• Sonuç bulunamadı

1.4. Liberalizasyon Öncesi Finansal Piyasaların Yapısı ve Finansal Baskı Politikası

1.4.3. Finansal Baskı Politikasının Rasyonalitesi

Gelişmekte olan ülkelerin ortak özelliklerinden biri olan ve finansal piyasaların gelişimini sınırlandırmak için fiyat ve kontrol uygulamalarının genel bir tanımını veren finansal baskı uygulaması, hükümetler tarafından kaynak dağılımında kontrolün sağlanması ve kamu sektör açıklarının düşük maliyetle finanse edilmesi amacıyla uygulanan bir politikadır(Collier ve Mayer, 1989: 6). Pek çok gelişmekte olan ülkede hükümetlerin dönemler arası bütçe harcamalarını vergi gelirleriyle karşılayamaması durumunda enflasyon ve zorunlu karşılık oranı ile elde edilecek gelir düzeyinin yükseltilmesi ve harcamalar için kaynak bulunması amaçlanmaktadır (Brock, 1989: 114). Hükümetlerin bu nedenle enflasyon sorunu yaşayan bir ekonomide ek bir gelir kaynağı olduğu için finansal baskı uygulaması ile faiz oranını düşürme politikasını tercih ettikleri görülmektedir(Giovannini ve de Melo, 1993: 954-955; Fry, 1997: 754).

Keynes’in likidite tercih teorisi ile Tobin’in parasal büyüme modellerinde rasyonel bir politika önerisi olan faiz oranı tavanları aynı zamanda sabit bir girdi- çıktı katsayısı üzerine inşa edilen dengeli kalkınma modellerinde de makul görülmektedir. Pek çok gelişmekte olan ülkede planlı sektörel yatırım programlarının bu sabit girdi-çıktı oranı üzerine kurgulandığı hatırlandığında, karlılığı düşük projelere fiyat dışı kriterlere göre verilen kredilerin özel sektörün desteklenmesi gerekçesiyle uygulanacağı açıktır(Fry, 1995: 18). Tobin(1965), parasal büyüme modelinde sermayenin paraya göre nisbi getirisinin yükseldiği bir durumda hanehalkının portföyünü paradan sermayeye doğru kaydıracağını ve sermaye-emek oranının yükselmesiyle ekonomik büyüme oranında artış gözleneceğini belirtmiştir. Bu tür baskıcı uygulamaların devlete sağlayacağı bazı fırsatlar ise üç başlık altında toplanabilir(Denizer vd., 1988: 3):

¾ Ticari bankalara yönelik uygulanan yüksek zorunlu likidite ve karşılık oranları, kamu kesimi için yapay bir talep oluşturacaktır. ¾ Aşırı kredi talebi nedeniyle hükümet, rakip kredi kullanıcıları

¾ Düşük faiz oranlarının tasarrufları caydırması nedeniyle tasarrufçular, bankacılık sektöründen vazgeçerek, varlıklarını yabancı piyasalarda tutmaya başlayacaklardır.

Finansal baskıyı savunan hükümetler için finansal sektör, senyoraj ve enflasyon vergisi aracılığıyla hükümet gelirlerini artıran kolay bir parasal kaynaktır(Auerbach ve Siddiki, 2004: 247). Özellikle yurtiçi enflasyon oranının yüksek olduğu ülkelerde bu politikaların daha geniş bir uygulama alanı olduğu dikkat çekmektedir. Enflasyon oranının yüksek olduğu ülkelerde paranın değer yitirme oranı da daha yüksektir. Yurtiçi borçlanma maliyeti, nominal faiz oranları devlet tarafından sabitlendiği için ulusal paranın değer yitirme oranından etkilenecek ve devlet, finansal baskı sonucu daha fazla gelir elde etme imkanı yakalayacaktır(Giovannini ve de Melo, 1993: 955). Finansal baskının hükümetler tarafından bir gelir kaynağı olarak görülmesinin nedenleri ise şu şekilde sıralanabilir(Giovannini ve deMelo, 1993: 954-955):

¾ Finansal baskı politikaları, vergilendirmenin farklı bir türü olarak vergi toplamanın daha maliyetli oluşu dolayısıyla tercih edilen bir politika türüdür.

¾ Finansal baskı, hükümetler tarafından gelir dağılımını sağlamakta kullanılan bir araç niteliği taşımaktadır. Örneğin, sermayeden elde edilen getirinin vergilenmesi sermayedardan ücretliye doğru gelir transferine yol açacaktır.

¾ Finansal baskı, şeffaf bir vergilendirme sistemi olmadığı için hükümetler tarafından destek bulan bir politikadır.

Finansal baskının kamu bütçesi üzerindeki etkisi ise bu uygulamanın hükümetlerin optimizasyon davranışının bir sonucu olup olmadığı noktasından hareketle analiz edilebilecektir. Finansal baskı, yurtiçi yerleşiklerin yurtdışında finansal varlık ediniminin yasaklanması, finansal aracıların portföylerinde zorunlu devlet tahvili kotası gibi mecburiyetleri de içeren ve asıl olarak finansal piyasaları baz olan bir dizi miktar kısıtlaması şeklinde hayata geçirilmektedir. Ancak bu miktar

kısıtlamaları etkin bir biçimde uygulanmadığı için doğrudan devletin bir kazanımı olmayan monopol getirisini artıracak ve böylece miktar kısıtlamasına eşdeğer bir fiyat kısıtlamasının olduğu koşullar pek çok gelişmekte olan ülkede tercih edilen bir uygulama olma niteliğini kaybedecektir(Giovannini ve Melo, 1993: 954).

II. BÖLÜM

FİNANSAL LİBERALİZASYON HİPOTEZİ:

McKINNON-SHAW YAKLAŞIMI ve BU YAKLAŞIMA KARŞIT GÖRÜŞLER

1970’li yılların sonrasında gelişmiş ülkelerin ekonomi politikalarında olduğu kadar gelişmekte olan ülkelerin makroekonomik ve kalkınma stratejilerinde de önemli değişimler olmuştur. Geçen bu süreç dahilinde devletin azalan rolüne, özel girişim ve piyasa güçlerinin önemine, dışa açılım ve dünya ekonomisine entegrasyona daha fazla vurgu yapılmıştır. Ancak bu tür uygulamaların hayata geçirilmesi, istikrarlı bir makro ekonomik yapı yanında ivme kazanmış bir büyüme rakamı ile genellikle yükselen bir hayat standardını da gerekli kılmaktadır. Bu nedenden ötürü hükümet müdahaleleri sonucu oluşan fiyat çarpıklığı ve dış dünyaya açılmadaki direnç, yüksek büyüme rakamlarına ulaşılamamasının, eşitsiz gelir dağılımının ve yoksulluğun sorumlusu olarak görülmüştür(UNCTAD, 1997: 65).

1970’li yıllar, döviz kuru, sermaye hareketleri ve diğer kısıtlayıcı düzenlemelerin liberalleştirildiği ve bu dalga kapsamında ulusal ve sınır ötesi finansal kontrollerin aşamalı olarak kaldırıldığı bir dönem olmuştur. Yükselen ekonomi olarak düşünülen bazı gelişmekte olan ülkeler, kalkınmış ülkeler tarafından finansal yatırımların alıcısı konumunda görülmüş ve ekonomik yazında neo-klasik düşünceyle beraber sermaye hesabı liberalizasyonunun ticari liberalleşmenin tamamlayıcı bir öğesi olduğu ilkesi kabul görmüştür(Priewe, 2008: 26-27).

1980 yılı öncesi uluslararası para piyasaları ve finansal sistem, ani değişim ve şokların hakim olduğu düzensiz bir yapıya sahipti. Böylesi bir ekonomik ortamı hazırlayan nedenler arasında öncelikle 1970’ler öncesi aşamalı bir dağılma yaşayan ve sonuçta çöken Bretton Woods sistemi sayılabilir. Çöküşün ardından dalgalı kura geçiş yapılana dek ve piyasaların yeni kurallarını saptaması ve öğrenmesine kadar geçen süreçte, para piyasasında kargaşa ve döviz kurunda dengesizlik ortamı ekonomiye hakim olmuştur. İkinci olarak 1970’li yıllarda petrol fiyatlarının yükselişinin ardından ortaya çıkan enflasyonist ortam, uluslararası para ve finansal sistem için istikrarı bozan etkiler yaratmıştır. Döviz piyasasının fiyat istikrarsızlığı

koşullarında faaliyet göstermesi yanında enflasyon oranlarının ülkeler arasındaki önemli farklıkları, büyük ülkelerin nisbi fiyat düzeylerinin şiddetli bir değişim geçirmesine yol açmıştır. Petrol fiyatlarındaki artış ve ticaret hadlerindeki değişim sonucu oluşan ticari dengesizlikler, uluslararası likidite ve cari işlemler açığının finansmanında önemli problemlerin baş göstermesine neden olmuştur. Son olarak ise büyük ülkelerin anahtar finansal fiyatlarında dalgalanmalara yol açan karma politikaları nedeniyle 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başındaki dezenflayonist süreç, finans ve para piyasalarında ciddi istikrarsızlıkları da beraberinde getirmiştir(Akyüz, 2000: 55-56).

1970’li yıllara dek uygulanan finansal sistem üzerindeki baskıcı politikaları haklı göstermeye yönelik gerekçeler, bu politikaları uygulayan ülkelerde ekonomik büyüme oranının azalması nedeniyle anlamsızlaşmıştır(Roubini ve Salai-Martin, 1991: 11). Bu uygulamaların yol açtığı tüm olumsuzluklar, mevcut finansal yapı üzerinde reformlar aracılığıyla bazı değişimlerin yapılmasını zorunlu kılmıştır. Bu amaçla finansal liberalizasyon gelişmekte olan ülkelerde 1980’li yıllarla beraber uygulanan istikrar programlarında kendine yer edinen bir politika önerisi olmuştur(Williamson ve Mahar, 2002: 10)