• Sonuç bulunamadı

dünyada göstermiştir. 19. yüzyılda cumhuriyetçi (res publica) düşüncede değişiklikler ve derin dönüşümler görülecektir. Temelini halka dayandıran bir düşüncenin varolmak adına yeni dayanaklar bulması ise elbette zorunlu olmuş ulus düşüncesi ile birlikte devlet ve onu oluşturan temel unsur olarak halkla daha iç içe bir yapı sergilemeye başlamıştır. Demokrasinin sadece

“halk için halkın yönetimi” şeklinde ele alınması yeterli görülmemiş, bu ideal, eşitlik, hak ve adalet ile de ilişkilendirilerek bütün bir toplumu her katmanda ifade eden bir yaşam biçimine dönüşmüştür.

Bu bağlamda 19. yüzyıl uluslar yüzyılı olmuş, kral, ya da imparator etkinliğini kaybetmiş daha çok eşit yurttaşlık ve bu yurttaşlık temelinde herkesin çıkarını gözeten yasalar ortaya çıkmıştır.

Ulus düşüncesi ise halk yönetiminin egemen olduğu bu alanda egemenliğini gerçekleştirme olanağı sağlamıştır. Bu doğrultuda halk yönetiminin gerektirdiği şey ulus düşüncesi olacaktır ki bu da özgürlük, eşitlik ve kardeşlik şeklinde özetlenecektir.

Özgürlük, kendini yönetme becerisi ile eşleşirken, eşitlik, özgürlük olgusunun bir kast ayrıcalığı olmamasını sağlayacaktır, kardeşlik de bu her ikisinin yeterli olmadığını göstermek adına gelenek ve göreneklerden beslenerek duygusal bağı ortaya koyma çabası olarak ortaya çıkacaktır. (Audier, 2006, s. 70). Nitekim artık varsayılan demokratik toplum ideali, aklın etkin bir biçimde rol aldığı, eski geleneklerin ve itaatin halk arasında eşitlikle yer değiştirdiği bir toplum ideali ile örtüşecektir. Bu da bir insanın diğeri ile eşit olduğunu göstermeye yönelik bir tavırdır ve bu anlamda eşitlik ile demokrasi arasında sıkı bir bağ olduğunun da göstergesi olacaktır. Böylece cumhuriyetçi düşünce herkese oy hakkını gerekli kılan bir düşünce olacak, cumhuriyet ile demokrasi arasında sıkı bir bağ oluşacaktır.

Alain Touraine tam da bu noktada demokrasinin var olma koşulunu sadece siyasal eşitlik ve tüm yurttaşlara aynı hakların verilmesi olarak görülmemesi gerektiğini dile getirir. Ona göre demokrasi aynı zamanda toplumsal eşitsizlikleri ahlaki haklar adına dengeleyen bir araçtır.

Buna bağlı olarak demokrasinin en iyi tanımını “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” sözü verir çünkü bunlar tam anlamıyla siyasal olan öğeleri toplumsal ve ahlaki olan başka öğelere bağlayan kavramlardırlar. (Touraine, 2011, s. 38-39).

Bugün gelinen noktada sıklıkla yoksulların, eğitimsizlerin, işçilerin ya da “alt tabakanın”

yönetimi olarak görülmesine ve bu kesimin politikada yetersiz oldukları düşüncesine rağmen demokrasinin toplum adına özgürlüğün teminatı olarak görülmesi, ifade özgürlüğü ve yasa karşısında eşit olmak için verilen çaba ile olan ilişkisi, yönetime etkin katılım sunarak teknik olarak da olsa yönetimi belirleme konusunda oy hakkı tanıması, onu “modern devlet”

yapılanması içerisinde çağımızın en yüksek değerlerinden biri yapmıştır.

Hak, adalet, eşitlik özgürlük ve benzeri türden taleplerin ya da düşüncelerin demokrasiye atfedilmesindeki en büyük etken, demokrasinin hem yöneteni hem de yönetileni ilgilendiren interaktif yapısı dolayısıyladır. Bir buyuran olarak mutlak otoritenin, tebaa ile ilişkisi, geçirgen ve birbirini işleyen bir yapı sergilemez. Bu durum demokrasilerde “seçilen yurttaş” ile “seçen yurttaş” ilişkisine indirgenerek ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Çağımızda demokrasiye bu çizgide meşruiyet kazandıran temel öge de, yöneten yönetilen karşıtlığında, karşılıklı ilişki halinde olmanın verdiği eşitlik duygusudur. Ancak insanların eşitlik ile olan ilişkisinde gözden kaçırdıkları şey, Aristoteles’in isabetli bir şekilde işaret ettiği gibi, “bazı şeylerde eşit oldukları için her şeyde eşit oldukları sanrısına kapılmaları”dır.(Aristoteles, 2010, s. 83). Bugün toplumsal yapı içerisinde politik eşitsizliğin, sosyal ve ekonomik eşitsizlikle bir arada bulunması da bunun en iyi göstergelerinden biridir, pek çok demokrasi deneyimi pek çok kez göstermiştir ki “herkes eşittir ama bazı insanlar daha eşittir.”

Anayasayla güvence altına alınmış bireysel haklar düşüncesi “modern demokrasilerde “genel kabul gören bir anlayış olmasına rağmen uygulamada bireyler açısından olumsuz sonuçlara ulaşıldığına yönelik pek çok örnek vardır. Fazlasıyla hoşgörüden yoksun, hatta otoriter demokratik rejimler çeşitli dönemlerde çeşitli ülkelerde hüküm sürmüş, zaman zaman da etkili olmuşlardır. Temsili demokrasi, seçilenler ekseninde ele alındığında yönetime doğrudan katılımın ortaya koyduğu “demokratik” ortamın aksine zaman zaman “gizli oligarşik” bir yapıya dönüşmekten kendini alamamıştır. Ancak demokrasiyi bu ve benzeri pratik noktalarda eleştirmek onu sadece kuru bir bürokratik yapıya, bir rejime indirgemek olur. Bütün bu sorunlu yönleri ile demokrasinin mükemmel bir rejim olmadığı ortadadır. Oysaki demokrasi bir rejim olmanın yanında temelini özgürlük, eşitlik ve adalet üzerine kurmuş bir kültürdür.

Günümüzün özgürlükler temelinde şekillenen hakim demokrasi anlayışı ise libeal demokrasidir.

Liberalizmin devlet anlayışı bireye hem ekonomik hem de siyasal anlamda maksimum özgürlüğü sunmak üzerine şekillenir. Tarihsel olarak da son dönem ortaçağ ile başlatılan süreç ve nihayetinde çöken feodal sistem ile burjuvazi arasında sıkı bir bağ kurulur. Parayı ve ticareti tekelinde tutan burjuvazinin otoriter devlet yapılanmalarına karşı giriştiği mücadelede özgürlükçü bir tutum sergilemesi, serbest piyasa ekonomisi ve rekabetin batılı anlamda kurumsal olarak bugünkü halini alması ile sonuçlanmıştır. Bu düşünce kapitalist düzen ve demokrasi arasındaki bağı pekiştiren bir düşüncedir. Bu yüzden bugün pek çok liberal düşünür liberal demokrasiyi özgürlüklerin temeline yerleştirerek iktisadi anlamda müdahaleci her türden devlet yapılanmasına karşı çıkar. İlerlemesi devlet tarafından sekteye uğramayan bireyin de kendisini böylesi bir liberal kapitalist sistem içerisinde gerçekleştirme olanağı bulacağı düşüncesi hakimdir. Ancak rekabet ortamında bireyin bir diğerini amaçlarını gerçekleştirmesi

noktasında bir engel olarak görmesi ve sadece bir değişim aracı olarak gördüğü emeğine yabancılaşması sorunu, liberal demokratik bir düzende ortaya çıkan uyumsuzluklar olarak gösterilir. Ancak Marksist yaklaşımın bir eleştirisi olarak bu düşüncelerin ne demokrasi idealinin kendisi ile ne de kamusal alana ilişkin siyasi liberalizmin idealleri ile zannedildiği gibi doğrudan bir ilişkisi vardır. Bu eleştiri olsa olsa kapitalist ekonominin bir eleştirisi olabilir ki, demokrasi düşüncesinin ortaya koyduğu bireysel özgürlük, otoritenin müdahalesi ve sadece insan olmaklıktan gelen eşitlik ilkeleri ile bir ilgisi yoktur.

Anayasa ile sınırları belirlenen ve eşit katılıma olanak sağlayan siyasal düzendeki iktisadi yapının da bu ideallerle olan ilgisi sınırlıdır ve liberalizminin demokrasi düşüncesi ile olan bağı dönemseldir. Demokrasi bir yönetim biçimi olmasının ötesinde toplumsal bir fenomendir.

Aslolan, bireyin amaçları, idealleri ya da düşünceleri doğrultusunda bir başkasının tahakkümü altına girmeden, meşru isteklerini, taleplerini gerçekleştirebilme olanağıdır. Demokrasi bu anlamda bir olanaktır. Hobbes, Locke ve Rousseau’nun aşağı yukarı aynı düzlemde ortaya koydukları toplum sözleşmeleri bu bağlamda bireyin haklarını koruyan üst yapıların sınırlarını belirleyen sözleşmeler olarak egemen gücün uyruk ile olan ilişkisindeki yerini belirleme çabasıdır. Yine de demokrasinin haklar ve ortaya konan idealler çerçevesinde, burjuvazi ve sermaye ile kurduğu bağ tarihsel bir gerçekliktir ve kaçınılmaz görünmektedir. Örneğin liberal demokrasinin kurucularından sayılan Locke, sözleşme teorisinde, iktidara kimi hallerde direnme hakkıyla birlikte canını, özgürlüğünü ve malını koruma hakkından sözetmiş, bu düstur, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ne yaşama, özgürlük ve mutluluğu arama, Fransız İnsan Ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ne özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya direnme şeklinde sirayet etmiştir.

Bugün de mülk merkezli kapitalist ekonomik sistemlerde demokrasinin sınırları büyük oranda sermaye çevrelerince belirlenir. Ancak bir meşrulaştırma aracı olarak, demokrasi düşüncesinin hem böylesi bir düzenle, hem de tam tersi, sosyal ve iktisadi olana yönelik erkin tek elde toplandığı otoriter bir düzenle olan bağı kurgusaldır. Demokrasi, bir ideal, bir kültür olarak bu türden yapılanmaların üzerinde bir düşüncedir. Bu bağlamda, günümüzde iyiden iyiye çerçevesi belirlenmiş, geçerli olduğu düşünülen bir demokrasiye özgü olan seçilmiş temsilciler, sık ve adil şekilde yapılan özgür seçimler, ifade ve düşünce özgürlüğü, her türden alternatif ve bağımsız bilgilendirme araçlarına ulaşma hakkı, mevcut iktidardan bağımsız olarak özerk kuruluşlara yaşama olanağı sağlama ve yurttaşlarına bütün bu söylenenlere aktif olarak katılma hakkını sunan bir düzen, her ne kadar demokratik bir yapılanmaya işaret etse de, bunun ne zaman, ne şekilde, neye evrileceğinin bir sabiti yoktur. Nitekim zamanında “halk” adına ki o zamanlar Fransız Devrimi’nde “sans culottes” yani “baldırı çıplaklar” ya da “donsuzlar” olarak

adlandırılan sıradan halk için en büyük mücadeleyi veren, bu uğurda devrim sürecinde bir dönemin terör dönemi olarak adlandırılmasına neden olan, kayıtlara geçtiği hali ile 1284 insanın canını giyotinle almış, kendisi de yine bir giyotinde can vermiş olan Robespierre’in adına Fransa’da bugün bir tek sokak adının dahi olmaması düşündürücüdür.

Benzer Belgeler