• Sonuç bulunamadı

“Demokratik Elitizm” Çözümü

3.2. CARL SCHMITT: EGEMEN MODERN DEVLETİ SAVUNMAK

3.2.5. Demokrasi Düşüncesi Ve Eleştirisi

liberalizm ve liberal modern parlamenter sistemler, ahlaki ve düşünsel zeminini kaybetmiş, salt mekanik ve boş bir aygıta dönüşmüştür.

gerçek veya adil olduğu konusunda ikna etmek değil, hükmedebilmek için çoğunluğu elde etmektir. (Schmitt, 2010, s. 22).

Özünü yitirmiş tartışmaların sahnesi olan parlamentolarda, milletvekillerinin bağımsızlığı ya da toplantıların halka açık olması durumu ise ısıtma sistemindeki radyatörlerin üzerine çizilmiş alev görüntüsünden, yani bir dekordan başka bir şey değildir. (Schmitt, 2010, s.21-22) Sorunların özüne ilişkin dolu tartışmaların yapıldığı dönemlerin, Burke, Bentham, Guizot, Mill'in dönemlerinden kalma parlamentarizmin o ışıltısı artık sönmüştür. Bugün artık kimse onların, parlamentonun siyasi bir elitin eğitimini garanti ettiğine ilişkin umudunu paylaşmamaktadır.

Yine de alaycı bir şekilde dile getirilecekse, 19. yüzyıl demokrasilerin “zaferi” ile sonuçlanmıştır. Hatta öyle ki, ilerleme, demokrasi ile eşanlamlı hale gelmiş, anti-demokratik bir direnç ise boş bir direnç olarak görülüp demode fikirler olarak bir kenara atılmıştır. Halk egemenliği, çağın en kuvvetli fikri, bu fikrin monarşik ilke ile mücadelesi ise yüzyılın başat eğilimi olarak tanımlanmıştır. Avrupa’nın demokratikleşmek zorunda olduğu fikri 1830’lardan beri Avrupa’nın yazgısıymış gibi gösterilmeye başlanmıştır ki “Takdir-ilahi, kararını demokrasinin lehine vermiş gibi”dir. (Schmitt, 2010, s. 38). Hatta demokrasi konusundaki tanımlamalar ve tasvirler çoğu zaman “1789’dan beri hiçbir bendin karşı koyamadığı demokrasi seli” gibi tumturaklı cümlelerle başlamış, (Schmitt, 2010, s. 38) demokrasi fikri o kadar benimsenmiştir ki bir çok defa, İngiltere örneğinde olduğu gibi, mevcut monarşilerle birleştirilmeye çalışılmıştır. Ancak bu durum hayata geçirildikçe birçok efendiye hizmet ettiği ve özü itibarı ile net bir hedefe asla sahip olamadığı ortaya çıkmakta gecikmemiştir. En önemli rakibi olan monarşik prenslik ortadan kalktığında ise aslında içeriksel kesinliğini kaybederek bütün tartışmalı kavramlarla aynı kaderi paylaşmıştır. Başlarda liberalizm ve özgürlük düşüncesi ile doğal bir ittifak, hatta özdeşlik içerisinde ortaya çıkan demokrasi, sosyal demokrasi formunda da sosyalizm ile işbirliği yapmış ama pek çok kez başarısızlığa uğrayarak çoğu yerde aslında vaat ettiklerinin aksine, tutucu ve gerici olabileceğini göstermiştir. Bu başarısızlıklar da demokrasinin aslında siyasal bir içeriğinin olmadığının ve sadece bir örgütlenme şekli olduğunun en önemli kanıtlarıdırlar. (Schmitt, 2010, s. 39). Böylesi durumların ortaya çıkmasındaki en önemli nedenlerden biri “demokrasinin salt form olarak nasıl bir değeri vardı” sorusunun sorulmamasıydı ve demokrasinin ekonomi ile içeriklendirilerek verilen muhtemel cevapları da bu sorunun cevabı değildi. Nitekim Schmitt’e göre

bir demokrasi, kendisinden taviz vermeksizin militarist veya pasifist, mutlakıyetçi veya liberal, merkeziyetçi veya yerinden yönetimci, ilerici veya gerici ve farklı zamanlarda bunlardan herhangi biri olabilir. Ekonomik alana aktarmak sureti ile demokrasiye hiçbir içerik kazandırılamayacağı, bu basit keyfiyet karşısında kendiliğinden anlaşılır. (Schmitt, 2010, s. 41).

Bu bağlamda demokrasi ekonomi ilişkisine ilişkin olarak, örnekse İngiliz lonca sosyalizmi mesela kendisini ekonomik demokrasi olarak adlandırır. Diğer taraftan anayasal devlet ve anayasal fabrika arasında kurulan meşhur analojiler de vardır. Mesela kendi örneği ile, Weber, devletin sosyolojik açıdan artık yalnızca büyük bir fabrika olduğunu ve bugün, ekonomik bir idari aygıtla bir fabrika ve devlet arasında özü itibarı ile bir fark kalmadığını söyler. Bu anlamda Schmitt’in göndermeleri demokrasinin yalnızca devletin bir örgütlenmesi olmadığı, aynı zamanda ekonomik örgütlenmelerin de zeminini sağladığına yönelik temellendirmelerdir. Bu da başından beri karşı olduğu üzere, devlete “şirk koşmak” şeklinde değerlendirilebileceği için asla tasvip edilen bir yaklaşım değildir. Ne türden olursa olsun fark etmez, siyasal bir sistem olma iddiasındaki bir düşünce, toplumun din, ekonomi ve kültür gibi diğer kurumları ile eşdeğerde tutulamaz ya da bunların konumuna indirgenemez.

Yine demokrasilerde devlet-halk özdeşliğine yönelik bir çaba söz konusudur. Yani yönetenlerle yönetilenlerin, hükmedenlerle hükmedilenlerin özdeşliği, devlet otoritesinin öznesi ile nesnesi arasındaki özdeşlik, halkın parlamentodaki temsili ile özdeşliği, devlet ile oy veren arasındaki özdeşlik, devlet-yasa özdeşliği ve nihayet nicel yani çoğunluk veya oybirliği durumu ile nitel yani yasanın adil olması arasındaki özdeşliklerden söz edilmektedir. Schmitt’e göre böylesi özdeşliklerden hiçbiri aslında elle tutulur gerçekler değildir. (Schmitt, 2010, s. 42). Oy hakkının genişletilmesi, referandum, seçim aralıklarının kısaltılması gibi özdeşlik düşüncesinin tahakkümü alındaki her şey, mantıken demokratiktir ama bunlar mutlak, doğrudan ve her an var olan bir özdeşliğe asla ulaşamazlar. Eşitlik ile özdeşlik her zaman birbiriyle örtüşmez. Gerçek eşitlikle özdeşliğin sonuçları arasında her zaman bir mesafe vardır. Her şey iradenin nasıl oluşturulacağına bağlıdır ve pekala azınlık da halkın gerçek iradesine sahip olabilir ya da aslında halk aldatılmış olabilir. Bu propaganda ve çeşitli manipülasyonlarla mümkündür ve mümkün olduğu da görülmüştür. Modern demokrasinin emekleme dönemlerinde, radikal demokratlar kendilerini halk iradesinin gerçek temsilcileri olarak göstermişlerdir ve bunu yapabilmek için de demokratik radikalizmi bir seçim kriteri olarak sunmuşlardır. Bu da Schmitt’e göre pratikte son derece antidemokratik bir dışlamayı ve aristokrasiyi doğurmuştur.

(Schmitt, 2010, s. 43).

Bu anlamda

iradenin oluşumu söz konusu olduğunda kendi kendini lağvetmek, demokrasinin yazgısı gibidir. (Schmitt, 2010, s. 44).

Radikal bir demokrat, demokrasinin, kendisinin ortadan kaldırılması için kullanılması tehlikesi baş gösterdiğinde, bir karar vermek zorundadır; ya çoğunluğa karşı demokrat kalacaktır ya da demokrat olmaktan vazgeçecektir. Bu da ona göre demokrasinin en büyük sorunlarından

birisidir ki bu aslında, ne soyut bir diyalektik ne de sofistçe bir yaklaşımdır. Bu anlamda demokrasi kendisini ortadan kaldırma olanağını kendinde taşıdığı için, bu tarz bir durum söz konusu olduğunda ancak antidemokratik bir hal alarak kendini koruyabilecektir. Aynı zamanda demokrasiye ilişkin pratik kaygılarını da dile getiren Schmitt’e göre, halkın kendini yönetebilmek için halk eğitimlerinden geçirilmesi de sorunludur. Çünkü bu sefer halk kendisini eğitenin düşünceleri ile kendisini özdeşleştirecektir ki, bu eğitim kuramının sonu da diktatörlüktür ve “gerçek demokrasinin”, “demokrasi” ile askıya alınmasıdır. Elbette bu teorik olarak demokrasiyi ortadan kaldırmaz ama çok önemli bir şeyi gösterir; demokrasi zıddı olarak görünen diktatörlükle aynı olmuştur artık. Böylesi bir diktatörlüğün hüküm sürdüğü yerde demokratik özdeşlik hüküm sürebilir ve halk iradesi tek başına belirleyici olabilir. Salt pratik sorunun özdeşleştirmeye ilişkin olduğu böylece çok çarpıcı bir şekilde ortaya çıkar. Askeri ve siyasi kudret, propaganda, basın yoluyla kamuoyu üzerine kurulan hakimiyet, parti örgütleri, toplantılar, halk eğitimi, okul… Bilhassa halkın iradesinden kaynaklanması gereken siyasi kudretin, onu öncelikle oluşturması mümkündür. (Schmitt, 2010, s. 45). Yani böylece aslında bir demokrat için fazlasıyla “anti-demokratik” görünen diktatörlük de parlamentoda temsil edilen halkı pekala temsil ediyor olabilir!

Ona göre Sovyet Rusya’daki Bolşevik hükümetin hakimiyeti demokratik prensiplerin hiçe sayılması konusunda oldukça çarpıcı bir örnektir. Demokrasi karşıtı “kralcı” bir yazar olarak tanımladığı Charles Muarras’tan şu alıntıyı yapar: “Bugün hakim olan kamuoyu öylesine aptaldır ki; doğru müdahalelerle kendi gücünden vazgeçmeye sevk edilebilir.” (Schmitt, 2010, s.

46).

Neticede Carl Schmitt’e göre demokrasi, jakoben argümanlar karşısında, yani bir azınlığın halkla özdeşleştirilmesi ve demokrasi kavramının nicelden nitele kesin dönüşümü karşısında teorik açıdan, kritik zamanlarda ise hem teorik hem de pratik açıdan aciz kalmaktadır. (Schmitt 2010, s.48-49). Ona göre böylesi durumlarda ilgi hemen “halk iradesi”nin oluşturulmasına ve şekillendirilmesine yönelir ki, aslında bu durumda “bütün iktidarlar halktan gelir” şeklindeki inanç ile “bütün yönetsel iktidarlar Tanrıdan gelir” arasında bir fark yoktur. Yani bir anlamda

demokrasi, modern parlamentarizm olarak adlandırılan şey olmaksızın var olabileceği gibi, parlamentarizm de demokrasi olmaksızın var olabilir ve diktatörlük, demokrasinin zıddı olmadığı gibi, demokrasi de diktatörlüğün zıddı değildir. (Schmitt, 2010, s. 49).

Schmitt, parlamento ile monarşi arasındaki mücadelede, parlamentonun nüfuzu altındaki hükümetlerin parlamenter hükümetler olarak adlandırıldığını belirterek bunun ne türden bir yürütme organına dönüştüğü ya da iktidar alanının genişletilip genişletilmediği meselesinin artık asıl sorun olmadığını, asıl sorunun parlamentarizmin nihai zihinsel temelinin ne

olabileceği olduğunu belirtir. Bütün bir yüzyıl boyunca bu kuruma duyulmuş olan inancın temellerinin ne olduğu ya da nasıl olmuş da bir nesil için bir nihai bir düstur, ultimum sapientae olmuştur sorusu bu anlamda önemlidir. (Schmitt, 2010, s. 52).

Ona göre parlamentonun yüzyıllardır tekrarlanan en eski haklılaştırması “sonuca giden en kestirme yol” (expedivität) düşüncesinde yatar. Bu düşüncenin oluşması ise şu şekilde olur:

Aslında halk, cemaatin bütün üyelerinin köydeki ıhlamur ağacının atında toplanabildikleri ilk zamanlardaki gibi gerçek bir bütünlük içinde karar vermelidir. Ancak günümüzde herkesin aynı anda, aynı yerde bir araya gelmesi pratik sebeplerle mümkün değildir;

herkese her ayrıntının sorulması da imkansızdır; bu yüzden makul davranıp temsilcilerden oluşan bir komiteden medet umarız; işte parlamento tam da budur. Böylece, meşhur skala oluşur: Parlamento bir halk komitesidir, hükümet de bir parlamento komitesi… Böylelikle parlamentarizm düşüncesi oldukça demokratik bir düşünce gibi görünür. (Schmitt, 1010, s.

52).

Ancak Schmitt bu düşüncede sonuca giden en kestirme yolun bu türden pratik bir bakış açısıyla anlaşılamayacağını dile getirip üstüne üstlük bu düşüncenin demokratik fikirlerle bütün eşzamanlılığına ve bağıntılarına rağmen demokratik de olmadığını belirtir. Ona göre eğer halkın yerine pratik ve teknik sebeplerle onun temsilcileri karar verebiliyorsa, aynı halk adına tek bir temsilci de karar verebilir ve bu gerçeklendirme demokratik olmaktan çıkmaksızın anti-parlamenter bir Sezarlığı haklı çıkarabilir. (Schmitt, 2010, s. 52).

Ayrıca, temsili sistemin parlamento ile olan ilgisini sorunlu bulan Schmitt’e göre “temsili sistem” ibaresinde “temsil” özcüğü akıl sahibi halkın parlamentoda temsili anlamına gelir.

Temsili sistemle parlamentarizmin özdeşleştirilmiş olması ona göre 19. yüzyıldaki kafa karışıklığının karakteristik bir yansımasıdır. Ona göre temsil düşüncesinde, genel olarak henüz tam anlaşılamamış derin bir problematik vardır. Temsil esas itibariyle hukuki anlamdaki temsilden (stellvertretung) ve vekaletten (auftrag) farklı olarak kamusal alana ait bir kavramdır ve temsil eden, temsil edilenin kişisel bir onur sahibi olduğunu varsayar. Parlamento, mutlak monarşi ile olan mücadelesinde halkın temsilcisi olarak ortaya çıkmıştır. Halk temsil edilene dönüşünce, kral da kendi değerini ancak halkın temsilcisi haline gelerek koruyabilmiştir. Mutlak monarşi, kendisini var edebildiği ve varlığını koruyabildiği yerlerde temsilin mümkün ve makul olduğunu inkar etmek zorunda kalmış, bu yüzden de parlamentoyu çıkarların temsil edildiği korporatif bir yapıya dönüştürmeye çalışmıştır. Gerçekte, bütün bir halkın temsilcisi olan parlamento, halkın, dolayısıyla ulusun tümünü oluşturamadıkları için seçmenlere bağlı değildir.

Ona göre 19. yüzyılda kişi kavramı artık tasavvur edilmemeye ve objektif bir hale gelmeye başladığında, oy veren yurttaşların toplamı veya çoğunluğu halkın veya ulusun üstün “toplam kişiliği” ile karıştırılmaya başlanmış ve böylece, halkın temsili kadar, temsil kavramının kendisi de anlamını yitirmiştir. (Schmitt, 2010, s. 54-55). Zaten bugün insanların kaderini

belirleyen büyük siyasal ve ekonomik kararlar -geçmişte de olmadığı üzere- artık kamusal tartışma içinde dengelenen fikirler ve parlamentodaki müzakereler sonucu ortaya çıkmamaktadır. Halkın temsilcilerinin hükümete katılması, yani ortaya çıkan parlamenter hükümet, kuvvetler ayrılığı ile birlikte eski parlamentarizm düşüncesinin ortadan kalkmasına yol açan en önemli araç olduğunu kanıtlamıştır. Günümüz koşullarında komiteler ve giderek daha küçük komiteler halinde çalışmamak imkansızdır ve en nihayetinde parlamentonun üye bütünlüğü, yani kamusallığı amacından sapmış ve parlamento zorunlu olarak bir vitrine dönüşmüştür. Bunun pratikte başka türlü olamayabileceği söz konusu olsa bile, en azından parlamentarizmin zihinsel temelini yitirdiğini ve ifade, toplanma ve basın özgürlüğü, kamuya açık toplantılar, parlamenter dokunulmazlık ve ayrıcalıklara dayanan bütün bir sistemin ratiosunu kaybettiğini anlamak için tarihsel durum hakkında şuur sahibi olunmalıdır. (Schmitt, 2010, s.76). Ona göre adil yasaların, doğru politikaların, toplantılarda yapılan konuşmalar ve parlamento müzakereleri sonucu ortaya çıkacağına inananların sayısı az olsa da, yine de parlamentoya inanç duyulur. Oysa gerçekte aleniyet ve müzakere, parlamenter işleyiş sonucu boş ve gereksiz bir formaliteye dönüşmüştür ki 19. yüzyılda gelişen parlamento, o zamanlar nasıl geliştiyse, şimdiye kadarki temelini ve anlamını da öylece kaybetmiştir. (Schmitt, 2010, s.77).

Schmitt, parlamentarizme yönelik eleştirilerini bu şekilde sıraladıktan sonra, demokrasilerin olmazsa olmazı seçim sisteminin işleyiş biçimini de teknik olarak ele alıp açmazlarını ortaya koyarak bir anlamda alaya alır. Schmitt’e göre

günümüzde, gözlerimizin önünde cereyan eden ve ‘seçim’ olarak adlandırılan bu hâdisenin bir seçimle hiçbir alakası olmadığını iddia ediyorum. Neler mi oluyor? İlk önce birileri;

sır içinde, sanki gizli ilme sahipleriymiş gibi, beş partinin listesini çıkarıyor. Ondan sonra bu liste, bu beş parti tarafından insanlara dayatılıyor. Yani, kitleler kendileri için hazırlanmış beş kulvara itiliyor ve bu hâdisenin istatistik yansımasına ‘seçim’ deniliyor.

Almanya, bu tür sözüm ona ‘siyasi iradenin vücut bulduğu’ yöntemler yüzünden, batmadan, şu sorunun önemini idrak edip bilincimize yerleştirmemiz gerekir: ‘Hâdisenin özünde ne var?’ Beş birbirine zıt, yan yana geldiklerinde hiçbir şey üretemeyen, ama yalnız kaldıklarında her birinin değişik ideolojiye, devlet ve ekonomi anlayışına sahip olan sistemlerin arasında seçim yapabilmek, gerçekten de eksantrik bir seçim. Beş, organize olmuş, kendi içlerinde bir bütünsellik arz eden ve aslında tavizsizce sonuna kadar düşünüldüğünde eninde sonunda ötekini yok etmeyi beraberinde getiren sistemler arasından, yani ateizm ve Hıristiyanlık ve aynı zamanda sosyalizm ve kapitalizm ve aynı zamanda monarşi ve cumhuriyet, Moskova, Roma, Wittenberg, Cenevre ve Kahverengi Saray arasından, yani hiçbir zaman uzlaşamayan arkadaş-düşman alternatiflerin içinden halk her sene bir seçimde bulunsun! (Aktaran; Rüthers, 2006, s. 137).

Schmitt böylece liberal demokrasiyi alay konusu yaparak onu saçmaya indirger. Herhangi türden siyasal bir içerik ortaya koymayan, var etmeyen, kurmayan liberal düşüncenin ve

plüralizmin sakat çocuğu olarak liberal demokrasinin siyasal bir çözüm sunmasının da bu anlamda bir olanağı yoktur ona göre. Birey ve devletin birliğini yok eden liberal anlayışa karşı olarak Schmitt, onun ürünü olan liberal demokrasiyi de siyasal bir form oluşturabilmesi açısından eksik ve yetersiz görür.

Ayrıca eşitliğin sağlayıcısı olarak gösterilen liberal demokrasi, aslında, toplumdaki mevcut hiyerarşinin korunmasına hizmet etmektedir. Diğer taraftan temsil sistemi, mevcut otoritenin aşkınlığını destekleyen türden bir kavrayıştır ve otoritenin toplumsal çıkarlara yönelik üstünlük iddiasını desteklemekteyse de liberal demokrasilerde bu durum iyiden iyiye aşkın niteliğini kaybederek basit bir vekalete dönüşmüştür. Tam da bundan dolayı parlamento, bireyin çıkarlarını devletin çıkarlarına dönüştüren bir kurum olmaktan uzaklaşmıştır. Modern parlamentarizm meşruiyetini borçlu olduğu kamusallığın idelerine ihanet etmiştir. Bu anlamda Schmitt, parlamentarizmin bu tarihsel sürecini yozlaşma süreci olarak görür. (Bezci, 2006, s.

133).

Benzer Belgeler