• Sonuç bulunamadı

Mesleklerin toplumsal yaşamın içinde çok eskiden beri var olduğu bilinmektedir. Meslek olarak hekimliğin neredeyse insanlık tarihi kadar eski olduğu tahmin edilmektedir. Bayat (2010)’ın Tıp Tarihi kitabının önsözünde “Yeryüzünde vücut

acısının koparttığı ilk çığlık, hekim çağıran ilk ses olmuştur. Ancak bu sese ne zaman cevap verildiğini bilememekteyiz” ifadesine yer vermesi bu durumu açıklar niteliktedir.

Tarih öncesi çağlara ait olup günümüze kadar ulaşan prehistorik resimlerden, kemik, diş gibi tarihi kalıntılardan hekimlik uygulamalarının yapıldığı anlaşılmaktadır.

Bu dönemde iyileştirici rolünde olan kişilerin tedavi usulleri sihir ve büyü ile açıklanmaktadır. Bu ilkel dönemde hekimlere biçilen toplumsal rol sihir ve büyü ile açıklansa da hekimlerin ağrıları dindirme gibi mucizevi yetenekleri olduğu kabul edilmektedir. (Elçin, 2010: 196; İlgili vd., 2016: 138). Tarih öncesi dönemlerde tıp mesleklerinin alışılmış sistemlerin aksine bağımsız oldukları ileri sürülmektedir.

Hekimler tarih boyunca insanların acı çekmesini engellediklerinden, kişisel olarak ilgilerini insanlara yansıttıklarından ve yarı mistik, gizemli bir şekilde ölüm ile yaşam arasındaki insanların tedavilerini bizzat üstlendiklerinden dolayı toplum içinde oldukça saygın bir ve özel bir konumda bulunmaktadır (Soyer, 2005: 94).

Hekim rolü üstlenen iyileştiricilerin özel konumu sağlık ve hastalık kavramlarının arasındaki ilişkiden ileri gelmektedir. Zira insanoğlu tarihin ilkel dönemlerinden itibaren sağlık ve hastalık kavramları ile bu kavramların aralarındaki ilişkiyi anlamaya ve yorumlamaya çalışmıştır. Çok eski çağlarda sağlık ve hastalık arasındaki ilişki sezgisel ve bireysel tecrübeler ile anlaşılmaktaydı. Bu tecrübeler sayesinde insanlar yaşamlarından çıkarımlar yapmışlar, varsayımlar üretmişler ve bu varsayımlar sihirbazlık, büyücülük ve dini işlerle bütünleştirilmiştir (Sarı, 2007: 15).

Tarih öncesi çağlarda sihirbazlık, büyücülük ve dini işlerle bütünleşerek kökleri atılan hekimlik, modern çağ olarak adlandırdığımız bugün hekimlerin insanların hayatlarını kurtaran ya da hastalıklardan koruyan kimlikleri sayesinde zanaatkârlığa oradan bilim insanı olmalarına evirilen bir sürecin ürünüdür (Elçin, 2010: 196). Bu evrimleşme süreci içerisinde hekimlerin mesleğin öğretilerini kimi zaman aile içinde kuşaktan kuşağa aktardıkları kimi zaman usta – çırak ilişkisi ile yanına aldıkları yardımcılarına aktardıkları bilinmektedir (Sarı, 2007: 15). Aradan yüzyıllar geçmiş olsa da güncel pratikte hekimlik meslek öğretilerinin usta – çırak ilişkisi içerisinde aktarıldığı bu yönü ile hekimliğin geleneksel özelliklerinin devam ettiği bilinmektedir. Modernizmin hayatın her alanına yansıması ile bazı mesleklerin yok olması, yeni mesleklerin ortaya çıkması gibi hızlı dönüşümün yaşandığı günümüzde hekimlik mesleğinin geleneksel özelliklerinin devam etmesi bu mesleğin önemli ve özel yönünü ortaya koymaktadır.

Hekimliğin tarih sahnesinde meslek olarak doğuşuna ilişkin bilgiler içinde bulunduğu medeniyetlerden elde edilmektedir. Medeniyetin beşiği olarak adlandırılan Mezopotamya’nın en eski dönemlerinde hayatın özünün su olduğuna inanılmakta, bu dönem hekimlerinin suya bakarak hastaya bilgi vermesi nedeniyle hekimler “suyu tanıyan kişi” olarak adlandırılmaktaydı. Yine bu dönem tıbbi uygulamalar dini uygulamalarla iç içe geçmiş, hekimler rahiplerin yanında çalışan zanaatkârlar olarak yerini almıştır (Uncu, 2013: 108). Mezopotamya’nın ilerleyen dönemlerinde hekimliğin gerçek anlamda bir meslek olarak oluşması yönündeki ilk adımlar Babil Kralı Hammurabi tarafından atılmıştır. Hammurabi yasaları olarak adlandırılan bu yasalarda hekim ücreti ve özellikle cerrahi uygulamalara ait yargıların yer alması, hem tıbbi deontolojinin hem de tıp mesleğinin varlığına işaret etmektedir. Ayrıca bu dönemde ilaç reçeteleri olduğu da bilinen kanıtlar arasındadır (Vehid vd., 2001: 91). Bu dönem yasalarında cerrahi uygulamalara ilişkin yasaların bulunması daha o dönemde en ilkel anlamda hekimlerin cerrahlar ve diğer hekimler olarak ayrılması hekimlikte branşlaşmanın en eski haline işaret etmektedir.

Eski Mısır’da hekimlik mesleğinin özel bir yeri olsa da hastalıkların tedavisinde ve iyileşmesinde doğaüstü inanışlar etkili olmuştur. Hastalık nedeni olarak kötü ruhlar ve şeytanlar gösterilmekte iken hastalıkların kötü ruhlar ve şeytanlara yapılan karşı büyülerle yok edileceği inancı hakim olduğu günümüze ulaşan bilgiler arasındadır.

Zamanla büyülerin yerini dualar almış, bazı tanrıların hastalıkları iyileştirdiği inancı yaygınlaşmıştır. Bu dönemde bilinen ilk hekim olarak bilinen “İmhotep”in daha sonra ölümsüzleştirilerek tıp tanrısı olarak sembolleştirilmesi (Ceran, 2008: 3) bu inancı açıklar niteliktedir.

Benzer bir şekilde Antik Yunanda da Eski Mısırda yapılan uygulamalara benzer uygulamalar yapılmaktaydı. Bu dönemde tanrıların varlığından söz edilmekte hatta

“Tanrı Asklepios”a inananların hastalıkların kötü ruhlar tarafından insan vücuduna yerleştiği düşüncesinin hakim olduğu bilinmektedir. Antik Yunan uygarlığı mitolojinin beşiği olarak adlandırılmakta ve Yunan kültürünün çoğunlukla mitolojik düşünceden etkilendiği ileri sürülmektedir. Bu kültürde çok Tanrılı olan yaşamın bütün alanlarında hekimlik ile mitoloji iç içe geçmiş durumda olduğu bilinmektedir (Gürel ve Alaçam, 2018: 107). Bu dönem tıbbi uygulamalar ve mitoloji ile ilgili bazı yaklaşımlar bulunmaktadır. Örneğin Galen vücudun her yanında değişik ruhlar olduğunu, kanın

karaciğer tarafından yenen besinlerden yapıldığını sonra doğal ruhla birleşerek, besleyici nitelik kazandığını ileri sürmekteydi. Aristo ise evren ve sağlık yaklaşımını öne sürmekte, evreni “ateş, hava, su ve toprak” tan ibaret görmekte ve bunların dengesine dayandığını belirten yaklaşımının insana indirgenmiş halini de “kan, balgam, sarı safra ve kara safra” ile açıklamakta, hastalıkların bunların arasındaki dengenin bozulmasından kaynaklandığını ileri sürdüğü bilinmektedir. Hipokrat öncesi dönem olarak adlandırılan bu dönemde aynı zamanda hekimlik pratiğinin de tanımlanması dikkat çekmektedir (Soyer, 2005: 11 -12). Antik Yunan’ın ilerleyen dönemlerinde yaptığı tıbbi uygulamalar ile Hipokrat damgasını vurmuştur. Bu dönemde Hipokrat, tıbbı gözleme dayanan ve deneysel uygulamalar dâhilinde uygulayan yaklaşımı öne sürmüştür. Aynı zamanda hekimlik mesleğine güven ve saygınlık kazandıran, tıbbın bilim dalı olmasına zemin hazırlayan kişi olması nedeniyle bugün hekimlik ahlakının da sembolü olarak kabul edilmektedir (Çelik ve Erdem, 2016: 63).

Eski Türklerde ise ailenin ve buna bağlı olarak toplumların ayakta kalabilmesi için kişilerin sağlıklı olması gerekliliğine inanılmakta bu nedenle tıbba ve tıbbi uygulamalara büyük önem verilmekteydi. Özellikle 11. ve 13. yüzyılda gelişmelerin yaşandığı ve sayısız hekimin yetiştiği önemli bir dönem olarak tarihte yerini almıştır.

Bu dönem özellikle hastaneler ve tıp medreselerinin yapılması tıbbi uygulamalara verilen önemin göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Bu dönem Bursa’da 8 tane hastane olduğu ve bu hastanelerde bütün fakir insanlara bakıldığı (Kayhan, 2010: 224) günümüze aktarılan bilgiler arasındadır.

İslam öncesi Arap toplumlarında tıbba ilişkin kısıtlı bilgiler bulunmakla birlikte bazı ot tohumlarının ilaç olarak kullanıldığı bilinmektedir. İç organları ilgilendiren hastalıklarda kişilere bal yedirilmekte, kan almak faydalı olarak görülmekte ve çeşitli dağlama yöntemleri kullanılmaktaydı. Bu dönem tıp, canlıların beden ve ruhlarını iyileştirmek için ilaç vermek anlamına gelmekte, hastalıkları ilaçlarla ve ustalıkla tedavi etmesi nedeniyle tabiplere “alim, usta” gibi sıfatlar kullanılmaktaydı (İnce, 2018: 71).

İslamiyet dönemine bakıldığında ise bu dönem sadece tıp alanında değil astronomi, kimya gibi diğer bilim alanlarında da önemli gelişmeler yaşandığı bilinmektedir. Hz.

Muhammed’in hastalandığında günün şartların uygun olarak tedavi olması ve çevresindekileri tedavi olmaya teşvik etmesi nedeniyle İslam tarihinde tıbba önemli derecede ilgi gösterilmiştir. Öyle ki bu dönem tıbba ilişkin hadisler ve rivayetler

Tıbbü’n-Nebevi adı altında kitaplaştırılmıştır. İslam tıbbının temelinde sağlığı koruma davranışı bulunmaktadır hatta sağlığı korumak ibadet olarak görülmektedir. Bu dönem doktor unvanı ile anılan ilk kişi Haris b. Kelede olup yine bu dönemde hekimlerin konumlarının oldukça iyi olduğu günümüze aktarılan bilgiler arasındadır (Bakkal, 2013:

14).

Batıda Tıp alanındaki bilgiler yaklaşık dört asır boyunca Müslüman kaynaklarından elde edilmiş, İbn Zühr’ün uyuz hastalığına yol açan paraziti keşfetmesi gibi, Müslümanlar tıp alanında sayısız buluş yapmışlardır. Bunun dışında botanik bilginlerinin çalışmalarından faydalanarak Farmakoloji (ilaç bilimi) alanına katkıda bulunmuşlar, halka açık, ücretsiz tedavi edilen hastanelere öncülük ederek Avrupa’da Bologna, Napoli, Ox̄ ford, Cambridge ve Enciye gibi Tıp Okullarına örnek olmuşlardır (Okuyan, 2011: 106). Batıdaki üniversitelerde geleneksel meslekler arasında sayılan hekimlik mesleği, tek başına bilim ve teknoloji ile sistematik bağlantı geliştiren önemli mesleklerden biri olmuştur. Bilim ve teknoloji ile ilişkide olması haricinde kanun ve kuralları da içeren tıp bilimi insanlığın hastalıklarını teşhis ve tedavi etme görevi konusunda giderek artan karmaşık bir iş bölümü haline gelmiştir (Freidsen, 1970: x̄vi).

Yüzyıllar boyunca süregelen hekimlik uygulamalarına bakıldığında hekimliğin manevi yönü dikkati çekmektedir. Her ne kadar maliyetleri kısıtlama çabaları gibi nedenlerle hekimlik artık iş ve işletme değerlerine maruz kalmış olsa da yaşam ve ölüm, iyileşme ile bedensel iyilik gibi kavramlarla bağlantılı olduğu için hekimlik mesleği sadece hizmetle ilgili bir kavramdan daha fazlasını ifade etmektedir (Astrow, 2013:

102).

Hekim ve hekimlik mesleğine ilişkin onlarca tanım ve değerlendirme bulunmaktadır. Hekimlik, teorik bilgi, beceri, yetenek, sanat, dikkat gerektiren dinamik ve kritik öneme sahip mesleklerden biridir (Uzun ve Elçin, 2018: 38). Arapça’ da tabib ve tıb kelimelerinin kökü olan “tabbe” kelimesinin Türkçe karşılığı olan hekim ve hekimlik, işin ehli kişi, bir işte usta olan ve o işin ilmini bilen kimse anlamında kullanılmaktadır. Hastanın teşhis ve tedavisini yapan, işini titizlikle yapan, işinin ehli kişiye tabib denilmektedir (Gökler vd., 2017: 27).

Hekim, mesleği ve mesleğin doğası gereği insanı tanımak ve bilmekle sorumlu olan kişidir. Ancak, canlılar dünyasında en değerli, en özellikli ve en mükemmel varlık

olarak bilinen insanı tanımak çok zordur. Çünkü insan vücudu; bir şair için ruhun sarayı, bir Psikiyatrist için aklın ve karakterin evi, bir Antropolog için kültürel şahsiyet, bir filozof için çamurdan yapılmış bir ev, bir hekim için tamir edilmesi gereken bir gemi enkazı ve bir biyolog için ise bir organizma olarak görülmektedir. Şüphesiz her bilim dalının insana yaklaşımı kendi bilim alanları içerisinde doğrudur ancak özellikle Tıp Bilimi için yani hekimlik bakış açısı ile insana bakış bir mantık silsilesi ile ilerlemektedir. Bu silsilenin birinci basamağında insanın yapısını ve fonksiyonunu anlamaya çalışan anatomi ve fizyoloji gibi temel bilimler; ikinci basamağında zamanla değişen ve deforme olan organizmaları ve onların hastalıklar ile mücadelesini anlamaya çalışan patoloji, mikrobiyoloji, biyokimya ve üçüncü basamakta ise hastalıklardan korunma, hastalıkları tanıyarak tedavi etmeyi anlamaya çalışan Klinik Bilimler bulunmaktadır (Candan, 2002: 176).

Hekimler meslekleri gereği teknik bilgi ve donanıma sahip olan kişilerdir.

Hekimlerin teknik uzmanlığı sistematik bilim teorisine dayanmasına rağmen pratikte yani uygulama alanında tıp sanatı olarak adlandırılan içerisinde daha az rasyonellik barındıran önemli hususlar bulunmaktadır. Yeterli olmayan ve hiçbir belirti göstermeyen durumlarda bir anlamda iz sürerek ipuçlarını birleştirerek teşhis koyma, el becerilerini kullanma gibi durumlar tıp sanatı olarak adlandırılan durumlara örneklerdir ve bütün bunlar hekimin uzmanlık alanı ve tıp bilgisi ile yakından ilişkilidir (Cirhinlioğlu, 1996: 85).

Hekimlik mesleğine ilişkin yasal dayanak 1928/1219 Tababet ve Şuabatı Sanatların Tarzı İcrasına Dair Kanun’da “Türkiye'de icrayı tababet için bu kanunda gösterilen vasıfları haiz olanlar umumi surette hastalıkları tedavi hakkını haizdirler.

Ancak her hangi bir şubei tababette müstemirren mütehassıs olmak ve o unvanı ilan edebilmek için Türkiye Tıp Fakültesinden veya Sıhhıye Vekaletince kabul ve ilan edilecek müessesattan verilmiş ve yahut ecnebi memleketlerin maruf bir hastane veya laboratuvarından verilip Türkiye Tıp Fakültesince tasdik edilmiş bir ihtısas vesikasını haiz olmalıdır.” şeklinde 8. maddede açıklanmıştır. Aynı maddede “Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde tababet icra ve her hangi surette olursa olsun hasta tedavi edebilmek için tıp fakültesinden diploma sahibi olmak şarttır.” hükmü konularak hekimlerin tıp fakültesini bitirdikten sonra “hekim” unvanına sahip oldukları ve tedavi etme haklarının bulunduğu belirtilmektedir.