• Sonuç bulunamadı

Oğuz ELBAŞ

Türk

geleneklerinde devletin egemenlik sembolü olarak değerlendirilen mehterin başlıca işlevleri, savaşta;

askeri birliklerin hareketlerine yön vermek, düşmanda korku duygusu yaratmak, barışta; devletin iktidarının devamlılığını hissettirebilmek, halka moral vermektir.

Çok farklı tanımları yapılmış olan Mehter, Farsça’da en ulu, en büyük anlamına gelen “Mihter” ya da “Mihtar” kelimesinden türemiştir. Bu kelimenin Osmanlılar tarafından ne zaman kullanılmaya başladığını bilinmemektedir.

“Mehter”i tanımlarken onu var eden ya da meydana gelmesine gerekçe olan üç sembol öne çıkar.

Bu üç önemli sembol, Otağ, Tuğ ve Davul’dur.

Türk devletlerinde bayrak (tuğ) ve davul, hakanın ya da başkomutanın otağının önünde dururdu.

Savaş sırasında bu davulların çalmaya başlaması, savaşın da başladığı anlamına geliyor ve en zorlu çatışmalar, sancak altında ve davulun yanında geçiyordu. Davul ve sancağın düşman eline geçmesi, devletin en önemli simgelerinin ya da onu var eden değerlerin yitirilmesi ve bu da savaşın kaybedil-mesi anlamına geliyordu. Ayrıca bir zaferin arkasından çalınan kös, bir anlamda, zaferi duyurmanın da aracı olurken, bir ölüm ya da kötü haberin ardından çalınan kös de yaşanan yasın duyurulması anlamına geliyordu.

Selçuklular döneminde gelişimini sürdüren Mehterde, çalgı türleri zenginleşmeye başlamış, sayıları artmıştır. Mehter Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşadığı gelişim süreci sonunda en güçlü ve görkemli donanımına ulaşarak önemli ve değerli bir yapı haline gelmiş ve yine aynı dönemde mis-yonunu tamamlayarak onu var eden değerleriyle tarihteki yerini almıştır.

ANADOLU’NUN SIRLI SESi: MÜZİĞİYLE ANKARA

Osmanlı saray teşkilatında iki farklı Mehterhane bulunmaktaydı. Bunlardan ilki “Mehteran-ı Tabl ü Âlem Hassa”, “Mehterhane-i Al-i Osman”, “Cemaat-i Mehterhane-i Âlem” ya da “Çalıcı Meh-ter” diğeri ise “Mehterhane-i Âmire” ya da “Mehterhane-i Hayme” yani “Çadır Mehteri” adını ta-şımaktaydı.1

Mehterhaneler kanunnameler ile kurulmuştur. Örgütün devlet katındaki yerini ve görevlerini açık-layabilmek amacıyla çeşitli dönemlerde kanunnameler çıkarılmıştır. İlk kanun Sultan Osman döne-minde çıkarılmış ve mehtere saray törenlerinde, namaz vakitlerinde, divan toplantılarında padişaha eşlik etme görevi verilmiştir. Buna göre mehterhane, sabah, ikindi ve akşam vakitlerinde düzenli olarak nevbet vuruyor, görev tamamlandığında da sultanın sağlığı ve iyiliği için dua ediliyordu.

Diğer taraftan Mehter, savaş ve fetih ruhunu güçlendirmek için seferde sultana eşlik ediyordu. Bir diğer kanun da Fatih Sultan Mehmet tarafından konmuştur.2

17. ve 18’inci yüzyıllarda yaşayan tüm padişahlar, devletin kurulduğu andan itibaren süre gelmekte olan bu kurumu, çeşitli değişiklikler yapıp, kendilerinin de koyduğu yeni kurallar ve yasalar ile ya-şattılar. Padişahlar ve vezirlerin dışında, askeri ve idari işleri yürüten devletin ileri gelenlerinin de, konumlarının önemine göre; üst düzeyde olanların çok katlı ve alt düzeyde olanların ise daha az katlı mehterleri vardı. Kanuni Sultan Süleyman zamanında düzenlenen yasalar ile yeni birimlere, bu arada Osmanlı Deniz Kuvvetlerine de mehter takımı kurma hakkı verildi. Divan-ı Hümayûn üyesi olan Kaptan Paşalar, kendi örgütleri içinde Mehter takımı kurdular. Donanmanın sefere çıkışında, savaş anında ve elde edilen zafer sonrasında gemilerde nevbet vurdururlardı.

Mehterhane, Yeniçeri ocağının kaldırılmasına kadar çeşitli değişikliklerle varlığını ve saray-daki saygın yerini korumuştur. Mehter musi-kisi, klasik Türk musikisindeki makam ve usul-lerin kullanıldığı teksesli bir musikidir. Peşrev, semai, nakış, cengi harbi, murabba, kalenderi gibi formları vardır. Mehterhane`nin repertu-arında bunlardan başka serhat türküleri de yer almıştır. Buna karşılık, bazı mehter peşrevleri de fasıl müziğinde çalınmıştır.

1 Osmanlı çadırları/ Mehterhane-i Hayme 2 a.g.e.

Mehter musikisi, bu kurumda görevli müzisyenler tarafından bestelenmiş ya da meydana getirilmiş-tir. Günümüze ulaşan mehter musikilerinin en eskileri arasında Nefiri Behram, Emir-i Hac, Hasan Can ve II. Gazi Giray gibi 16’ncı yüzyıl bestecilerinin yapıtları yer almaktadır. Notası bulunan ya-pıtların önemli kısmı 17. yüzyıldan kalmıştır. Belli başlı Mehter musikisi bestecileri arasında Zur-nazen Edirneli Dağı Ahmed Çelebi, ZurZur-nazen başı İbrahim Ağa, Müstakim Ağa, Ham mali ve Şah Murad sıralanabilir. Hızır Ağa da 18’inci yüzyılın en önemli mehter bestecileri arasındadır. 16’ncı ve 17. yüzyılın çoğu peşrev formunda olan yapıtlarından bazıları, Ali Ufki Bey`in ünlü derlemesi Mecmua-i Saz ü Söz ve Kantemiroğlu Edvarı adıyla tanınan Kitabı İlmi’l-Musiki alâ Vechi’l-Hu-rufat aracılığıyla günümüze ulaşmıştır.

Günümüzde çalınan Mehter musikilerinin büyük bölümünü besteleyenler, bilgi ve duygu dağar-cıklarında ne varsa onları temel alarak yeni bir mehter musikisi yaratmışlardır. Yirminci yüzyılın başlarında yaşanan süreçte yükselen sosyal anlayış ve gelenekleri yeniden canlandırma isteği mehter musikisini yeniden hayata geçirme çabalarını doğursa da sonuçta ortaya çıkan ürünlerin, gerçeğiyle benzer olduğu söylemek mümkün değildir. Yeni mehter, bir tür bando gibi yalnızca gösteri amaçlı işlev görmekte, özellikle bayramlarda ya da özel günlerde milli duyguları harekete geçirmek, coşku-yu artırmak gibi görevleri yerine getirmektedir.

Yaptığı reformlarla merkezi ve güçlü bir devlet kurmak isteyen II. Mahmud, Osmanlı imparatorluğu-nun yapısında köklü değişikliklere geçmiş ve askeri örgütün alt yapısını oluşturan sınıfların tamamı-nı ortadan kaldırmıştır. Bu yeni yaklaşım, yeniçeri ocağıtamamı-nın doğal bir üyesi olan Mehterin saraydaki kurumsal yapısının da sonunu getirmiştir. Onu var eden tüm değerleri ve tarihi misyonuyla birlikte devlet bünyesindeki resmi yapılanması ortadan kaldırmıştır. Ancak Mehter, saray ya da devlet yapılan-ması dışındaki işlevlerine bir süre daha devam etmiştir. Saraydaki bir diğer gelişme ise, Mehterhanenin yerine, Avrupa ya da Frenk usulü bir “Bando” oluşturulması yönünde bir çalışmanın başlatılmasıdır.

Mehterhane kapatıldıktan sonra ortaya çıkan boşluğun nasıl doldurulacağı konusu karmaşık bir durumdur. Bu süreçte ortaya çıkan batılılaşma çabaları ya da Osmanlı’da yaşanmakta olan moder-nizasyon sonrasında ilk akla gelen, çok sesli yapısıyla Avrupa bandosu olmuştur. Konuyu bir başka ifadeyle açıklamaya çalışırsak Mehter yerine; batı dünyası tarafından Osmanlının askeri musikisi temel alınarak meydana getirilen Bando, örnek alınmıştır. Bir tür metamorfoz olarak da değerlen-direbileceğimiz bu yaklaşımla Mehter, oluşumuna gerekçe olduğu yapıya dönüştürülmüştür. Ancak özellikle başlangıçta, sınırlı sayıda yürütülen çalışmaları ayrı tutacak olursak geleneksel yapıda çok-sesli bir anlayışın olmamasının yaratacağı sorunlar oldukça önemlidir. Mehterhane müzisyenlerinin yerine gelen ve yeni kurulacak topluluk için yetişecek müzisyenler, hiç alışık olmadıkları yepyeni bir müzik yazısını, Avrupa notasını öğrenmek, yepyeni bir anlayışla yazılmış olan müzikleri kavramak ve çalmak zorundaydılar. Bu durum, onlar için gerçekten zorluklar ve güçlüklerle dolu bir yolu gös-teriyordu. Eğitimin de verildiği Mehterhanenin yerini ise yeni müzik okulu ve musikinin kurum-sal yapılanmasını sağlayan Musika-i Hümayun almıştır. Sultan II. Mahmud İstanbul’da Mekteb-i Harbiye (Harp Okulu), Mekteb-i Tıbbiye (Tıp Fakültesi) okullarının açılmasından önce Mehter-hanelerin yerine, Türk askeri bandoculuğunu o devrin ileri ülkelerindeki standartlara göre yeniden örgütlemek üzere, 1826 yılında Musika-i Hümayun’u kurdurmuştur.3

II. Mahmud ile yürürlüğe konan Osmanlı devletinin yeniden yapılanması sürecinde çok sesli mü-ziğin bir örneği olarak benimsenen bandodan; askeri yapıda mehterin görevlerini yerine getirmesi beklenmiştir. Bandonun oluşum sürecinin başlarında Türk ve yabancı misyondan yönetime getirilen müzik adamlardan istenilen başarı elde edilememiştir. Bu gelişmeler sonunda II. Mahmud, İtalyan müziğinin Avrupa’da ön sıralarda yer aldığını düşünerek; o dönemin musiki sanatında reformlar

ya-3 Dr. Ercan Yenal makalesi

ANADOLU’NUN SIRLI SESi: MÜZİĞİYLE ANKARA

pabilecek ve konuyla ilgili örgütleri yeniden düzenleyebilecek bir yöne-tici arayışına girmiştir. Sonuçta Gi-useppe Donizetti isimli bir İtalyan üstat bulunmuş ve “Istruttore Ge-nerale de le Musiche Imperiali Ot-tomane” / “Osmanlı İmparatorluğu Mızıkaları Genel Müzik Eğitmeni”

ya da Gazimihal’in ifadesiyle “Os-manlı Saltanat Muzıkalarının Baş Ustakârı” unvanıyla, 1828 tarihin-de tarihin-devlete ait yelkenli bir gemiyle uzun ve yorucu bir yolculuktan son-ra İstanbul’a getirilmiştir4.

Donizetti, padişahın talimatlarıyla başladığı yeni görevinde, kendi mü-zik anlayışını Mehter gibi güçlü bir kültürün yerine inşa etmek zo-runda kalmıştır. Osmanlı bandolarının yeni şefi, köklü bir geçmi-şi ve alışkanlıkları olan bir yapıda göreve başlıyor; bir taraftan

geleneksel musiki değerlerin değiştirilip uyarlanması konu-sunda çözümler üretme çabası içine giriyor, diğer taraftan

müzisyen seçimi, repertuvar, çalgılar ve giysiler gibi konular üzerine yoğun bir çalışmaya başlıyordu. Onun için, hiç alışık olmadığı yepyeni bir dünya ve değiştirilmesi oldukça zor, köklü geleneksel değerler gibi aşılması gereken çok önemli engeller bulunmaktaydı. Tüm bunları çözüme kavuşturmak hiçte kolay değildi. Emre Aracı “Donizetti” isimli kitabında bir söylentiden söz eder, buna göre yeni bando şefiyle yapılan kontratta eğitim sırasında gerektiği takdirde kırbaç dahi kullan-masına izin veren bir madde bulunmaktadır. Saray, bu yeni yönetici-nin yetkilerini oldukça geniş tutmuş ve kendisinden başarı beklemiştir.

Başlangıçta bu eğitim oldukça sıkıntılı olmuş, yaşanan güçlükler karşısında Donizetti, İtalya’ya geri dönmeyi dahi düşünecek noktaya gelmiştir. Ancak devreye bizzat padişah girerek sorunların çözülmesini sağlamış ve eğitimi rahatlatacak yeni yöntemler bulunmaya başlanmıştır. Enderun’da eğitim alan ve saray çevresinin önde gelen ailelerine mensup beylerden oluşan elit bir grup, Musika-i Hümayun’a çok sesli müzik öğrencisi olarak seçilmiştir.

Çok sesli müzik çalışmaları, Musika-i Hümayun bünyesinde; kuruluşundan sonra geçen kısa sayıla-bilecek bir süre içinde hızla başlamış, yeni çalgılar ve repertuar edinilmiş, yoğun çalışmalar ve prova-lar sonunda geleneksel yapıdan yepyeni bir yapıya dönüştürülmüştür. Artık tek sesten çok sese geçil-me yolunda önemli adımlar atılmıştır. Saraya ait devlet törenlerinde görev alan Musika-i Hümayun, aynı zamanda askeri bir bando okulu olarak da, diğer ordu bandolarının icracı personelini yetiştirmek üzere 23 Kasım 1831 yılında Askeri Mızıka Okulu’nu açmıştır. 1993 yılından itibaren bu tarih; “S. K.

Mızıka Astsubay Hazırlama ve Sınıf Okulu’nun Kuruluş Yıldönümü” olarak kutlanmaktadır.

Musika-i Hümayun’un Donizetti Paşa yönetimde başlatılan yapılanması; oluşum, gelişim ve de-ğişim evreleriyle devam etmiştir. Bu yeni kurulan yapı, II. Mahmud’tan sonra gelen padişahların musikiye verdiği önem oranında devlet içinde, giderek büyüyerek çalışmalarını sürdürmüştür.

4 Emre Aracı, Donizetti Paşa

Giuseppe Donizetti

Musika-i Hümayun bünyesinde İstanbul’un genç müzisyenleri de giderek öne çıkmaya başlamışlar, önce bando ve orkestralarda görev almaya başlamışlar, süre içinde değişen şartlar ile beraber yöne-time kadar ulaşmışlardır. Bu müzisyenler arasında Mehmet Ali Bey, Ahmet Necip Paşa, Miralay Saffet Atabinen, Zati Arca, Osman Zeki Üngör ve Veli Kanık önde gelen isimlerdir.

Zaman içinde Musika-i Hümayun bünyesinde farklı müzikal yapılar, Armoni (Bando), Filarmoni Orkestraları, Fasıl Heyeti ve Müezzinan şeklinde kendi kollarını kurmuşlardır. Her birim ken-di kadrolarını ve müziğini oluşturarak çalışmalarını sürdürmüştür. Bunların dışında opera, operet, tiyatro, ortaoyunu, cambaz, karagöz-hokkabaz-kukla gibi çağdaş ve geleneksel anlayıştaki çeşitli müzik ve sahne sanatlarından farklı kollar da bu yapı içinde kendilerine yer bulmuşlardır. Bu müzik topluluklarından orkestra; şefliği ve Beethoven senfonileriyle birlikte birçok partisyon uyarlaması Zeki Bey tarafından yapılarak, Birinci Dünya Savaşı sonrasında 17 Aralık 1917 ile 31 Ocak 1918 tarihleri arasında Kızılay ve Kızılhaç yararına Dresden ve Viyana gibi şehirlerde çeşitli konserler vererek büyük beğeni kazanmıştır.