• Sonuç bulunamadı

YÖNETEN YÖNETİLEN EKSENİNDE YURTTAŞLIK VE KOŞULLARI: DİL BİRLİĞİ, ÖZGÜRLÜK VE SINIRLARI

GIANFRANCO POGGI

2. BÖLÜM: DEMOKRASİ, YURTTAŞLIK KAVRAMI VE YAKIN TARİHİ ÜZERİNE: YURTTAŞ ULUS İLİŞKİSİ

2.1. YÖNETEN YÖNETİLEN EKSENİNDE YURTTAŞLIK VE KOŞULLARI: DİL BİRLİĞİ, ÖZGÜRLÜK VE SINIRLARI

Bütün bunların ışığında 1791 Fransız Anayasası yabancılara da Fransız yurttaşlığı fırsatı sunmuş, kültürel etnik ve ırksal olanın, milliyet ve yurttaşlık arasında zorunlu bir bağ

oluşturmadığını dile getirmişti. Anayasa, yabancı olup Fransız yurttaşı olmaya uygun görülenleri ise şu şekilde sıralıyordu: Fransa’da yabancı bir babadan doğanlar, krallık topraklarında sürekli ikamet edenler, Fransa’ya bağlılıklarını dile getirmek adına belli koşulları yerine getirenler, krallık toprakları dışında yabancı babadan olup Fransa’da beş yıl boyunca sürekli ikamet edenler.

Aslında bütün bunlara rağmen Fransa, ulusal yurttaşlığa elverişlilik açısından bir model oluşturamamış, kitlesel göçler sayesinde Birleşik Devletler bu konuda daha belirgin bir örnek olarak öne çıkmıştır denebilir. Ancak 19. yüzyılda ulusallık ve milliyetçilik kavramlarında temel alınan şey dildi ve yurttaşlık için Amerika’da okuryazarlık ve asgari de olsa anayasa hakkında bir teste tabi tutulmaları gibi bir durum söz konusuydu. Nitekim siyasal yurttaşlık ile milliyetçiliğin dil yolu ile birbirine bağlı olduğunu göstermeye çalışan John Stuart Mill durumu şöyle dile getiriyordu:

farklı milliyetlerden oluşan bir ülkede özgür kurumların var olması neredeyse imkansızdır.

Yurttaşlık duygusundan yoksun insanlar arasında, özellikle de farklı dillerde okuyor ve konuşuyorlarsa, temsili hükümetin işlemesi için gereken yekpare bir kamuoyu var olamaz.”

(Heater, 2007, s. 136).

Yurttaş ile devlet arasında bu şekilde bir bağ kuran Mill, nihai gücün halkın elinde toplandığı bir demokrasiden yanadır. Hükümet ona göre bütün yurttaşların zihinlerini ve karakterlerini geliştirip koruduğu ve onları kamu çıkarı konusunda eğittiği için en yüksek değere sahiptir.

Hükümet de en iyi, ona herkes katıldığı zaman ama nitelikli bütün erkek ve kadınları ihtiva eden seçkin bir azınlık rehberlik ettiği zaman iyi çalışır. Böylece bir anlamda elit azınlığın rolünü ön plana çıkarsa da ona göre,

ideal olarak en iyi hükümet biçimi, egemenlik ya da son tahlilde en üst kontrol edici gücün tüm topluma verildiği hükümet biçimidir; her yurttaş bu nihai egemenliğin uygulanmasında bir oy hakkına sahip olmakla kalmaz, aynı zamanda en azından arada sırada yerel veya genel bazı kamu görevlerini yerine getirmek için hükümette aktif bir rol almak için çağrılır.

(Aktaran; Tannenbaum, 2011, s. 333).

Mill’e göre etkinlik ehliyeti izin verdiği sürece iktidar, mümkün olduğunca geniş bir şekilde dağıtılmalı, diğer yandan da bir bilgi merkezi olarak hizmet etmelidir ki bireyler, tercihleri doğrultusunda karar alabilsinler. Nitekim on göre kişisel özgürlük, toplumsal gelişmeye götüren bir motordur. Mill;in çoğunluğun diktasına dönüşmemesi bağlamında dile getirdiği “sınırlı hükümet” ise, her bir kişiyi hayatı ve mülkiyetine yönelik tehditlerden ve özellikle de çoğunluk tiranlığının özgürlüğe yönelttiği tehlikelerden korumak ve çoğunluğun diktası değil de, bireyin bir ortağı olması bakımından önemlidir. (Tannenbaum, 2011, s. 330-336). Ancak Mill, bireyin özgürlüğü, iktidar ya da hükümetlerin sınırlandırılması konusunda zaman zaman çelişkili düşünceler ortaya koyar. Nitekim birey mi kolektivite mi, hükümetin iktidarı mı, kişisel

özgürlük mü, ürünün bireysel sahipliği mi, kolektif sahipliği mi gibi sorular, hem kararlı bireycilere hem de azimli kolektivistlere eleştiriler yönelten Mill’e yönelik sorular olarak ele alınabilir. (Tannenbaum, 2011, s. 337). Yine de ona göre hükümet her ne kadar elit bir kesimin elinde olsa da bu elit kesim, aynı zamanda bilge olduğu için bireysel özgürlüklere dokunmaması gerektiğini bilir. Böylece hükümet ve yasalar, barışı sürdürmek, herhangi bir bireyin özgürlüğünü korumak ve muhtaç olanlara refah sağlamakla sınırlıdır. Ona göre bilge elit, hükümetin gücünü gereksiz yere arttırmaz. (Tannenbaum, 2011, s. 336).

Immanuel Kant ise, Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi adlı yazısında meseleye biraz farklı yaklaşır. Ona göre insanlar, bir yandan yalnız yaşama eğimlindeyken bir yandan da toplu halde yaşamaktan vazgeçemezler. (Kant, 2006, s. 34).

Kendisinin bu antagonizmadan anladığı ise şudur: toplumdışı toplumsallaşma! Ona göre bu toplumdışı toplumsallaşmanın da yarattığı bir direnç vardır.

Bu direnç insanın bütün gücünü uyandırır ve tembellik eğilimini aşmasını sağlar. Şeref, güçlülük ve mülkiyet isteği de eklenince, bu direnç, insanı “tahammül edemediği ama vazgeçemediği” diğer insanlar arasında bir mevki elde etmeye yöneltir. O zaman barbarlıktan, insanın asıl toplumsal değerini oluşturan kültüre doğru ilk gerçek adım atılmış olur.(Kant, 2006, s. 34).

Tam adaletli bir yurttaşlar anayasasının yapılmasına yönelik tetikleyici unsur da ona göre, doğadır ama doğa bunun sadece bir toplumda gerçekleşebileceğini bilir ve insanın bu amacı kendi çabası ile gerçekleşmesini ister. Bu da diğer bütün toplumların özgürlüğü ile birlikte var olacak bir toplumda gerçekleşir. Bu anlamda bir yurttaşlar birliği söz konusu olacaktır. (Kant, 2006, s. 36). Ona göre tam anlamı ile bir özgürlük ise hiçbir toplumda mümkün değildir ve oluşturulmuş olan yurttaşlar birliğine uyulması gerekir. İnsan yurttaşlar birliğinin sınırları içerisinde kalırsa, bunun yararlı etkileri olacaktır.

Bir ormandaki ağaçlar da birbirini hava ve güneş ışığı bulmaya zorlar ve yukarıya doğru büyümesine neden olur. Böylece düz ve güzel büyürler. Oysa dallarını istediği gibi özgürce ve diğerlerinden ayrık koyuveren ağaçlar bodur, eğik ve çarpık kalır.(Kant, 2006, s. 36).

Ayrıca Kant’a göre,

insan, türdeşleri arasında yaşadıkça bir yöneticiye ihtiyaç duyan bir hayvandır; çünkü türdeşleri ile ilişkisinde insanın özgürlüğünü kötüye kullandığı kuşku götürmez. (Kant, 2006, s. 37).

Oysa ona göre ne şekli ile olursa olsun, en üst otorite de en nihayetinde bir insandır ve kendi üstünde bir otorite olmadıkça o da gücünü kötüye kullanabilecektir. Bu anlamda hem kendi başına adil hem de insan bir otorite oldukça zordur ve en büyük sorunlardan biridir. Üstelik bu sorunun tam olarak çözümü de olanaksızdır. Kendi tabiri ile insanın yapılmış olduğu eğri

odundan dümdüz çıkacak bir şey yontulamaz. Doğa bizden sadece buna yaklaşmamızı ister. Bu görevin gerçekleşmesi için yazılacak anayasa doğru bir kavrayış, çalışmalarla sınanmış büyük bir deneyim ve bunları kabule hazır bir “iyi niyet” gerekir. Ama bu üç etken kolay kolay bulunmaz, bulunsa da pek çok başarısız deneyimden sonra bulunabilir. Kant için asıl önemli olan, bu türden bir anayasanın diğer topluluklarla beraber düşünülmesidir. Bu bir anlamda bir milletler topluluğu teorisidir ve St. Pierre ve Rousseau’nun zamanında ileri sürdükleri bu düşüncenin alaya alınmasına da bu anlamda karşıdır.

Böylece ona göre yurttaş kavramı ile birlikte sorumluluk da insanın kendisine yüklenmeye başlanmıştır denebilir. Kant burada yönetenin halk olması gerektiğinden çok, doğası gereği bir yöneticiye ihtiyaç duyan insanın ki, daha doğrusu ona göre “hayvanın”, mevcut düzen içerisinde nasıl davranması gerektiğinden dem vurur. Ancak kurulacak devletin nasıl bir devlet olması gerektiğinden ise bahsetmez.

2.2. DEMOKRASİ: HALK YÖNETİMİ, ÇOĞUNLUĞUN KARARININ

Benzer Belgeler