• Sonuç bulunamadı

Finansal bütünleşmenin önceki başlık altında sıralanan kazanımlarına karşın sermaye akımlarının belirli bazı grup ülkelerde yoğunlaşması ve sermayenin küçük ülkelere girişinde aksaklıkların ortaya çıkması, kaynakların yanlış dağılımı, makroekonomik istikrarsızlık, sermaye akımlarının dalgalanma sergilemesi gibi maliyetleri de söz konusudur(Agenor, 2003: 1096). Ülkeye gelen yabancı sermaye akımlarının büyük hacimli olması durumunda da ulusal ekonomide hızlı bir parasal genişleme, enflasyonist baskı, reel döviz kurunun değerlenmesi ve cari açık artışı gibi bazı istenmeyen makroekonomik etkiler de gözlenebilecektir(Agenor ve Montiel, 2008: 490)

Neo-klasik teori, getiri arayışına giren sermayenin gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğru harekete geçeceğine yönelik bir öngörüde bulunmasına rağmen, sermayenin zengin bir ülkeden diğerine geçmesi, sermayenin gelişmekte olan piyasaları kalkındırma amacından çok, gelişmiş piyasalar arasında finansman çeşitlendirmesi amacıyla kullanıldığını göstermektedir(Obstfeld ve Taylor, 2004: 241). Sermayenin bu şekilde gelişmekte olan ülkelerden ziyade zengin ülkeler arasında hareket etmesi, Lucas(1990) tarafından finansal serbestleşmenin bir paradoksu olarak tanımlanmıştır. Lucas(1990) elde ettiği bu sonuçla literatürde yeni bir teorik tartışma başlatarak temel neo-klasik model üzerinde üretim yapısının farklılaşması, beşeri sermaye faktörünün modele eklenmesi ve mükemmel piyasa varsayımından vazgeçilmesi gibi değişiklikler yapmıştır. Lucas’ın ortaya koyduğu bu paradoksal sonucun neden kaynaklandığına yönelik teorik açıklamalar iki grupta toplanabilir. Ülkenin üretim yapısını etkileyen ve modelde bulunmayan beşeri sermaye gibi üretim faktörleri, hükümet politikaları, kurumlar ve teknoloji böyle bir sonucu ortaya çıkaran ilk nedendir. İkinci olarak ise uluslararası sermaye piyasalarındaki ulusal risk ve asimetrik bilgi gibi piyasa başarısızlıklarıdır(Alfaro vd., 2007: 23; King ve Rebelo, 1993).

Obstfeld ve Taylor(2004), Lucas paradoksuna ilişkin olarak 1914 yılı öncesinde gelişmiş ülkelere yönelik sermaye hareketlerinin günümüze kıyasla daha büyük hacimli olduğuna dikkat çeker. Ondokuzuncu yüzyılda global finans merkezi konumundaki Londra’da gelişmekte olan ülkelere verilen krediler, günümüzdeki değerinden daha fazladır ve sermaye akımlarının büyük çoğunluğu zengin merkezden fakir çevreye doğru tek yönlü olduğundan net ve brüt akımlar arası fark küçüktür. Ancak 1970 yılı sonrasında ülkeye gelen ve çıkış yapan sermayeden oluşan brüt akımların GSYİH’ya oranı çok yüksek olmasına karşın ülkeye giren ve çıkan sermaye arasındaki farkı oluşturan net akımlar düşük seviyede sabit kalmıştır. Bu sonuç da 1970 sonrasında sermaye akımlarının çoğunun zengin ülkenin birinden diğerine doğru hareket ettiğini belirten Lucas paradoksunu destekler niteliktedir(Alfaro vd., 2007: 24). Obstfeld ve Taylor bu eğilimi, günümüzdeki sermaye akımlarının büyük kısmının kalkınmanın finansmanını sağlamaktan çok

finansman çeşitlendirmesi amacı taşıdığı şeklinde yorumlamaktadır(Obstfeld ve Taylor, 2004: 241).

Reinhart ve Rogoff, finansal liberalizasyon sonrasında gelişmekte olan ülkelere çok az miktarda sermaye girişi olmasının nedenini bu ülkelerin borçlarını geri ödemede sıkıntı çekmeleri dolayısıyla borç alma işlemlerinin daha zor olmasına bağlamaktadır. Ayrıca gelişmekte olan ülkelerin çoğunda gözlenen politik risk olgusu da bu ülkelere yönelik sermaye girişinin önünde önemli bir engel teşkil etmektedir(Reinhart ve Rogoff, 2004: 56-57). Tornell ve Velasco ise gelişmekte olan ülkelerde mülkiyet haklarının korunmasına ilişkin düzenlemelerin yokluğuna rağmen banka hesaplarının gelişmiş ülkelerde güvenilir olmasını, sermaye akımlarının zengin ülkelere doğru yönelmesinin gerekçesi olarak görmektedir(Tornell ve Velasco, 1992: 1208).

Gelişmekte olan ülkelerin pek çoğunda yaşanan finansal krizlerin gelir ve tüketim düzeylerinde ani düşüşlere yol açması, uluslararası finansal piyasaların tüketim düzleştirmesine yardımcı olacağına yönelik beklentileri de boşa çıkarmıştır. Ayrıca uluslararası yatırımcıların sadece gelişmekte olan ülkelerin ekonomik koşullarının iyi olduğu dönemlerde borç vermeleri, bu ülkelerdeki kaynak sorunlarını daha da ciddileştirmiştir(Köse ve Prasad, 2007: 7).

Krugman tarafından finansal liberalizasyona yöneltilen bir diğer eleştiri ise, entegrasyon uygulamalarının kişi başı gelir düzeyinde yakınsama sağlamaktan ziyade, eşitsizliği artırmasıdır. Krugman bu savını, yabancı ülkenin sermaye yoğun alanda faaliyet gösterdiğini varsayarak iki faktör ve iki sektörlü bir ekonomi üzerinden doğrulamaya çalışmıştır. Eşit emek gücüne sahip olan ülkelerden sermaye yoğun alanda üretim yapan ülkenin başlangıç sermaye stok miktarı diğerinden daha yüksek olacağı için sermaye yoğun alanda karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olacaktır. Yabancı ülkenin bu üstünlüğü daha yüksek üretim hacmi ve daha fazla verimliliğe yol açacağı için sermayenin bol olduğu ülkedeki getiri, kıt olduğu ülkeye göre daha fazla olacak ve bu asimetri, tüm sermaye stoku bol olan ülkeye aktarılıncaya kadar devam edecektir(Krugman, 1993: 18).

Finansal liberalizasyon ayrıca finansal kırılganlık ve finansal kriz yaratma riski nedeniyle de eleştirilmektedir. Bu konuda Kaminsky ve Reinhart(2000), Detragiache ve Demirgüç-Kunt(1998), Glick ve Hutchinson(2001), finansal liberalizasyonun bankacılık ve mali kesim krizlerinde artışa sebebiyet verdiğini belirtmektedirler. Ayrıca 1980’li ve 1990’lı yıllarda finansal liberalizasyon politikaları uygulayan ülkelerde finansal kırılganlığın artışı(Arestis ve Caner, 2004: 13) ve bankacılık sektöründe sorunların baş göstermesiyle finansal bütünleşmeden beklenen kazanımların gölgelendiği görülmüştür(Diaz-Alejandro, 1985: 1).

Finansal bütünleşmeyle ilişkilendirilen ve ülkenin dayanıklılığını zedeleyen tüm risk faktörlerinin yurtiçindeki yönetişim ve makroekonomik politikaların kalitesinden bağımsız olduğunu düşünmek yanlış olacaktır. Bu anlamda ülkede uygulanan makro politikalar ile döviz kuru sisteminin birbiriyle tutarlı olması gerekmektedir(Buiter ve Taci, 2003: 115). Sabit döviz kuru sistemini uygulayan ülkelerin sermaye kontrollerini ani bir şekilde kaldırmaları, bu ekonomilerde kriz oluşumunu tetikleyecektir. Tam sermaye hareketliliğinin olduğu bir ekonomide, sürdürülebilecek döviz kuru rejimleri ya serbest dalgalı kur ya da para kurulu, dolarizasyon veya parasal birlik gibi çıpa uygulamalarıdır(Wyplosz, 2004: 134-135). Ayrıca şeffaflığın az olduğu bir ekonomide, uluslararası yatırımcılar sürü davranışı nedeniyle gelişmekte olan finansal piyasalarda dengesizlik yaratabileceği gibi, ülkedeki yolsuzluk seviyesi de sermaye akımlarının bileşimini etkileyerek ülkeyi spekülatif saldırı riski ve yayılma etkisi dolayısıyla daha kırılgan bir konuma taşıyacaktır(Prasad vd., 2003: 4).

Finansal liberalizasyonun bazı gelişmekte olan ülkelerde kriz yaratma ihtimali ve finansal kargaşa olasılığını artıran sonuçlar vermiş olması, finansal bütünleşmenin uygulanmaması gerektiği anlamına gelmemektedir. Gelişmekte olan ülkelerde böylesi bir tecrübenin neden yaşandığıyla ilgili bileşen hipotezi ve eşik hipotezi olmak üzere birbirinden bağımsız iki görüş ortaya atılmıştır. Bileşen hipotezi, sermaye akımlarının her türünün aynı olmadığı noktasından hareket ederek doğrudan yabancı yatırım ve portföy yatırımlarının ekonomik büyüme üzerindeki pozitif etkisinin daha kesin olduğu ve uluslararası borçlanmanın ekonomik büyümeyi

desteklediğine dair güçlü bir kanıtın olmadığını belirtmektedir(Dell’Ariccia vd., 2008: 21; Wei, 2006: 460). Eşik hipotezinde ise bir ülkenin finansal bütünleşmeden kazanım sağlaması için iyi kamusal kurumların(hukukun üstünlüğünün kabul gördüğü, rüşvetçiliğin önlenebildiği) ve uygun makroekonomik politikaların uygulanması gibi bazı asgari koşulların temin edilmesinin gerektiği, aksi halde ülkede kriz oluşma ihtimali ve düşük büyüme oranlarının gerçekleşebileceğinden bahsedilmektedir(Köse vd., 2009a; Prasad vd., 2004; Wei, 2006: 460).

Fry ise aralarında sıkı bir bağ varmış gibi görünmesine rağmen gerekli koşulların sağlandığı bir ortamda finansal liberalizasyonun olumsuz sonuçlar doğuracak bir olgu olmayacağını ifade etmiştir. Finansal liberalizasyonun yeterli denetim ve düzenleme olmadan, finansal sistemin makroekonomik istikrarsızlık içinde olduğu bir ortamda uygulamaya konması durumunda finansal krizleri tetikleyeceği açıktır(Fry, 1989: 24).