• Sonuç bulunamadı

3. ASKERLERE GÖRE DÖNEMİN TÜRKİYESİ

3.1. ERLERİN PROFİLİ

1938 ile 1943 arasında ordu mevcudu arasındaki uçurum, mevcut er profilini çeşitlendirmişti. Yaklaşık 1,3-1,5 milyon asker silah başına alınmıştı. Bunların arasında birçok kesimden insan vardı. Komuta kademesinin dışında kalan erlerin ekonomik sınıflandırmada çoğuna yakını kırsalda yaşayıp, birincil faaliyet olan tarım sektörüyle iç içeydi.

Erlerin genel profilini farklı pencerelerden özetleyen anı sahipleri arasında yer alan Celaleddin Orhan, ordunun temel gücü hakkında övgü dolu sözler sarf etmektedir: “Mehmetçiği tanımayanların, onun soğukkanlılığı karşısında tamamen

hissiz ve anlayışsız sandıkları Mehmetçik, aksine ne kadarda hisli ve anlayışlıdır. Ve hele başındaki subay ve komutanına bir kere inandı mı, aldığı emri yapmamasına imkân mı vardır? Şahsi kanaatim odur ki; Mehmetçiğin ruhuna hâkim olabilen kumandanın muvaffak olmamasına imkân yoktur. Onun itaati, yurt severliği, tehlike karşısında fedakârlığıyla, disipliniyle ve hele yaradılışındaki asker ruhuyla, Mehmetçiğin yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Askerliği sever, öğretileni çok çabuk öğrenir, dövüşmekten hiç çekinmez, hele ölüme metelik vermez, velhasıl asker oğlu askerdir benim Mehmet’im.”693

1940 yılında Trakya’da görev yapan Dündar Seyhan ise erlerin ordudaki yemek anlayışına bakarken: “O zaman, birliklerin mevcudu bir hayli kalabalıktı.

Erat sınıf sınıf silahaltına alınıyor, ha babam kıtalara sevk ediliyordu. Gıdaya da pek aldıran yoktu. Bizim erin alışık olduğu gıda: sabahleyin, bulgur çorbası; öğleyin bulgur pilavı; akşam, bulgur aşı... Yadırgamaz bizim asker... Köyünde kalsa, ne

yiyecekti ki sanki...”694 diyerek yemek tercihini sorgulamadığını, köyünde yediği

şeylerin orduda benzer yemeklerden teşekkül ettiğini belirtmekteydi.

Orduda kısa sürede gerçekleşen sayısal artış komutanların personelle iletişimini olumsuz etkilemekteydi. Mesela Rumelili erler, komutanlarının adını telaffuz etmekte zorluk çekiyordu. Ordudaki temel kural olarak erlere, alttan başlayarak sırayla kolordu komutanına kadar tüm komutanlarının adları zihinlerine kazınırdı. Ancak bu uygulamanın Rumeli erler nezdinde başarısızlığını: “Benim

erlerim de "Remzi" diyemezler, illa "İremzi Atasü" derlerdi. Tabur Komutanım her eğitim kontrolüne gelmeden önce, ben erlerime on kez "Remzi" demeyi öğretirdim. Aksiliğe bakın ki, Komutanım "Benim adım ne?" diye sorar sormaz, erler heyecanlanır "İremzi" sözü ağızlarından fırlardı. Komutan da kızarak giderdi.”695

örneğinde rahatlıkla görebiliyoruz.

Yukarıdaki örnek dışında Ahmet Cemil Akıncı da Samsun yöresinde lisan anlaşmazlıklarıyla karşılaştığına değinmektedir: “Her taraftan asker geldiği için yeni

bir mesele daha çıkmıştı karşımıza. Dilde telâffuz ayrılığı. Fakat bunu öğretmen çavuş, onbaşılar, usta Mehmetçikler, çeşitli yollardan, kendilerine has buluşlarıyla, çözüyorlardı. Meselâ bir keresinde rastlamıştım.

Dürbün kelimesini bir türlü söyleyemeyen acemiye, öğretmeni, bir at getirtmiş, emir vermişti:

— Dur!

Acemi durmuştu. Yine ikinci bir emir vermişti: — Bin!

Acemi binmişti. Öğretmen sormuştu: — Sana ne emir verdim? — Dur ve bin dedin. — Sen de öyle emir ver. 694 Dündar Seyhan, a.g.e., s. 10. 695 Nurettin Türsan, a.g.e., s. 57.

— Dur! Bin!.. — Daha hızlı söyle. — Dur bin!

— İşte bu aletin adı durbindir.696

Savaşın hızlıca genişleyip tüm dünyaya sirayet edip ülke sınırlarına kadar dayanmasıyla orduya her yaştan, bakaya kalmış ve yakalanmış insanlar da dâhil edilmişti. Türk ordusu mevcudu 1,5 milyona yaklaşmıştı. Bunların arasında 45 yaşlarında Sivaslı bir er, elinde sazı ile komutanının karşısına geçerek: “Bey dedi:

Bana tüfek verme taşıyamam kaybederim, benim bir sazım var, bölüğün arkasında yürürüm”.697 diyerek ordudaki komuta kademesi, harekât tarzı ve eğitim anlayışından bihaber olarak sırf ordu mevcudu fazlalaşsın diye askere alınanların tipik örneğini yansıtmaktaydı. Hâlbuki o dönemde ordu içinde insan mevcudu eskisi kadar önemli değildi. Onun yerine yeni teknolojik gelişmeler ışığında ilerleyen Deniz-Hava Kuvvetleri ve karada da zırhlı birlikler (tank) daha revaçtaydı.

45 yaşındaki er dışında 4 Temmuz 1944 tarihinde Borçka’da bulunan erler arasında hırsızlar, kumarbazlar mevcuttur. Ancak elbiseleri perişandır ve çoğunda ayakkabı yerine takunya vardır.698 Acaba hırsızlıklar bu yokluklar yüzünden yapılmış

olabilir mi? Herhangi bir saldırı karşısında tam teçhizatlı düşman askeri karşısında eksik malzemeyle donatılmış, kendini depo çavuşuna kadar kumara kaptırmış Borçka erleri orduya ne derece faydalı olabilirdi? Faydasından ziyade zararının daha çok dokunacağı aşikârdır.

Babası İstihkâm Yüzbaşı olan Ercüment Gökaydın ise, 1938 Haziran’ında ortaokul ikinci sınıfı bitirdikten sonra ziyaret için Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığında bulunan ailesinin yanına gittiğinde, çok farklı asker profilinden dolayı karşılaşılan zorluklara (beslenme, lehçe, din yüzünden adam öldürme) şahit olmuştur. Bize gördüklerini:

696 Ahmet Cemil Akıncı, a.g.e., s. 135, 136. 697 Nurettin Türsan, a.g.e., s. 62.

“1938 Haziran’ında orta ikinci sınıfı geçerek tatilimi geçirmek üzere Arıburnu’nda bulunan ailemin yanına gittim. Bölüğün normal askerine ilaveten doğu ve güneydoğudan, çoğu asker kaçağı Türkçe dahi bilmeyen, 200 kişilik, sadece kazma kürekle teçhiz edilmiş bir grup asker daha verilmişti. Bu doğulu askerlerin ancak birkaçı Türkçe bilmekte idi ve konuştukları lehçeler de çok farklı olduğu için, babam, yanında 4 adet, her biri ayrı lehçe ve biraz Türkçe bilen tercüman ile dolaşarak bölüğü yönetebilmekteydi. Hayatlarında hiç zeytinyağı yememiş olan bu doğulu askerler zeytinyağlı yemeklerden hastalandıkları için onlar için günde çift tayin ve ayrı yemek pişirilmekte idi. Bunların dinleri de Sünni, Şii, Şafii ve hatta Yezidi gibi çok farklı olduğundan ilk günlerde meydana gelen bir öldürme ve birkaç yaralama olayından sonra, babam arazide ayrı bölgelerde kireç ile işaretli ayrı ibadet yerleri hazırlamıştı.”699 biçiminde olduğu gibi aktarması zihnimizde, asker

çeşitliliği ve bunun doğurduğu olumsuz sonuçların sınırlarımız içerisinde başka birliklerde de erlerin birbirini öldürmesine varacak kadar şiddetli vakaların görülmüş olabileceği izlenimini uyandırmıştır. Ancak, Ercüment Gökaydın dışında bu tarz bir hadiseyi paylaşmayan komuta kademesindeki subay kadrosunun, mensubu olduğu kurumun imajını zedelememek için halka nakletmemiş olabileceği göz ardı edilmemelidir.

Yukarıda saydığımız tüm problemlerle birlikte erler için bir başka mesele okuma-yazma sorunu idi. Nüfusun %75’i köyde ikamet eden Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde yaşayan eratın, bunun sonucunda doğal olarak tarım aleti dışında bir şeye dokunmadan okuma-yazma sahibi olmasını beklemek ütopik bakış açısı olurdu. O yıllarda 40.000 köyün 35.000’inde okul yokken, köylerde okuma- yazma bilenlerin oranı %1 idi.700

Hâlbuki gelişen teknolojiyle beraber ordu içindeki muhaberat için okuma ve yazma oldukça ehemmiyetliydi. Subay kadrosu dışında bu konuda başarılı olunduğunu söylemek doğru olmaz. 12 Eylül sonrası Cumhurbaşkanlığı makamına oturan Kenan Evren de 1940 yılında Malkara Topçu Taburunda bu durumdan muzdarip olmuştur. Bir veya iki er dışında daktilo yazan kimse olmaması sebebiyle

699 Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları, s. 17, 18. 700 Hakkı Uyar, a.g.m., s. 317.

daktilo kursuna gidip o materyalin kullanımını öğrendikten sonra yazılarını kendisi yazmıştır.701

Okuma alışkanlığının kimsede olmadığının farkına varan Muzaffer Erendil, Bursa’da görev sırasında kendi bataryasında bu sorunu önlemek için güzel çalışmalara imza atmıştır. Her cahil eri bir okuryazar erle eşleştirmiş ve onları sorumlu tutmuş; birde okuma yazma öğreneceklere izin vadederek erleri teşvik edici bir tarzda yaklaşmıştır. Bunu başaramayacak -okuyamayan ve yazamayan- erleri kesin şekilde izinden mahrum edeceğini belirtmiştir.702

Kısa sürede bunun faydasını görmüş ve belli bir süre sonra, eratın talimhaneye çıkarılıp okuma yazma sınavında diğer bataryalara karşı en başarılı olduğundan Muzaffer Erendil’e 82 lira okuma yazma ikramiyesi vermişlerdir. Kendisi de bataryasının bu başarısını ödüllendirmek için dikiş makinesi eksikliğini, verilen ikramiyenin bir kısmını erlerin parasıyla birleştirerek yeni bir makine alarak ödemiştir.703

Okuma-yazma kursuna katılarak kendilerini geliştiren erler haricinde cahilce davranışlarda bulunan erler de yok değildir. 1941 yazında Bulgar sınırında (8’inci Piyade Alayı, 9’uncu Bölük) komutanın çıplak ayakla ata binmesine dayanamayan asker, eğer almak için Bulgar karakolunu basmıştır. Dönemin komutanı Talat Özdoğan, anılarında bu durum hakkındaki düşüncelerini şöyle ifade etmiştir:

“Benim çıplak ata binmem, Bulgar subayının da eyerli atla dolaşması erlerimden birinin onuruna dokunmuş ve kendisi orada oldukça beni çıplak ata bindirmemeye ahdetmiş. Bir gece gizlice sınırı geçerek 400 metre kadar içerdeki Bulgar sınır karakoluna gitmiş. Oradaki erlere; "Üç gün içinde şu sınır taşına bir eyer takımı getirmezseniz karakolunuzu bombalar hepinizi kurşundan geçiririm." demiş. O sırada Bulgaristan, sınıra yakın köylerini boşalttığından Bulgar erleri hiçbir köyde eyer bulamamışlar. Korkudan geceleri karakolu kapatıp, köyde yatmaya başlamışlar, durumu da kendi kumandanlarına bildirmişler. Sonuçta durum Bulgar Hükûmetinden bizim hükûmete "Hudutta birlikleriniz sınır karakollarımızı basıp

701 Kenan Evren, a.g.e., s. 64.

702 Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları, s. 106. 703 Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları, s. 106.

erlerimizi tehdit ediyorlar" şeklinde ve olayın geçtiği bölge de anlatılarak şikâyette bulunulmuş, durum Dışişleri vasıtasıyla kumanda kademelerinden geçip bize kadar ulaştı.”704

Erin komutanı için yaptığı bu fedakârlık, kahramanlık ve cesaretin iç içe geçmiş bir örneği olarak önümüze sunulabilir. Yalnız Balkanlarda 1941 başından itibaren başlayan Alman ilerleyişini ve 18 Haziran’da onlarla yapılan saldırmazlık antlaşmasını dikkate aldığımızda, erin ne kadar yanlış bir hareket yaptığı ortaya çıkacaktır. Almanların kuklası Bulgaristan’a yapılan bu tecavüz neyse ki fazla ses çıkarmamıştır. Bunda kuşkusuz Almanların 22 Haziran 1941’de başlayan Rus işgali ve Urallara kadar işgal planını bir an önce hayata geçirme fikri etkili olmuştur.

Tüm bunların dışında; ordu içindeki kurallara uyan ve uymayan er örneklerini incelemek gerekirse, bunu parola meselesi üzerinden görebilmemiz mümkündür. Savaşın ülke sınırlarını çember için aldığı 1941 yılında, Kolordu Komutanı ile Müstahkem Mevki Dz. Komutanının gemileri eşliğinde Gelibolu’ya hareketlerini bildirmemesi ve parolayı bilmemeleri yüzünden talimatlar gereği vurulması gerekiyor iken, Binbaşı Celaleddin Orhan’ın son bir hamlesi ile büyük bir faciadan dönülmüştür.705

704 Türk Subaylarının İkinci Dünya Harbi Hatıraları, s. 179.

705 “O gece, gece yarısına doğru kıç tarafta geziniyordum. Birden köprü-üstünden nöbetçi subayının; toplara ve ışıldaklara drisa ve hedef vererek mermi sürdüren emrini duymamla köprü üstüne:

- Dur batarya, dur, diye bağırmam bir oldu. Çünkü aklıma gündüz geçen komutanlar gelmişti. Işıldak yanınca da uzağımızdan geçen vasıtanın gündüz Komutanları götüren römorkör olduğunu gördüm. Tabii hiçbir ışıkları da yoktu. Gemimizin kıç tarafından yaklaşması emrim üzerine ağır, ağır geldi. Yanımıza geldiğinde gemi kaptanına:

- Kaptan, neden parolaya cevap vermedin? - Paroladan haberim yok ki cevap vereyim. - Nereden gelip nereye gidiyorsun? - Gelibolu’dan Çanakkale’ye gidiyorum. - Yolcuların var mı?

- Paşalarımız var. Bu esnada Kolordu Kumandanının pek iyi tanıdığım sesi. - Kumandan Bey, ben Nuri Yamut. Hakikaten ateş açacak mıydınız? - Evet Paşa hazretleri.

- Niçin?

- Çünkü ne gidişiniz ve ne de dönüşünüz bize bildirilmedi. Gemimin emniyeti bakımından parolaya cevap vermeyen her tekneye bana sorulmadan derhal ateş açmaları için emir vermiştim. Aksi halde parolaya cevap bekleyinceye kadar torpillenebiliriz.

- Bir ikinci defa parola sormanız daha ihtiyatkâr bir hareket olmaz mıydı?

- Af buyurun Paşa Hazretleri, Birinci Dünya Harbinde de Muaveneti Milliye isimli Torpido Muhribimiz de İngilizleri böyle oyalamış ve İngilizler de oyalanmalarının cezasını Golyat’a yedikleri torpidolarımızla çekmişlerdi efendim.

Samsun’da da yine ucuz atlatılan bir vaka olmuştur. 15. Topçu Alayında Teğmen İbrahim Şenocak, tabur nöbetçi subayıyken nöbet yerlerini kontrol ederken parolayı bilmeden teftişe çıkmıştır. Teftiş sırasında yaşadıklarını aktarırken ölümden döndüğüne şahit oluyoruz: “Çevremizdeki piyade cephaneliklerinin yakınından

geçiyordum ki bir mekanizma açılıp kapanması ile (parola kimsin!) sesini duydum. Tesadüfe bakın ki o anda da ayağım bir çukura denk geldi ve yüzükoyun yere düştüm. Kalkmam çok tehlikeliydi. Piyade alayının parolasını bilmiyordum. Tüfek namlusunun bana dönmüş olduğundan şüphem yoktu. Soğukkanlılığımı bozmadan yattığım yerden, "aferin oğlum görevinde dikkatli olup olmadığını denedim, çok memnun oldum. Yarın seni bölük komutanına methedeceğim" sözleri üzerine erin gevşemesi ile yerden kalkarak yanına gittim ve yanaklarını okşadım.”706

Ne yazık ki adını bilmediğimiz komutanlarımızdan biri İbrahim Şenocak kadar şanlı olmayacaktır. Savaş sırasında casusluk korkusu halkta saplantı haline gelmiş ve yıllarca sürmüştür. Köylü, bir yabancıyla karşılaşsa hemen casus ihbarı yapmıştır. Bu korku genç bir teğmenin hayatını sona erdirmiştir: “Bir gece Taşkışla

önünden geçerek bostanlar arasından Maçka'ya kestirmeden geçmek isteyen bir subayı nöbetçi er vurdu, öldürdü. Sanırım İkinci Dünya Savaşı'nın ilk Türk şehididir. Türk ordusunun nöbetçi erinin hiç· şakası yoktur. "Dur" emrini duymadıysan, ya da "Parolayı” bilmiyorsan kurşunu yersin…”707

Üçüncü vakada erin vazifesine sımsıkı bağlı oluşu takdir edileceği gibi komutanını vurmasına karşı hayıflanan fikirlerde ortaya sürülebilir. İstanbul içerisinde Mihver-Müttefik devletleri ajanlarının cirit attığı bir zamanda komutanı olsa bile kimliğine bakmadan talimatları uygulayan ve duygularına yenik düşmeyen askerin her zaman takdir edilmesi elzemdir.

- Dz. K. bey, ne dersiniz, evvela gemiye kızmıştık ama, şimdi geminin ateş açmaya tevessül etmesini haksız bulmuyorum. Gidip geleceğimizi ve her ihtimale karşı parolayı ilgililere bildirmeliyiz. Aksi halde ihmalimizi bize hayatlarımızla ödetecek olan bu vazifeşinas arkadaşlarımızı itham haksızlık olur, diyerek:

- Kumandan Bey; sizi ve arkadaşlarınızı gecenin bu saatinde vazife başında uyanık görmek bizleri memnun etti. Memleket vazifesinde gösterilen alaka ve dikkatten dolayı hepinize teşekkürler ederiz, diyerek ayrıldılar.” Celaleddin Orhan, a.g.e., s. 320-322.

706 İbrahim Şenocak, a.g.e., s. 19, 20. 707 Nurettin Türsan, a.g.e., s. 79.

Son olarak, ölüm tehlikesi karşısında erlerin görevlerine bağlılıklarına değinmekte fayda vardır. 1942 Temmuz’unda batan Atılay denizaltısını arama faaliyetlerini yürüten geminin mayın teline takıldığı düşünülürken, geminin içindeki askerlerin bazıları komutanlarını yalnız bırakmamak düşüncesiyle can yeleklerini atarak olaya müdahil olmuşlardır: “Ne yapacağımızı şaşırmış bir vaziyette bakışırken

birde ne göreyim?.. Korumak maksadıyla bir az evvel baş tarafa yolladığım erlerden 5-10 tanesi herhalde sıkıldıkları için olacak çıkarttıkları cankurtaranlarını yere atmışlar, küpeşteden aşağı sarkmışlar meçhul cisme bakmıyorlar mı?

- Burada ne arıyorsunuz ve niçin cankurtaranlarınızı çıkardınız? - Komutanım ha o mayının nasıl patlayacağını görmek istedik.

- Bre izansız herif, mayın olsa ve patlasa hangimiz sağ kalacak ki, sen göresin, hepimiz paramparça olup havaya uçacağız?..

- Ama komutanım: Biz baş tarafta oturuyor, siz burada çalışıyorsunuz, bizimki canda siz komutanlarımızın canı can değil mi, ne olacaksa hep beraber olalım. Siz gittikten sonra biz ne idelim?.. Şimdi gel de bu düşüncedeki fedakâr askeri sevme.”708 Örneğinde olduğu gibi, askerlerin görevlerini vatan bilinciyle idrak

ederek kendi canlarını önemsememeleri, ordu içerisindeki manevi atmosferin ne kadar yüksek şiddette seyrettiğinin delilidir.