• Sonuç bulunamadı

LEVELLER’LAR, DİGGER’LAR

1.8. DAYATMAYA VE MUTLAKİYETE KARŞI RIZA, MÜLKİYET VE HÜRRİYET: JOHN LOCKE

1688 yılında İngiltere’de yaşanan siyasi olaylar siyaset tarihine İngiliz Devrimi olarak geçmiş, 1789 Fransız Devrimi’ne kadar olan süreç de Aydınlanma Çağı olarak adlandırılmıştır. Bu süreç, öncülleri olan büyük siyasi olayların bir sonucu olsa da verimliliği bakımından oldukça önemli sonuçlar doğurmuş, bilimde ve teknikteki gelişmelere paralel olarak düşünce dünyasının da kavramları ile beraber değiştiği bir dönem olmuştur denebilir. 1688-1789 yüzyılı, burjuvazinin İngiltere’de avam kamarası aracılığıyla iktidardan pay aldığı, (1688 İhtilali) düzeni değiştirmese de hiç olmazsa düzeltmeye, reforme etmeye yönelik bir yüzyıl olmuş, genel olarak Fransız Devrimi sonrası, 1789 öncesindeki Fransa’nın toplumsal ekonomik ve siyasal yapısını

bir bütün olarak ifade etmek için kullanılan ve Ancien Regime olarak adlandırılan bu yüzyılda, monarşi, otokrasi ve kilisenin tahakkümiyeti yerini, milliyetçilik, demokrasi ve liberalizmin etkisi ile günümüz dünyasına bırakacaktır. Alain Touraine demokratik düşüncenin temel gücünün, öncelikle geleneksel toplumu ya da bu Ancien Regime’in yıkılıp yerine yeni bir toplum yaratma iradesinin oluşumunda ortaya çıktığını ifade eder. (Touraine, 2011, s. 272).

Locke’un zamanında, Hobbes’un, toplumu bireyin çıkarları açısından ele alan teorisi kabul edilen bir teoriydi ve doğal hukuk teorisinin tüm hareketi bu yönde olmuştu. Daha sonrasında Locke da bu eğilime epeyce katkıda bulunacak, bu yönüyle de kendisine liberal demokrasinin öncüsü olmak gibi bir rol biçilecekti. Locke’a göre doğal hukuk bireyler için içkin ve geri alınamazdı ve bu bağlamda mülkiyet hakkı da bu türden hakların en tipik örneklerinden biriydi.

Bu anlamda gerek hükümet, gerekse toplum, bireyin haklarını korumak için mevcutturlar ve bu hakların geri alınmaz nitelikte olması her ikisinin de otoritesini sınırlayan bir düşüncedir.

(Sabine, 1969b, s. 212).

Locke’un siyasal erkten anladığı ise şuydu: mülkiyeti düzenlemek ve korumak için, ölüm cezası ve bundan daha az şiddetli cezalar verebilen yasalar koymak, bu yasaları uygulamak ve devleti yabancılardan gelebilecek zararlara karşı korumak için topluluğun gücünü kullanmak ve bütün bunları yalnızca kamunun iyiliği için yapma hakkı. (Locke, 2009, s. 262).

Bu anlamda Hobbes’un, ağzından çıkan şeyin yasa olduğu, mutlak hakimiyeti olan, uyruklara, boyun eğmekten baka bir seçenek bırakmayan, uyrukları sürekli olarak doğa durumuna geri dönüş ile tehdit eden egemen gücünün aksine Locke, meşru ve sınırlandırılmış bir siyasal iktidar sunar. Bu aslında bir anlamda mutlak monarşilerin de en belirgin eleştirisidir.

Hobbes’un aksine Lock’a göre bir hükümetin, yurttaşlarını savaş durumundan uzak tutması, hem meşru olması hem de ona itaat edilmesi içi yeterli bir sebep değildir. Locke için doğa durumu da bireylere yaptırım uygulayacak üstün bir otoritenin olmadığı bir durumdur. Ancak Locke bunu devletsiz bir toplumu savunmak için değil daha çok keyfi iktidarı eleştirmek bu tarz bir iktidarın meşrulaşmasını engellemek amacıyla kullanır (Ağaoğulları, 2005, s. 164).

Doğa durumunun Locke’daki karşılığına bakıldığında görülür ki bu tam bir özgürlük ve kimsenin başkasından daha fazlasına sahip olmadığı eşitlik durumudur ama bir başıboşluk durumu değildir ve bu durum bir başkasına bir başkasını ortadan kaldırılma özgürlüğü vermez.

(Locke, 2009, s. 263). Locke’a göre, Doğa durumunun onu yöneten ve herkesi bağlayan bir doğa yasası vardır: Bu yasanın kendisi olan akıl, ona danışan bütün insanlığa, eşit ve özgür oldukları için, kimsenin başkasının yaşamına, sağlığına, özgürlüğüne ve mallarına zarar vermemesi gerektiğini öğretir. Bu yasa insanların ellerine teslim edilmiştir ve kullanılması

insanlar arasında karşılıklıdır. Çünkü birinin öteki üstünde doğal olarak üstünlük ve yargı hakkı olmadığı o tam eşitlik durumunda, herhangi bir yasanın uygulanmasında ne yaparsa, herkesin de onu yapma hakkı olmalıdır. (Locke, 2009, s. 263-264). Ancak herkesin doğa yasasının yürütücüsü olduğu bir yerde tutku, öç alma gibi nedenlerle insanın ileriye gidebileceği gerçeğini kabul eden Locke, uygar yönetimin doğa durumunun aksaklıklarını gidermek için yerinde bir çare olduğunu da kabul eder. Çünkü insanların kendini mahkum etmek konusunda adaletli davranmayacağı açıktır. (Locke, 2009, s. 265-266).

Locke’a göre insanı doğa durumundan devlet durumuna çıkaran şey, yasama organı ya da onun gösterdiği bir yöneticidir. İşte bu nokta oldukça önemlidir çünkü insanlar: birleşmiş de olsalar başvuracakları böyle bir karar verme gücünün olmadığı yerde hala doğa durumundadırlar.

Dünyadaki mevcut ve geçerli tek yönetim biçimi sayılan mutlak krallık ise gerçekte uygar toplumla bağdaşmaz. Çünkü ona göre yasama ve yürütme erkini tek başına elinde bulunduracak olan prens, bir sorun karşısında adil ve taraf tutmadan hareket edemez. Bunlar çar ya da sultan fark etmez kendi dışında kalan herkesle olduğu kadar, egemenliği alında bulunan insanlarla da doğa durumundadırlar. Çünkü bir hak anlaşmazlığında başvurulabilecek yürürlükte bulunan bir kural ya da ortak yargıç yoksa bu hak anlaşmazlığını yaşayanlar yine doğa durumunda ve kralın uygunsuzluklarının etkisi altındadırlar. Hatta bu durum doğa durumunun kendisinden daha kötüdür, çünkü en azından doğa durumunda insanlar kendilerini savunabilirler, ancak kralın irade ve buyruğu ele geçirdiği bir durumda bunu bile yapamazlar. (Locke, 2009, s. 272-273).

Locke böylece hem yönetenlerin hem de yönetilenlerin tabi olduğu ve kabul ettiği bir gücün ya da yasanın gerekliliğine işaret eder. Bu da günümüzün demokrasi anlayışının vazgeçemeyeceği unsurlardan biridir. Nitekim herkesin yasalar karşısında eşit olduğu ilkesi temellerini bu düşünceden alır.

İktidarlar da kaynağını sadece anlaşmadan, görüş birliğinden ve topluluğu oluşturan insanların karşılıklı rızasından almalıdır. Öbür türlü kurulacak herhangi bir iktidar, hakların gaspından başka bir şey değildir. Böylesi bir gasp durumunda yöneticiye karşı direnme hakkı her zaman vardır. Bu hakkı tanımak, her ne kadar Locke’un demokratik yanına işaret etse de, Locke aslında bunu dar sınırlar içersinde tanımlar. Her durumda, her kafasına esenin kargaşa ve anarşiye neden olacağı için her istediğinde direnme ve düzeni yıkma hakkı yoktur. Ona göre direnme hakkı ancak şu durumlarda geçerli olabilir ya da olmayabilir. Birincisi, halk ile savaş durumuna geçildiğinde; burada kral, yönetimin üzerinde yükseldiği meşru temelleri yitirmiştir, böylece halk için direnme hakkı doğar ve kralın kutsallığı dolayısı ile elinde bulundurduğu dokunulmazlığı ortadan kalkar. İkincisi, kral yetkilendirmiş olsa da adalete aykırı davranan yöneticilere karşı direnme hakkı vardır. Ancak bu durum kralın kişiliğini ve otoritesini ortadan

kaldırmaz ve tehlikeye sokmaz. Üçüncüsü, haksızlığa maruz kalmış bir kimsenin yasal yollardan hakkını araması mümkünse direnme hakkı olmaz. Çünkü bunu yasalarla tazmin etme olanağı vardır. Ancak yasaya başvurmanın bir olanağı yoksa ve kişi tehlike altındaysa savaş durumuna girmiştir ve bu sebeple de direnme hakkına sahip olmuştur. Dördüncüsü, yönetici yasalara aykırı hareket etmiş ve sebep olduğu zararların tazmini yine yöneticiler tarafından engelleniyorsa, ki bu tiranlıktır ona göre, direnme hakkından söz edilemez. Bu durum birkaç kişiyi kapsayacak şekildeyse ve halk kütlesi kendisini bu konuda sorumlu hissetmiyorsa da direnme hakkından söz edilemez. Ancak bu durum genele yayılırsa ve halk yönetime karşı olan güvenini kaybetmişse direnme hakkı doğar. Mülklerinin, özgürlüklerinin ve canlarının teminatı olan yönetim, bunları tehdit eder bir duruma gelmiştir ve artık sorun herkesi ilgilendirdiği için direnme hakkından söz edilebilir. (Locke, 2009, s. 281-283).

Lock’a göre bir toplumun çözülmesi yönetimin mümkün olmadığı bir alan yaratır. Topluluğu meydana getiren ve insanları gevşek doğa durumundan çıkarıp siyasal bir toplum haline sokan şey, birleşmek, tek bir vücut olarak hareket etmek ve böylelikle ayrı bir devlet olmak için herkesin kalan herkesle yaptığı anlaşmadır. Burada çözülme yasama organı değişince meydana gelir. Yasama organı, insanı savaş durumundan çıkarıp uygar toplumun oluşmasını sağlayan organdır. Yasama organının parçalanması ya da kaldırılmasının ardından çözülme ve ölüm gelir. Halkın onayı ve atamasıyla -bu olmaksızın hiç kimse başkalarını bağlayacak yasalar yapma yetkisini alamaz- yetki verilmiş ve onların yönetimi altında halkın birliğinin sürekliliğini sağlayan yasama organının kuruluşu, toplumun birinci ve temel yasasıdır. Halkın onayı alınmadan yapılan yasa, yetkisiz bir yasadır ve halk bu gibi yasalara uymak zorunda değildir.

Böylece uyruk olmaktan çıkan halk yetkisiz olarak kendisini bir şeylere zorlayanlara karşı direnmek konusunda tam bir özgürlüğe sahip olacaktır. (Locke, 2009, s. 285-286).

Ona göre yasamayı dağıtan ya da değiştirenler halkın yaptığı ve başka hiç kimsenin kuramayacağı yetkeyi ortadan kaldırarak ve halkın otorite vermediği bir gücü getirerek, gerçekten yetkisiz güçten ileri gelen bir savaş durumunu ortaya çıkarırlar. Böylelikle toplumun kurduğu, halkın kararlarını kabul ettiği ve çevresinde birlik olduğu yasamayı dağıtmakla bağı çözer ve halkı yeniden savaş durumuna sokarlar. (Locke, 2009, s. 290). Peki prensin ya da yasama organının kendilerine verilen yetkiye aykırı hareket ettiğine yönelik sorunun yargıcı kim olacaktır? Yetkilerinin dışında aykırı davranıldığına nasıl karar verilecektir? Lock’a göre böylesi bir durumda halk yargıç olacaktır çünkü kendisine yetki ve vekillik verilen birinin işini düzgün yapıp yapmadığını, ona o hakkı verenden başkası daha iyi bilemez. Bu da halkın bütünüdür. Prense yasanın olağan kurallarına göre bir güven gösterilmişse ve birtakım kimseler kendilerine haksızlık edildiğini ve prensin güvene aykırı davrandığını düşünüyorsa, başlangıçta

prense gösterilen güvenin sınırlarını belirleyen halkın bütününden daha uygun bir yargıç yoktur.

(Locke, 2009, s.292)

Sonuç olarak kimsenin, başkasının özgürlüğüne, yaşamına ve mülkiyetine kastetmek gibi bir hakkı yoktur. Doğa durumunda insan her türlü kısıtlanmaya karşı özgürce mücadele etme ve karşılık verme hakkına sahiptir. Nitekim ona göre insanlar her bakımdan eşit, bütünüyle özgür doğmaktadırlar. Ancak çoğalan ve kalabalıklaşan insanın birtakım insan yapımı kurallar koyması ve bu kurallara uymayanların cezalandırılması gerekir. Alenen ve açıkça meydan okuyarak yapılacak bir haksızlığa, doğa durumunda herkesin bireysel olarak karşılık verebileceğini söyleyen Locke’a göre devlet erki altındaki sivil toplumda hak ve hukukun daha etkin ve düzenli biçimde uygulanabilmesi için bu hakkın tek tek bireylerin elinden alınarak kimi kurum ve kuruluşlara verilmesi gerekir. Bu da devlet yönetimi için “toplumsal sözleşme”dir.

Ancak bu durum Hobbes’daki gibi egemene mutlak bir güç ve kudret vermek yerine her iki tarafın da birbirlerine karşı sorumluluklarının olduğu bir sözleşme biçimidir. Bu anlamda egemen erkin sınırlandırılması gibi bir durum söz konusudur ki bu da uyrukların kimi durumlarda direnme ve karşı çıkma gibi bir hakka sahip olmaları anlamına gelir.

Bu bağlamda Locke, yöneten ve yönetilen ekseninde, karşılıklı hakların yasalarla korunması çerçevesinde düşünüldüğünde liberal düşüncenin öncülerinden biri sayılır. Temel hak ve özgürlükler, sınırlı yönetim, rıza, hoşgörü, çoğulculuk, özel mülkiyet gibi konularda liberal gelenek içerisinde önemli bir yer edinmiş, hatta liberal düşüncenin bu ilkeler üzerinde gelişmesine öncülük etmiştir. Öte taraftan mülkiyetin güvence altına alınması gerekliliğine yaptığı vurgu ile de Locke, toplum ve devlete karşı bireyin önceliğini savunarak liberalizmin kilit noktalarından birine işaret etmiş, yine liberalizmin temel önermelerinden biri olan “insanın doğuştan özgür ve eşit olduğu” önermesi ile onun feodal ayrıcalıklara ve mutlak monarşiye karşı bir konum alabilmesini sağlamıştır. (Ağaoğulları, 2005, s. 228-229). Locke’un bu yönde açılmış yolları genişletmesi Amerika Birleşik Devletleri’ndeki mülkiyet hakları anlayışı üzerinde de güçlü bir etki yaratmış, bu da günümüz dünyasının önde gelen siyasal ideolojilerin merkezinde ve kökeninde yer almasına neden olmuştur. (Tannenbaum, 201, s. 256).

Benzer Belgeler