• Sonuç bulunamadı

HALKIN VE SUBAYLARIN GÜNLÜK YAŞANTISI

3. ASKERLERE GÖRE DÖNEMİN TÜRKİYESİ

3.4. HALKIN VE SUBAYLARIN GÜNLÜK YAŞANTISI

1939-1945 arası ekonomide çok büyük dalgalanmalar oldu. Halkın pek çoğu enflasyon, karaborsa, zengin tüccar kesimi altında ezildi. Türkiye savaşa girmemişti ancak harbe girse bundan daha kötü bir vaziyet olmazdı. İnsanlar günlük karınlarını doyurma derdine düşmüştü. Bu arayış rüşveti de beraberinde getirdi. Müzeyyen

764 Ahmet Cemil Akıncı, a.g.e., s. 204, 205.

Hanım ile evlenen Muhittin Ergüneş’in çocuğuna kimlik alışı, devlet memurlarına rüşvet vermek istemediğinden 2 yılı bulmuştu: “İlk çocukları Kevser de 1944 yılında

Ayaş’ta doğar. TSK 10 lira da çocuk zammı verir. Fakat bunu bir türlü alamaz. Kevser doğunca nüfus kâğıdını almaya gider. Onu verecek ki zammı alsın. Fakat bir sene Ayaş’ta nüfus kâğıdını alamaz. Nüfus cüzdanı için nüfus müdürlüğündeki memurlara rüşvet vermesi gerekirmiş; sonra arkadaşlarından öğrenir. Yani rüşvet o zaman da var. Artık alamayalı bir sene olunca kızar, söylenir ve hükûmet binasına girer. Hükûmet binası, alayın yolu üzerindedir. Oradakilere açar ağzını, yumar gözünü, ağzına ne geldiyse söyler. Kaymakam da oradadır ve o da duyar. Sonra “Peki bir daha yazalım” derler. Sonra bir gün o binanın önünden geçerken yukarıdan, pencereden genç teğmene seslenirler: “Cevabınız geldi, yukarı gelin.” Muhittin koşarak yukarı çıkar ve ona gülümseyerek “Gözün aydın” derler, “Yazı geldi. Bekârmışsın!” Ona bir kâğıt gösterirler. Kâğıdın üzerinde “kayden bekârdır” yazılıdır. Parayı gene alamaz.1 yıllık yardım olan 120 lira, onun için çok önemlidir, 15 lira rüşvet vermediği için çocuk yardımını alamaz. “Bugün olsa yine vermem” der. Kırıkkale’ye nikâhlarını yapan belediye reisinin yanına giderler. Nüfus suretlerini, evlilik cüzdanlarını alırlar. Postayla nüfus idaresine gönderirler. Nihayet bir yıl sonra, Kevser’in nüfus kâğıdını alırlar.”766

Muhittin Ergüneş’in rüşvet vermek istemeyişinin ana gerekçesi geçim derdiydi. O yıllarda sokaklarda, resmi kıyafetli subaylara sivil elbiselilere nazaran daha fazla denk gelinirdi. Çünkü belli bir azınlık dışında subayların sivil kıyafeti olmamıştır. Eğlence mekânlarında en ucuz içki olarak gazoz tüketebildiklerinden gazozcu sıfatıyla nitelendirilirlerdi.767

Bazı subaylar eğlence mekânlarına gidip gazozcu lakabıyla anılırken, kimi subaylar ise bırakın eğlenceyi evlerine bile gitmiyorlardı. Celaleddin Orhan, herhangi bir saldırı tehlikesine karşılık her an tetikte olmayı daha uygun buluyordu: “Aylardan

766 Ahmet Şerif İzgören, Bir Türk Zabitinin Anıları: Muhittin Ergüneş 1917, İzgören Yayınları,

y.y., 2011, s. 61, 62.; Bu vakitlerde Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda görev alan öğretmenlerde günlük karın doyurma derdine düşmüştü. Biga Ortaokulunda bir öğretmen, öğrencisinden un isteyecek kadar kötü durumdaydı: “Savaş yıllarıydı. Ekmek karneyle veriliyordu. O

zaman gıda bugünkü kadar çeşitlendirilmiş değildi. Öğretmen İsmail’i çağırdı, bir çuval un istedi. İsmail, “Efendim, getiremem; çünkü bizimde yok” dedi. Öğretmen, “Nasıl getiremezsiniz, getirirsiniz” diye ısrar etti. İsmail getirmemek için direndi.” Numan Esin, a.g.e., s. 26.

beri gemiden karaya çıkmamıştım. Bütün korkum, ben karada iken Boğazı mayınlama emri gelirde gemide bulunamaz veya beni aramaları için geçecek zaman kadar harekâtı geciktirirsem idi. Bu itibarla, Çanakkale’den evli olan 2. Komutanım Hacı Bahaeddin’i evine yollar ve ben gemide kalırdım.”768

Herkes, Türk halkının Kurtuluş Savaşı’nda Tekâlif-i Milliye emirlerini yerine getirmek için aç kalmak pahasına erzağını ve giyecek az sayıdaki kıyafetlerini orduya verdiğiyle övünmektedir. 2. Dünya Harbi’nde milletimizin aynı şuurla hareket etmediğini söyleyen bir komutana rastlıyoruz: “Tanık olduğum bölgelerde,

halkımızın çoğunluğu kişisel, hayat mücadelesiyle meşguldü, savaşın durumuyla ilgili değillerdi. Resmi bir uyarı ve etki olunca alakalanıyorlardı. Bu ifadem elbette ki gördüklerime aittir.”769 ifadeleriyle kendi hayatlarının vatandan önce tutan insan

topluluklarına rastladığını belirtiyor. Fakat bize tam olarak nerde görev yaptığını söylemiyor.

30 Mayıs 1942’de Ömer Kemal Önal’ın Zonguldak’a harekâtı sırasında Reşadiye kasabasında hamutların tamiri için yokluğa rağmen alışık olduğumuz şekilde halkın Tekâlifi Milliye ruhuyla hareket ederek askerden hiç para almamasına şahit oluyoruz: “Uzun istirahatlerimizin birinde Reşadiye (Yeniceağa) kasabasında

ve göl kenarında konaklamıştık. Hamutların tamiri için Amerikan bezi, koşumların tamiri için sırım ve ipe ihtiyaç hâsıl oldu. Bunların alım ve tedariki için Reşadiye çarşısında esnaf, ihtiyaçlarımızın fazlası ile karşılanmasını, yarışırcasına temin etmekle beraber bir kuruş dahi almadı.”770 Bu ve bunun gibi birçok örnek üst

paragraftaki tezi çürütmektedir.

Savaş şartlarında piyasa koşullarından, kendisine zenginlik kaynağı yaratmak gayesiyle hareket eden kesimler vardı. Büyük toprak sahipleri, aracı gruplar, tüccarlar varlıklı sınıfın başını çekiyordu. İçlerinden hacıağa diye bir sınıf türemiştir. Enflasyonun tavan yaptığı sıralarda hacıağalar servetine servet katmıştır. Subaylar

768 Celaleddin Orhan, a.g.e., s. 325.

769 Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları, s. 243. 770 Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları, s. 237.

hacıağaları cahil, görgüsüz olarak görmektedir.771 Nurettin Türsan, hacıağaların

halka kötü örnek olup ahlaksız eylemlere imza atmasına hayıflanmaktadır.772

Ağa saltanatı köylüyü yarı aç, tok şekilde yaşatırken; şehirlerde de halk parayı istismar edenlerin elinde inliyordu ve Dündar Seyhan’ın sosyal yaşantıda karşılaştıkları orta çağ Avrupa’sındaki feodalite kavramını çağrıştırıyor: “Tek parti

devrinin derebeyliği, bitip tükenmek bilmez bir despotizm içinde sürüp gidiyordu: Jandarma ve polis falakası, korkudan zavallı halkın gözlerini yuvalarından dışarı fırlatıyordu. Siyasî mütegallibeye dayanmış ağa saltanatı köylüyü bir taraftan ırgat olarak yarı aç, yarı tok sömürürken şehirlerde, halk, piyasayı istismar edenler elinde inim inim inlemeye mahkûm ediliyordu. Halkın; softa: cehaletini, ağa ve karaborsacı: emeğini, Devlet: kimsesizliğini, jandarma ve polis: tahammülünü sömürüp duruyordu.”773

İstanbul, Türkiye’nin en büyük şehriydi. Ticari hayat nüfus yoğunluğuna zıt şekilde gayrimüslimlerin hâkimiyetindeydi. İstanbul piyasası onların ellerinde olduğundan, savaş sebebiyle yurt dışından getirilemeyen veya yeterli miktarda bulunmayan ürünler, kara borsada uçuk fiyatla bulunuyordu.774 Yükselen fiyatlar

alım gücüne olumsuz tesir etti. Gayrimüslim, hacıağa, tüccar dışında -memur, subay- ne ev ne de dükkân alıp kiralayabilen yoktu.775

İstanbul’da dükkân, ev alıp kiralayabilen yok iken Karadeniz bölgesinde Trabzonlular parasızlık neticesinde evlatlarını kaybediyordu: “Savaş nedeni ile bütün

Türkiye gibi Trabzon halkıda yokluk ve sıkıntı içinde, iyi beslenemiyorlar. Güçlükle önlenen verem hastalığı yeniden nüksetmiş. Annemler yokken evde kaldığım bazı

771 Dündar Seyhan, a.g.e., s. 13.

772“İkinci Dünya Savaşı başladığı zaman, gazinoların bu ön masalarında bizlerin "Hacı Ağa" adını taktığımız, üstü başı dökülen, kirli sakallı, içki içmesini bilmeyen, bağırıp çağıran, garsonlara on liralıklar atan yeni bir sınıf türedi. Bunların çoğu Anadolu'dan gelmelerdi. Hiçbir öğrenim: eğitim ve görgüleri yoktu. Bu daha ilk yıllardı, daha sonraki yıllarda açlığın, insanları nasıl fuhuşa (kendilerini satmaya) sürüklediğini de gördüm. Toplum, hızla ahlaksızlaşıyordu (çöküyordu).” Nurettin Türsan,

a.g.e., s. 44.

773 Dündar Seyhan, a.g.e., s. 14.

774 Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları, s. 49. 775 Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları, s. 197.

gecelerde komşu evlerden gelen feryat sesleri ile uyanırdım. Birkaç ay içinde ev sahibimiz bile, iki kızını kaybetti.”776

Ülkenin batısında ve doğusunda farklı profillerdeki halkın yaşadığı yerlerde subaylık yapan Dündar Seyhan, tek bir köy üzerinden Türkiye’nin toplumsal yaşantısını şöyle ifade etmiştir: “Uskumru köyü de her Türk köyü gibi idi. Farkı,

halkının bir ayağı Sarıyer'deydi. İstanbul'un görgüsü, kılıklarına kıyafetlerine, kısmen kafalarına ve telakkilerine sinmiş görünür. Evleri, tabii, Anadolu'nun kerpiç ve çamur yığınından farklıdır. Çoğu ahşaptır. Belgrat Ormanları mahsulünden inşa edilmiştir. Şu kadarcık ayrılığı istisna ederseniz, diğer özellikleri yine her Türk köyüne benzer: Çamurlu pis sokaklar, her tarafı gübre dolu evler, koyu zifiri bir karanlık...

Koca Ağa ve İsmail Ağa’yı aradan çıkarırsanız, halkının çoğu Belgrat Ormanından yaptığı odun kaçakçılığı ile geçinirdi. Bir beygir yükü, bir eşek yükü odun keser, Sarıyer'e indirip satar, dayanabildiği kadar onunla idare eder... Mütevekkil, ·civanmert, arkadaş kafalı bir Türk topluluğu…”777

Devamında köyün eğitim seviyesine değinen Seyhan, 1940’ta Köy Enstitüleriyle köy okullarındaki atılımın sanıldığı kadar muteber olmadığını, mezun çocukların diplomasını okuyamayacak halde hayatına devam ettiğini, kimsenin kimseyi kandırmadan artık pragmatik anlayışı bırakıp gerçeklerle yüzleşmemiz gerektiğine parmak basıyor.778

1941 sonlarından itibaren yaşanan fiyat artışları, Başbakan Dr. Refik Saydam’ın 1942 yazında ani ölümüyle hız kazanmıştır. Özellikle belli başlı bazı tüketim maddelerindeki -zeytinyağı, buğday, pirinç, kesme şeker- ani yükselmeler

776 İbrahim Şenocak, a.g.e., s. 29.; Balıkesir Danişment köyünde de parasızlık yüzünden çocuklar

çıplak ayakla geziyorlardı: “Benim çocukluğumda Danişment Köyü, 800-900 nüfuslu 150 hanelik bir

köydü. Çevrenin zengin köyleri arasındaydık, ama çocuklar yazın ayakkabı giymezlerdi. Benim ailem bana bir ayakkabı alabilecek durumdaydı gerçi, ama arkadaşlarımdan farklı görünmemek için, ben de çıplak ayakla dolaşmayı tercih ederdim. Bu yüzden tabanlarımda oluşan nasırları hâlâ koruduğumu söyleyebilirim.” Numan Esin, a.g.e., s. 17.

777 Dündar Seyhan, a.g.e., s. 17.

778 “Uskumru köyünün ilkokulu da yürekler acısı idi. Zaten köy okulları senenin 6 ayı tatildi. Geri kalan 6 ayın 3 ayında öğretmen ya istirahatli veya hava değişimi alırdı. Okulun açık olduğu günlerde de bir tek öğretmen 5 sınıfa ders verecek çocuk yetiştirecekti. Kim kimi aldatıyordu, burası bir türlü anlaşılamamıştır. Köyde o okuldan mezun olmuş nice gençler gördüm ki, aldığı diplomayı doğru dürüst okuyamazdı.” Dündar Seyhan, a.g.e., s. 18.

vatandaşı zor durumda bırakmıştır. Subay sınıfı da hizmet erlerini, kendilerine aydan aya verilen erzakları tramvaylarla evlerine taşıttırmak için kullanmıştır.779 Asker,

tramvaylara yağ tenekeleri, bulgur ya da pirinç torbalarıyla binmeye çabalayınca belediye ile anlaşma yapılmış, “asker tramvayı” adıyla l,5 saatte bir geçen hususi servis teşekkül edilmiştir.780

Harp zamanında ekmek birinci problem olmuştur. Daha 1941’de azalan buğday stoku yüzünden 1942’de ekmekte karne uygulamasına geçilmeden önce lokantalar, ekmek yerine başka alternatifler sunmuştur. Nişanlısıyla İstanbul’da bir lokantaya giden Niyazi Hekimgil, ekmeksiz sebze yemeği ve pilav yemiştir.781

Muzaffer Erendil ise akraba ziyaretlerinde yemek sırasında arttırabildiği ekmek artıklarını çantaya koyarak yanında götürmüştür.782

Kenan Evren, karne uygulamasının başlamasından sonra eve ekmek götürdüğünde insanlar kendisinden çok ekmeği gördüklerine sevinmişlerdir: “Hâkim

Rıza Tunç ile birlikte İstanbul’a bir haftalığına izinli gittik. O tarihte subaylara her ay tayın bedeli olarak un, şeker, gaz yağı, sabun gibi gıda ve diğer ihtiyaç maddeleri verirlerdi. Onlarla beraber arkadaşlarımın istihkaklarını ekleyerek on tane birer kiloluk beyaz ekmek de alarak iki bavulla İstanbul’a gittim. Bunları eve götürdüğümde evde bayram havası esti.”783

Günümüzde en çok tükettiğimiz içecek maddelerinden çay ve kahve de ağırlaşan harp şartları sebebiyle ilginç yöntemlere maruz kalmıştır. Kahvehanelerde çay şekerli ve şekersiz içenler diye değişik tarifelerden ücretlendirilmiştir. Şekerli içenler 25 kuruş, kuru üzümle içenler ise 15 kuruş vermiştir.784

Çayda hal bu iken kahve de zamanla karaborsa olmuştur. Temin edilemediği anlar arpanın kavrulmasıyla servis edilmiştir. İstanbul’da bir kahveci ise fındık kabuğunu kahveye karıştırdığından dükkânı mühürlenmiştir.785

779 Cemal Madanoğlu, a.g.e., s. 299. 780 Cemal Madanoğlu, a.g.e., s. 299.

781 Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları, s. 196. 782 Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları, s. 69. 783 Kenan Evren, a.g.e., s. 74.

784 Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları, s. 74. 785 Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları, s. 74.

Şehirlerde boş zamanlar için batıdaki vilayetlerin, doğudakilere nazaran çeşitli aktivitelere sahip olduğu görülmektedir. Artvin Borçka’da bulunan İbrahim Şenocak, sosyal hayatın olmayışından dert yanmaktadır: “Borçka' da sosyal hayat

yok gibi. Çoruh kenarında küçük bir gazinomuz var, ara sıra orada toplanıyoruz. Subay aileleri arasında da komşuluk azdı. Bekârlar ve bazı yakın aileler arasında küçük çaplı poker oynanırdı. Hatta birinde ben de oynadım. 6,5 lira kaybedince ayrıldım ve arkadaşların diline bile düştüm.”786

Bursa’daki yaşantı ise Borçka’yla mukayese edildiğinde taban tabana zıttır:

“Bursa’daki hayatımız, yıllar yılı, Ulu cami ile Yeşil semti arasındaki caddede geçerdi. Buradaki hayat, arkadaşlarla birlikte gezintiden ileri gitmezdi. Yorulduğumuzda, heykelin karşısında, halk evinin altındaki gazinoda oturur veya Sirkeci Şaban ile Muhallebici Şaban (Bunların ikisi de Arnavut kökenli olduklarından iyi tatlı yaparlardı.)'da bir şeyler yer, dinlenip gezintiye devam ederdik. Çelik palas lükstü ama yine zaman zaman oturabilirdik. Otelin büyük havuzunda, bir keresinde, artistlerle birlikte banyo aldığım oldu. Set üstünde, masalarda ailece oturulurdu. Bursa'nın hamamları ve kaplıcaları ünlü ve pek de pahalı olmadığından, sık sık yıkanma imkânımız olurdu. Caddede Tayyare sineması ile Setbaşı köprüsünün sol başındaki, eski İtalyan tiyatrosu binasında Doğu sineması film ve ara sıra tiyatro seyrettiğimiz yerlerdendi. Tayyare sinemasının yanındaki Kebapçı İskender (Bunlar Halep kökenlidir.), ara sıra konuklarımızın götürülüp ağırlandığı yerdi.”787

Başkent olmasına rağmen 1943-1945’de Ankara’daki etkinlik imkânları İstanbul ve Bursa’ya göre fakir durumdadır. Harp Okulu öğrencileri ve halkın eğlence kaynağı, sinema ve sayılı tiyatrodan ibarettir. Yazın buna Gençlik Parkı yaşamı ve Gazi Çiftliği gezileri eklenebilmektedir. Tatil günleri sinemada bilet bulmak en büyük sorundur ve öğrencilerin tek amacı izin günlerini dolu dolu geçirmek için ayrı ayrı iki sinemaya gidebilmek olmuştur.788

İstanbul’un diğer vilayetlere karşı sayısız olanaklara sahip olduğu hepimizin malumudur. O imkânlardan bahsetmek yerine günümüzle karşılaştırdığımızda, savaş

786 İbrahim Şenocak, a.g.e., s. 34.

787 Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları, s. 88, 89.

zamanında İstanbul’un en cazip yönü, arabaların son derece az oluşu ve park sorunu yaşanmamasıdır. Araç sahibi subaylarımızdan Kenan Kocatürk, bu durumdan son derece memnundur.789

Yukarıdaki paragraflarda harp sürecinde zor koşullar altında hayatlarına devam eden halk ve subaylara değinmiştik. Bundan sonra ise ordu içindeki varlıklı iki subaya -Kenan Kocatürk, Nurettin Türsan- değinmekte fayda görüyoruz.

Öncelikle savaş yıllarında subayların aldığı maaşlara bakarsak: Asteğmen maaşı 55 TL Teğmen maaşı 66 TL

Üsteğmen maaşı 76 TL Yüzbaşı maaşı 96 TL, idi.790

1940’ta Romanya ateşemiliterliğine başlayan Kenan Kocatürk’ün maaşı ise 365 TL idi.791 Bu maaşla, Ekim 1940’ta 4 ay içerisinde Türkiye’den farklı olarak özel garajı, hizmetçisi, aşçısı, şoför odaları olan bir yere taşınacak ve Almanya’dan 1940 Model 230-Mercedes alacaktı.792 Bununla da kalmayıp, inanılmaz biçimde refaha erecek ve her ay 1 aylığını cebe atıp 45 aylık biriktirecekti: “Benim aylığım

ortalama 40 Napolyon veya İsviçre Frank'ı altın olurdu. Gereken yüksek temsil seviyesini ve hayat standardını muhafaza etmek şartı ile aylık masrafım ise 20 altını geçmez idi. Bu operasyonu, o günkü paramızın değeri ile altın ve döviz değerlerini bir denklemde yerlerine koyup matematik olarak bu denklemi çözersek; maaşımın Türkiye'de Mareşalin, ya da bir Bakanın maaşının iki katı olduğu meydana çıkar. Her ay yarısını tasarruf edebildiğime göre 45 ayda (Haziran 1940-Mart 1944) tam 45 maaş tasarruf demektir. Bu nedenle iyi ev eşyası edinebilmiş, eşim ve kendim için birer araba alabilmiş, iki piyano (biri kuyruklu Bechstein) ya sahip olabilmiştik. Bunların hepsi o 10 Nisan 1940 günü Mareşalin huzurunda yapılan imtihanı kazanmamın karşılığı idi. Sonraları Türkiye'de de yine bu sayede maddî bakımdan sıkıntısız yaşadık.”793

789 “Trafikte pek az araba vardı. Park sorunu yoktu. İstanbul’un her cadde ve sokağında, istediğin bir evin, mağaza ya da resmî bir dairenin önünde, istediğin kadar durabilirdin. Ne trafik kanunu ne de trafik polisi ve teşkilatı vardı.” Kenan Kocatürk, a.g.e., s. 346.

790 Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları, s. 197. 791 Kenan Kocatürk, a.g.e., s. 359.

792 Kenan Kocatürk, a.g.e., s. 256. 793 Kenan Kocatürk, a.g.e., s. 286, 287.

Kenan Kocatürk, 4 Mart 1944’te Bükreş’ten ayrıldıktan sonra bolluk içindeki hayatını İstanbul’da sürdürecekti. Maltepe 2. Zırhlı Tugaya atanmış ve Suadiye’de eve taşınma sonrasında insanların dikkatini çekmeye başlamıştı. Karı koca arabalarının olması, resmi-özel asılsız dedikodular yüzünden başlarına gelenlerden yakınmaktaydı.794

Kocatürk haricinde bir başka bolluk içinde yaşayan isim Zeki İlter idi. Kasım 1942 sonunda Berlin kentinde göreve başladı ve Berlin’deki ateşelik hizmeti 1944 Ağustos ortalarına kadar sürdü.795 Kocatürk gibi rahat şartlarda ikame ediyordu:

“Kurmay Albay Fahri Korutürk Berlin'den Türkiye'ye tayin olduğu vakit kiralık lüks

dairesini bana bırakmıştı. Bu bina Tiergarten'daki büyükelçiliğimize yakın Lutzowuferde'de idi. Şoförüm Bernwal'e ayda bir altın verirdim. Evdeki yardımcı hanıma da ayda bir altın verirdim. Ben de diğer diplomatlar gibi maaşımı İsviçre'den altın olarak getirtirdim. Ayda 14-15 altın alırdım.”796 Ankara’daki

insanlar boş vakitlerinde sinema için kuyruğa girerken Zeki İlter, Berlin golf kulübünde aktivitelerde bulunabiliyordu.797

İlter, Batı cephesine yaptığı gezide yemek sofrasını şöyle ifade etmiştir:

“Brest kıyısı ucunda, küçük kayalık parça üzerindeki köyde, tarihi bir kilise vardı. Hakikaten çok güzeldi. Bizleri gezdirdiler ve orada bir öğle yemeği verdiler. Ben ilk defa Fransız istiridyelerini, nefis şaraplarını orada tattım.”798 Bu cümleleri okurken

dar bakış açısıyla düşünenler için şatafat içindeki hayat hoş gözükebilir. Geniş pencereden baktığımızda ise eve ekmek götürdüğünde ailesini sevince boğan subaylar ve Trabzon’da yokluklar yüzünden ölen gençler savaşın acımasızlığını çarpıcı biçimde hatırlatmaktadır.

794“Umumî vekilim Dr. İ. Şakir Balatürk ve komisyoncu arkadaşı tapu işlemlerini yaparak, Suadiye'nin meşhur eski zenginlerinden mirasyedi Hasan Bey’den evi benim adıma satın aldı. Yurt dışında 4 yıl, yüksek maaş ve tahsisat alarak görev yapmış bir subayın arkadaşlarından daha müreffeh görünmesini, Suadiye'de bir ev alarak getirdiği kıymetli möbleleriyle evini tefriş etmesini, eşinin ve kendisinin ayrı ayrı otomobilleri olmasını toplum hoş görmemişti.” Kenan Kocatürk, a.g.e.,

s. 345.

795 Zeki İlter, a.g.e., s. 44. 796 Zeki İlter, a.g.e., s. 44.

797 “Asil bir aile ile kurmuş olduğum dostluk vesilesiyle, Berlin golf kulübüne üye oldum. Orada güzel yemek yeniyordu, tenis oynanıyordu. Ataşelerin kıdemlisi İsveç ataşesi Albay Danfelt'in beni kulüpte golf ve tenis oynadığımdan dolayı takdir ettiğini hatırlıyorum.” Zeki İlter, a.g.e., s. 45.

3.5. SUBAYLARIN

ORDU

İÇİNDEKİ

PERSONEL

İLE