• Sonuç bulunamadı

KISALTMALAR LİSTESİ

Belgede BOSNA HERSEK ÖRNEĞİ (sayfa 21-40)

AB Avrupa Birliği

ABD Amerika Birleşik Devletleri

AGIT Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ASEAN Association of Southeast Asian Nations

AT Avrupa Topluluğu

ATPSM Agricultural Trade Policy Simulation BDT Bağımsız Devletler Topluluğu

BH Bosna Hersek

BIH Bosnia i Herzegovina BM Birleşmiş Milletler

CEFTA Orta Avrupa Serbest Ticaret Anlaşması CMEA Council for Mutual Economic Assistance CIA Central Intelligence Agency

DBA Dayton Barış Antlaşması DEİK Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu

DESUS Slovenya Emekçileri Demokrat Partisi DOS The Democratic Opposition of Serbia DRP Demokratik Refah Partisi

DTM Dış Ticaret Müsteşarlığı

DTÖ Dünya Ticaret Örgütü

EBRD Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası EFTA Avrupa Serbest Ticaret Alanı EIU Economist Intelligence Unit

FBIH Bosna Hersek Federasyonu

FIAS Foreign Investment Advisory Service FIPA Foreign Investment Promotion Agency FRY Yugoslav Federal Cumhuriyeti

FTA Free Trade Agreement

FYROM Makedonya Federal Yugoslav Cumhuriyeti

GWh Gegawatt

GSMH Gayri Safi Milli Hasıla GSYİH Gayri Safi Yurtiçi Hasıla HDZ Hırvatistan Demokrasi Birliği HRK Hırvatistan Kunası

HZ Hırvatistan Demiryolları

IBRD International Bank for Reconstruction and Development IFC Uluslararası Finans Kurumu

ILO Uluslararası Çalışma Örgütü IMF International Monetary Fund INA Hırvatistan Milli Petrol Şirketi

IT Bilgi Teknolojisi

IPA International Promotion Agency İGEME İhracatı Geliştirme Merkezi İZTO İzmir Ticaret Odası

JNA Yugoslavya Ordusu

KFOR Kosovo Force

KM Konvertible Mark

KMO Kaizer-Meyer-Olkin

KOSGEB Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi Geliştirme ve Destekleme İdaresi LCY League of Communists of Yugoslavia

MAAK Pan-Makedon Hareketi

MBDP Makedon Ulusal Birliği Cephesi

MBO Hedeflerle Yönetim

MKD Makedonya Dinarı

MÖ Milattan Önce

MS Milattan Sonra

MW MegaWatt

NAFTA Kuzey Amerika Ülkeleri Serbest Ticaret Anlaşması NATO North Atlantic Treaty Organization

NSİ Yeni Slovenya Partisi

RS Republica Srpska

RSD Sırbistan Dinarı

SAA İstikrar ve İşbirliği Anlaşması SDS Sloven Demokrat Partisi SEC Slovene Export Corporation

SFRY Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti SLS Sloven Halk Partisi

SPSS Statistical Package for the Social Sciences STA Serbest Ticaret Anlaşması

STB Serbest Ticaret Bölgesi

TC Türkiye Cumhuriyeti

TİKA Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi TKY Toplam Kalite Yönetimi

TOBB Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği TUİK Türkiye İstatistik Kurumu

UN Birleşmiş Milletler

YSFC Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti

WTO Dünya Ticaret Örgütü

GİRİŞ

Dünya ekonomisinin yapısının, 19.yüzyıldan günümüze kadar uzanan geniş zaman diliminde farklı özelliklere ve boyutlara sahip olduğu görülmektedir. Yaşanan gelişmeler, dünya ekonomisini büyük ölçüde etkilemiş ve sermaye hareketlerini yönlendirmiştir.

19.yüzyıl ortalarında kapitalizmin doğuş evresinde ulusal planda işbölümünün pekiştirilmesi ve tarım kesiminden yeni oluşan sanayi kesimine akın eden işgücünün yoğun sömürü altında çalıştırılması mutlak artıdeğerin gerek oransal, gerekse miktar olarak artmasını sağlamıştır. Ancak, artıdeğerdeki artış ve işbölümünün gelişmesi, piyasanın boyutlarıyla kısıtlanmıştır. Sermaye birikiminin hızlandırılması, yani toplam artıdeğer kütlesinin artırılması için dış pazarlara yönelmek kaçınılmaz olmuştur. Yani, sermaye ve mal kavramlarının uluslararasılaşması gündeme gelmiştir. Dış ticaretin geliştirilmesi mutlak artıdeğerin elde edilmesinde karşılaşılan kısıtlamaları kaldırmak ve göreli artıdeğere ulaşmak için gerekli olmuştur.

Sermaye hareketleri bu dönemde daha çok portföy yatırım biçiminde gerçekleşmiştir. Bu tür yatırımlarda sermaye ihraç eden ülkelerdeki tasarruf sahipleri sermaye piyasası aracılığıyla tasarruflarını mali rantabilitenin daha yüksek olduğu ülkelere aktarmıştır. Bu esnada, tasarruf sahibi ile yatırımcı arasında doğrudan ilişki kurulmamakta, tasarruf sahibi yatırımcıyı denetlememektedir. 19.yüzyılda mal-sermaye ve para-mal-sermayenin yanı sıra üretken mal-sermayenin de uluslararasılaşmaya başladığını belirtmek yanlış olmaz. İngiltere ve Fransa’nın ihraç ettiği sermayenin büyük bölümünün Avrupa ülkelerine veya ABD, Kanada ve Avustralya gibi Avrupa kökenli nüfusun toplandığı ülkelere yöneldiği görülmektedir. Sermaye ihracı, para-sermayenin ulusal sınırlar içinde yeterli rantabiliteye sahip olamamasından ve artıdeğer oranının düşmesinden kaynaklanmaktadır. Avrupa ülkeleri ve Avrupa kökenli nüfusun toplandığı sömürgeler, eski devletler ve Latin Amerika’ya bu dönemde aktarılan sermayenin mali rantabiliteleri arasındaki farklılıkları belirgindir.

Özellikle sömürgeler gelişen Avrupa sanayine kaynak aktarmış ve bunun yanında geniş bir pazar oluşturmuştur.

Ekonomik krizlerle birlikte kapitalizmin niteliğinde yapısal bir dönüşüm gerçekleşmeye başlamıştır. Kriz öncesi dönemde, teorik modelin öngördüğü tam ve mükemmel rekabetin yerini, François Perroux’un deyişiyle “uygulanabilir rekabet”

almış, sermaye birikimi rejimi uygulanabilir rekabet temelinde düzenlenmiştir.

19.yüzyılın sonlarına doğru gerek sanayi, gerekse bankacılık sektörlerinde yoğunlaşma süreci yaşanmış ve sınaî sermaye ile bankacılık sermayesi arasında bağlantılar kurulmaya başlanmıştır. Sanayileşme süreci, ilk olarak, özellikle dokumacılık sektöründe filizlenip gelişmiş, ikinci sanayileşme dalgasına ise sektöre egemen olmayı sürdüren küçük aile işletmeleri değil, büyük ölçekli işletmeler önderlik etmiştir. Bu tür işletmeler kimya ve elektrik sanayilerindeki dönüşümlerin gerçekleşmesini sağlamıştır. Büyük ölçekli işletmeler yeni teknolojiyi kullanarak üretim olanağını yakalamışlardır. Demiryolu ağının gelişmesi, genişlemesi ve bu alandaki yatırımlar sermayenin yoğunlaşmasını hızlandıran önemli etkenlerden bir tanesidir.

Güçler arasındaki pazar paylaşımından kaynaklanan I. Dünya Savaşı’nın ardından özellikle 1923-1928 yılları arasında yaşanan ekonomik gelişmeler, sermaye birikiminde beliren tıkanıklıkların doruk noktasına ulaşması sonucunda yerini büyük krize bırakmıştır. Bu dönemde yaşanan dünya ekonomik krizinin aşılması yolundaki müdahaleci politikalar sayesinde biraz toparlanan dünya, II. Dünya Savaşı öncesinde belirli bir ekonomik genişleme yaşamıştır. Savaş döneminde savaştan uzakta kalan Latin Amerika başta olmak üzere bazı bölge ve sömürgelerin kazanç sağladıkları görülmüştür. Savaşa giren ülkelerin besin maddesi, hammadde ve araç gereç ihtiyaçları, bu yörelere yönelik talebin artmasında ve hatta sanayileşmenin artmasında büyük rol oynamıştır. Savaş döneminde elde edilen gelir sayesinde iç tasarruf hacminin artması yerel sanayinin finanse edilmesini mümkün hale getirmiştir. Dış talebe dayalı birikim ve büyüme modelinin terk edilmesi için gereken koşullar yaşanan ekonomik krizlerle bir araya gelmiştir. Krize bağlı olarak dış ticarette beliren tıkanıklıklar bu ülkelerin büyük bölümünün ithalat kapasitesini büyük ölçüde kısmıştır. Hatta bazı ülkelerde kapasite daralması %50’lere ulaşmıştır.

Bu gelişme daha önce ithal edilen ürünlerin ülke içinde üretilmesi için gerekli ve uygun zemini oluşturmuştur. Nitekim ithal ikamesine dayalı sanayileşmenin

temelleri Latin Amerika ve Türkiye’de bu dönemde atılmış ve sanayileşme giderek gelişmiş ve yaygınlaşmıştır. II. Dünya Savaşı boyunca ve sonrasında hammadde fiyatlarının önemli oranda yükselmesi ithal ikamesine dayalı sanayileşmenin sürdürülmesini olanaklı kılmıştır.

II. Dünya Savaşı sürerken, savaş sonrasında kurulacak yeni ekonomik düzen ve uluslararası işbölümü planlanmış ve uygulamaya konmuştur. Bir yandan Almanya, İtalya ve Japonya gibi ülkelerin benimsemiş oldukları aşırı sağcı ve ırkçı görüşlerin sonucunda yaratmak istedikleri yeni ekonomik düzen, diğer yandan SSCB’nin sosyalist rejime dayalı yeni düzen önerisi, diğer taraftan az gelişmiş ülkelerin oluşturdukları geniş yelpaze ve kapitalist tarafta da ABD’nin önderliğinde kurulması önerilen yeni ekonomik düzen, farklı arayışları ve dünya ekonomisinin geleceğini şekillendiren tercihleri yaratmıştır. Savaş ertesinden 1960’lı yılların sonlarında belirmeye başlayan krize uzanan zaman diliminde sermaye birikiminin hızlı olduğu, yerel ve kısmi durgunluklar dışında global nitelikte tıkanıklıkların yaşanmadığı, birikimin altın çağını yaşadığı bir gerçektir.

1980’lerden sonra ortaya çıkan ve günümüzde de devam eden yeni değişim süreci ise, daha önceki değişim sürecinden oldukça farklı ve heyecan vericidir.

Teknoloji değişmekte, istihdam şekilleri değişmekte, ürünler ve hizmetler farklılaşmakta fakat köklü bir değişiklik henüz olmamaktadır. 19. yüzyılda olduğu gibi sanayide de bunun aynısını başarabilmek için bir davranış devrimine ihtiyaç vardır. Çoğu uzmana göre ekonominin şu anda ortaya çıkardığı işsizlik, sosyal güvenlik yetersizliği ve eşitsizliğin ortadan kaldırılması için kontrol edilip planlanması gerekmektedir.

Dünya ekonomisinin şekillendirildiği son yıllar incelendiğinde, elli yıl önceden beri etkin olmaya başlayan yeni-muhafazakâr söylemlerin ve politikaların, reel ve mali sektörlerde kapitalist çıkarların ön plana alındığı doğrudan dış yatırım esaslı yeni düzenlemelerle yer değiştirdiği kolaylıkla görülebilecektir. Ancak bu aşamada, doğrudan dış yatırım kavramına ve gelişimine odaklanmak faydalı olacaktır.

Doğrudan dış yatırım (Foreign Direct Investment), bir şirketin faaliyetlerini, kurulu bulunduğu ülkenin sınırlarının ötesine yaymak üzere, ana merkezinin

dışındaki ülkelerde yeni bir şirket kurması veya mevcut şirketlerin hisselerini satın almasıdır. Teknik anlamda doğrudan yatırımlar, uluslararası portföy hareketlerinden farklı olarak, sermaye transferinin yanında yönetsel kontrolünü de gerektirmektedir.

Uluslararası sermaye akımlarının bir türünü oluşturan doğrudan yatırımlar, üretime dönük yapıları ile yatırım yapılan ülkeye kaynak girişinin yanı sıra teknoloji, yönetim bilgisi ve ticari sırların da transfer edilmesini sağlamaktadır.

Bu nedenle, ülkeler tarafından daha fazla doğrudan yatırım çekebilmek amacıyla, yatırım ortamının iyileştirilmesine önem gösterilmektedir. Böylelikle, bir yandan ekonomik entegrasyonun getirdiği liberalleşme hareketlerinin kaçınılmaz sonucu olarak, bir yandan da istikrarlı yapıları nedeniyle ülkeye kaynak girişi bakımından tercih edilen sermaye akımı olarak doğrudan yatırımlar ve aktörleri çok uluslu şirketler, 1980 yılından itibaren dünya ekonomisini yönlendiren en önemli sınır ötesi faaliyetlerden birini oluşturmaktadırlar.

Dünya genelindeki doğrudan yatırım hareketlerinin büyük çoğunluğu, gelişmiş ülke merkezli çok uluslu şirketler tarafından yürütülmektedir. Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı'nın (United Nations Conference on Trade and Development, UNCTAD) (2005) istatistiklerine göre, 2004 yılındaki doğrudan yatırım girişlerinin %59’u gelişmiş ülkelere, %26’sı ise gelişmekte olan ülkelere gerçekleştirilmiştir. Bu yıl içerisinde, doğrudan yatırım çıkışının %87’si gelişmiş ülke, %11’i ise gelişmekte olan ülke kaynaklıdır. 2003 yılındaki doğrudan yatırım çıkışının %5’i gelişmekte olan ülkeler tarafından gerçekleştirilmiş olup, bu durum gelişmekte olan ülkelerin doğrudan dış yatırımlarının ve gelişmekte olan ülke merkezli çok uluslu şirketlerin giderek daha fazla önem kazandığını göstermektedir.

Sermaye birikimini hızlandıran ABD’nin yoğun biçimde dış yatırıma yöneldiği gözlenmektedir. ABD bir yandan yeni pazarlara ulaşmak veya daha önce girmiş olduğu pazarlarda konumunu güçlendirmeyi, diğer yandan ise yatırım yaptığı ülkelerdeki düşük üretim maliyetinden yararlanarak üretimini artırmayı hedeflemiştir. Yatırımların uluslararasılaşmasında ABD’nin stratejisi veya hedefleri belirleyici olmuştur. Batı Avrupa ve Japonya, ABD’yi 1960’lı ve 1970’li yıllarda izlemiş ve aralarındaki rekabet tırmanmaya başlamıştır. Özellikle doğrudan dış yatırımlar bu yıllarda hızlı bir gelişme göstermiş ve önemli yapısal dönüşümler geçirmiştir.

Dünyada yaşanan sosyal, ekonomik, kültürel değişimlerden Türkiye ve bölge ülkeleri de doğrudan etkilenmiştir. Ekonomik ve toplumsal gelişmenin nedensellik ilişkilerinin belirlenmesi, sermaye birikiminin ve bunların kullanım şekillerinin daha sağlıklı analiz edilmesi için Türkiye ekonomisinin tarihsel süreç içerisinde kısaca hatırlanmasında fayda vardır.

Osmanlı imparatorluğundan devir alınan bir yapı üzerinde oluşan Türkiye ekonomisi, ekonomik ve toplumsal değişmenin hız kazandığı, mülk edinme ve sermaye birikimi süreçlerinin değişik boyutlar aldığı ve bu gelişmelerin yeni kurumsal düzenlemelerle tamamlandığı ileri düzeyde bir yeniden yapılanma süreci ile oluşumuna başlamıştır. Kuruluş yıllarının sermaye birikimi konusundaki gelişmeleri, daha çok kararlı bir ortam yaratma ve bunun gerektirdiği kurumsal düzenlemeleri sağlama biçiminde özetlenebilir. Nitekim hükümet, para miktarını artırmamış, kamu harcamalarını gelirlere eşit tutmaya çalışmış ve özellikle bu konuda kesin denetim biçimleri geliştirmiştir.

Devletçilik dönemi olarak adlandırılan 1930’lu yıllarda dış ticaret alanında belirli düzenlemelere gidilmiş, dönemin dış ticaret politikasının başlıca amacı, ticaret açığından kaçınmak olarak belirlenmiştir. Bu dönemde dış ticaret büyük ölçüde ikili anlaşmalarla yürütülmüştür. Devam eden yıllarda, çok partili siyasal ortama geçilmesi ve ekonominin dış yardım ve yabancı sermayeye açılması, yeni tüketim kalıplarıyla birlikte özel sermaye birikiminin ileri boyutlara ulaşmasını sağlamıştır.

Yabancı özel sermaye girişi, bu dönemin belirleyici özelliklerinden biri olmuştur.

Yabancı özel sermaye girişini kolaylaştıran ve sermayenin döviz olarak getirilmesi ve tarım, sanayi, ulaştırma ve turizm gibi alanlara yatırılmasını öngören kanun çıkarılmıştır. 1980’li yıllara kadar yürürlükte kalan ve yabancı sermayenin yerli sermayeye açık tüm alanlarda serbest olduğuna dair kanun da bu dönemi takip eden yıllarda çıkarılmıştır.1980’li yıllara kadar olan dönem, kalkınma planları çerçevesinde yürütülmüş, toplumsal ve ekonomik refah küreselleşen dünyaya entegre olma yolunda daha da ilerlemiştir. Bu yıllardaki kalkınma planlarının oluşumunda ve dış ekonomik ilişkilerin kurulmasında Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile olan ilişkiler etkili olmuştur.

Türkiye ekonomisi, 1980 sonrasında genel olarak hızlı bir parasallaşma sürecine girmiş, bu dönem içerisinde parasal işlemlerin türleri büyük ölçüde

çoğalmış ve para üzerine işlemler toplumun geniş kesimlerine yayılmıştır.

Türkiye’nin dış sermaye hareketliliği giderek yükselen bir artış göstermiş, teknolojik yeniliğin ekonomik büyümenin kaynağı olduğu görüşü yaygınlık kazanmış ve bu görüş, sermaye hareketliliği konusunda etkileyici olmuştur.2000’li yılların başına kadar doğrudan dış yatırım mevzuat ve politikalarında daha da ileri bir liberalleşme sağlanmış ancak son yılların kendine mahsus ekonomik şartları oranında doğrudan dış yatırımlarda inişler ve çıkışlar yaşanmıştır.

Türkiye, 1980 yılından itibaren izlenen dışa açık politikaları vasıtasıyla dünya ekonomisi ile bütünleşmesini hızlandırmıştır. Bu dönem içerisinde Türk firmaları, ihracat ağırlıklı olmak üzere daha fazla sınır ötesi faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bir başka ifade ile Türkiye’de 1980 sonrası izlenen ihracata yönelik politikalar, Türk firmalarının uluslararasılaşma sürecine büyük oranda katkı sağlamıştır. Bugün gelinen noktada, dünya ölçeğindeki ekonomik değişikliklerin de etkisiyle, giderek daha fazla Türk şirketi, ihracat yanında doğrudan dış yatırım gerçekleştirmeyi de sınır ötesi işlemlerinde bir seçenek olarak değerlendirmektedir. Bu nedenle, Türk şirketlerinin, çoğu gelişmekte olan ülke merkezli şirketler gibi, doğrudan dış yatırımlar içerisindeki rolü ve önemi gün geçtikçe artmaktadır.

Dünya Ekonomisindeki globalleşmeyle birlikte birçok nedenden dolayı doğrudan dış yatırımlar tercih edilmektedir. Doğrudan dış yatırımların bu nedenleri arasında hammadde kaynakları sağlama, üretimdeki farklı faaliyetleri tek yönetim altında birleştirme, üretimle ilgili aktarılamayacak bilgiler, işletmecilik sırlarının ve unvanının korunması, ithalatçı ülkenin koyduğu gümrük vergileri ve kotalar ile taşıma giderlerinden kaçınma, yurtiçi kısıtlamalardan (çevre koruma standardı gibi) kurtulma, üretim esnekliği sağlaması, ulaştırma ve bilişim teknolojileri ve ucuz yabancı üretim faktörü (emek, doğal kaynak gibi) kullanımı gibi etkenler sayılabilir.

Ülkeler doğrudan dış yatırım yolunu tercih ederlerken tabii ki bu tür yatırımlardan bazı faydalar elde etmeyi beklerler. Ancak her ilacın yan etkisi olduğu gibi doğrudan dış yatırımların da hem olumlu (avantajları) hem de olumsuz yönleri (dezavantajları) bulunmaktadır. Doğrudan dış yatırımlar ev sahibi ülkenin üretim kapasitesine katkıda bulunması, yeni teknoloji ve işletmecilik bilgisi getirmesi, döviz girişi sağlaması, rekabet nedeniyle ekonomiye hareketlilik kazandırması, işsizliği azaltması ve de hazine için vergi geliri sağlaması gibi olumlu sebeplerden dolayı

tercih edilmektedir. Ancak bu avantajları yanında tabii ki doğrudan dış yatırımların ev sahibi ülke ekonomisinin kilit sektörlerinin yabancı ülkelerin denetimi altına sokması ve ekonomik bütünlüğünü bozması, gümrük vergileri ve ithalat yasakları gibi koruyucu dış ticaret kısıtlamalarının aşılması, yerli şirketler karşısında yabancı şirketlerin yüksek sermayeleri, teknoloji, yöneticilik bilgisi gibi artılarından dolayı, haksız rekabet üstünlüğü sağlaması, aşırı kâr transferleriyle o ülkenin ödemeler dengesinin sarsılması ve yeni teknolojiyi kendi ülkelerinde üreterek ev sahibi ülkeleri bu teknolojileri ithal etmek yoluyla teknolojik bağımlılık yaratmaları gibi olumsuz etkileri de bulunmaktadır.

Günümüzde yaşanan globalleşme süreci nedeniyle hem uluslararası mal akımları hem de uluslararası sermaye akımları açısından ülkeler daha fazla birbirlerine bağımlı hale gelmişlerdir. Gerek gelişmiş ülkeler gerekse gelişmekte olan ülkeler mali piyasalar üzerindeki kısıtlamaları kaldırarak dünya piyasaları ile entegrasyona gitmek istemekte ancak bu durumda uluslararası bir denetime tabi olmadan ülkeye giren ve çıkan yabancı fonlardan dolayı mali krizlere yenik düşmektedir. Bu yüzden uluslararası sermaye akımları içinde doğrudan dış yatırımlar ekonomik kalkınma için tercih edilmektedir. Bugün gelinen noktada, dünya ölçeğindeki ekonomik değişimlerin de etkisiyle, giderek daha fazla Türkiye kökenli firmanın, ihracat yanında doğrudan dış yatırım gerçekleştirmeyi de sınır ötesi işlemlerinde bir seçenek olarak değerlendirdiği gözlenmektedir. Bu nedenle, gelişmekte olan ülkelerdeki eğilime paralel olarak Türk şirketlerinin, doğrudan dış yatırımlar içerisindeki rolü ve önemi gün geçtikçe artmaktadır.

Türkiye kökenli firmaların Eski Yugoslavya Cumhuriyetlerinde yapacakları doğrudan dış yatırımların olumlu ve olumsuz yanlarını görebilmek için bu araştırmanın uygulama alanını oluşturan Bosna Hersek’in yatırım iklimine de kısaca değinmek gerekmektedir.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin 1989’da dağılması, bu dönemden kısa bir süre önce serbest piyasa ekonomisine geçen ülkemiz için büyük avantajlar sağladı. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte askeri ve ideolojik bloklaşmaların yerini ekonomik ve kültürel bütünleşme sürecinin alması, geçmişte geniş bir alanda siyasi ve ekonomik gücü elinde bulunduran ülkemiz açısından yeni stratejiler

yaratılması ihtiyacını doğurmuştur. Günümüzde, ülkelerin uluslararası arenadaki siyasi güçlerini sahip oldukları nüfuz alanları belirlemekte olup, bu gelişme dış politikaların oluşturulmasında ekonomik çıkarların temel alınmasını zorunlu kılmaktadır. Türkiye; coğrafi avantajı, tarihsel ve kültürel bağlarının yanı sıra, son yıllarda uluslararası pazarlarda büyük başarı gösteren girişimcileri sayesinde bu bölgelerde gelişmiş ülkelerle rekabet edebilecek düzeye ulaşmıştır.

Tüm bu gelişmeler dikkate alınarak Dış Ticaret Müsteşarlığınca 2000 yılında

“Komşu ve Çevre Ülkeler Stratejisi” hazırlanarak uygulamaya konmuştur.

Türkiye’nin “Komşu ve Çevre Ülkeler stratejisinde yer alan bölgelerden birisi de Balkanlardır. Avrupa kıtasının beş büyük yarımadasından biri olan Balkan yarımadası, Orta Avrupa’ya ve Akdeniz’e uzanan jeostratejik konumu ile dünya çapında özelliklere sahiptir. Stratejik konum, fiziksel coğrafya ve etnik ve dinsel yapı açılarından, bölgenin çekirdeğini Eski Yugoslavya oluşturmaktadır.

Gerek “Balkanlar”, gerek “Güneydoğu Avrupa”, gerekse “Yugoslavya’dan bağımsızlığını ilan ederek ayrılan ülkeler” şeklinde tanımlanan bölge, bu çalışma kapsamında, “Eski Yugoslavya Cumhuriyetleri” olarak adlandırılmıştır. Ulusal ve uluslararası literatürün taranması esnasında da en çok kullanılan tabirin bu olduğu görülmüştür.

Yaşanan birçok olay sonucunda Yugoslavya dağılmış ve Slovenya, Hırvatistan, Sırbistan, Bosna Hersek, Makedonya, Karadağ, Kosova’dan oluşan yedi bağımsız cumhuriyete bölünmüştür. Bu bölünme sırasında en sancılı olayların yaşandığı, bölgenin kaderini yakından etkileyen çatışmaların meydana geldiği en önemli ülke Bosna Hersek’tir. Bosna Hersek, Türkiye’nin Balkanlardaki orta ve uzun dönem dış politikasının ana unsuru olan ve tarihi ve kültürel bağların çok kuvvetli olduğu bir ülkedir.

1992-1995 yılları arasındaki iç savaşta ekonomik gücünü % 85-90 oranında yitirmiş ve 2 milyonu aşkın nüfusu yerinden edilmiş olan ülkede, gerek nüfusun azlığı ve gelir seviyesinin düşük olması, gerekse ülkede yatırımcı ve işadamlarına gerçek anlamda güven verecek istikrarlı bir ortamın olmayışı, ayrıca ülkenin geleceği konusundaki spekülasyonların devam etmesi nedeniyle, yabancı sermaye girişi

istenilen seviyede gerçekleşmemiştir. Diğer Güneydoğu Avrupa ülkelerinde olduğu

istenilen seviyede gerçekleşmemiştir. Diğer Güneydoğu Avrupa ülkelerinde olduğu

Belgede BOSNA HERSEK ÖRNEĞİ (sayfa 21-40)