini sağlayan unsur ise meşruiyettir. Sadece güce, iknaya, yaptırıma dayanmak veya baskı kurmak siyasi iktidar niteliğini kazanmak bakımından yeterli değildir. Her şeyden önce yönetilenlerin ya da üzerlerinde baskı, zorlama veya yaptırım uygulanan kişilerin; kendilerine bu gücü uygulayan iradeyi en üstün ve en yetkili güç olarak görmeleri gerekir. Ayrıca bu irade yetkisinde haklı, güç kullanma konusunda tekel ve yaptırım uygulama konusunda da meşru kabul edilmelidir. Öte yandan böyle bir kabul tüm ülke geneline yayılmış toplumsal bir rızaya da dayanıyor olmalıdır. Çünkü “rıza” beraberinde itaati de getirecek ve ancak tüm bu şartlar gerçekleştiği takdirde siyasi iktidarın varlığından söz edilebilecektir54.

En ilkel toplumlardan en modern toplumlara kadar hiçbir topluluk, saygı duyduğu bir ilke ya da değer adına siyasi iktidara rıza göstermeden kendisini yönettirmek istemez. Toplum, iktidarın söz konusu “ilke ya da” değere dayandığına inandığı sürece, onun yönetim konusunda haklı olduğunu kabul eder. Bu durum bir çeşit “gönüllü kulluk” olarak nitelendirilebilir. Yönetebilmek için zorlayıcı güce sahip olmak gerekmektedir. Ancak bu zorlayıcı güç, siyasi ilişkinin sadece bir yüzüdür. Bunun yanında, yönetilenlerin yönetenin otoritesini de kabul etmeleri, onu yönetici olarak meşru saymaları gerekir. Dolayısıyla, otoritenin beslemediği bir güç ilişkisine “siyasi iktidar” adı verilemez55.

53 COX Andrew/FURLONG Paul/PAGE Edward, Power in Capitalist Societies, New York 1985, s. 9. 54

ÇAM, s. 322; ÇETİN, s. 38; ÖZTEKİN, s. 11-12; HAZIR, s. 63-63. 55 AKAL, s. 9.

(27)

“Otorite” terimi, iktidar ve siyasi iktidar dışında, siyaset biliminde çok sık kullanılan fakat üzerinde anlaşmaya varılamayan terimlerden biridir. Üstelik bu terim siyasi iktidarla birlikte kullanıldığında anlamı üzerindeki görüşler daha da farklılaşmaktadır.

Bazı yazarlar “otorite” terimini “iktidar”dan farklı bir anlamda kullanmaktadırlar. Örneğin Lipson’ a göre otorite, “meşru iktidar” demektir. Otoritenin meşru iktidar olarak tanınması ise onu kuvvetten ayırmaktadır. Bu doğrultuda otorite herkesçe meşru sayılan iktidar demektir. Bu itibarla belli bir işlemi ya da temsilciyi onaylayanlar, otoritenin müeyyidesini koymakta, otoriteyi onaylamayanlar ise ona katlanmaktadırlar. Buna göre; iktidarla karşılaşan vatandaş ona uyup uymamakta, düşünce ve fiillerine inanıp inanmamakta özgür iken otorite ile karşılaşan vatandaş ona itaat etmekle yükümlü bulunmaktadır. Böylece iktidara karşı koymak meşru, otoriteye karşı koymak ise meşru olmayacaktır. Sonuç itibariyle otorite meşruiyete bürünmüş olan iktidar olarak belirmektedir56.

Esas itibariyle bir iktidarın emir ve kararlarının tartışma konusu yapılmaksızın geçerli sayılması ve onlara uyulması halinde otoritenin varlığından söz edilebilecektir. Bu durum gerçekte, emirlere muhatap olanların (yönetilenlerin), onları veren kimse ya da kimselerin bu konudaki yetkilerini kabul ettikleri anlamına gelmektedir. Söz konusu özelliğe bağlı olarak otorite; kuvvete, zor kullanmaya ve tehdide başvurmaksızın bir iradenin yürütülmesi yeteneğini ifade etmektedir. Böylece, gerektiğinde kuvvete başvurulması durumunda da kuvvet kullanmanın haklılığı ve gerekliliği önceden kabul edilmiş olmaktadır57. Şüphesiz otoritenin etkili olması ya da otoriteye dayanan kanunlara itaat edilmesi için belirli sosyolojik şartların gerçekleşmesi gereklidir. Ancak bir siyasi gücün otorite olabilmesi; öncelikle otorite olma iddiasının geçerliliğini sağlamasına değil, yönetilenlerce kabul görmüş meşruluk kriterlerine uymasına bağlı bulunmaktadır58.

Buradan hareketle, otoritenin bir güç ve kontrol aracı olarak, emir verme ya da insanlar adına karar verme hakkını elinde bulundurmak anlamına geldiği ileri sürülebilir. Esas itibariyle iktidar siyasi ve felsefi bir anlama ve içeriğe yönelik bir tanımlama iken; otorite, psikolojik ve sosyolojik olarak bir etkinliğe ve yetkinliğe işaret etmektedir. Dolayısıyla otorite, öncelikle iktidarın yönetme hakkının yönetilenlerce tanınması ve kabul edilmesidir.

56 LİPSON, s. 87.

57 ZABUNOĞLU Yahya Kazım, Kamu Hukukuna Giriş, Ankara 1973, s. 10; KAPANİ, s. 52-53; HAZIR, s. 62-63; ÖZTEKİN, s. 12; BALI, s. 92; Benzer görüşler için bkz. TOPAL Mustafa, Ulusu Düşünmek, Ankara 2003, s. 209-210.

Referanslar

Benzer Belgeler

tarafından başarısız olması, Osmanlı Devletinin Hristiyanların bir araya gelme fikri hakkında çeşitli önlemler bulması, sayıca fazla olan Hristiyan bölgelerini

Bundan dolayı, kötülük, varlık cetvelinde gerçekten var olan pozitif bir şey olmayıp şeylerin doğal düzenlerinden uzaklaşmaları, normalde var olması

• Toplam nüfus içinde şehir nüfusu oranının artışı, yiyecek üretmeyen işgücünün oransal olarak arttığını yani daha az çiftçinin daha fazla nüfusu

1 Osmanlı Devleti’nde Siyasal ve Toplumsal Yapı; Klasik Osmanlı Düzeninde Değişim ve Gerileme; Fransız Devrimi ve Osmanlı Devleti’ne Etkisi Osmanlı Devleti’nde Siyasal

Cumhuriyet Halk Partisi grubu adına konuşan Emin Paksüt, 27 Mayıs gününün Türk milleti tarafından ilk olarak müdahalenin gerçekleştirildiği 27 Mayıs 1960

Münci Kapani, Politika Bilimine Giriş, 25.b., Bilgi Yayınevi, Ankara 2010, s. Ahmet Mumcu), İnkılap Kitabevi, İstanbul 2002.. “Siyasal İktidar” Konusu için

a) Kapsam: Siyasal iktidar, diğer iktidarlardan kapsam bakımından farklıdır. Her şeyden önce, alan bakımından onlara göre çok daha geniş bir alanı kaplar. Bu alan

Bu dönemde yapılan bir çok kanun ve karar, tek parti iktidarının yerleşmesi açısından önemli birer araç olarak değerlendirilebileceği gibi, yeni merkezi değerler