• Sonuç bulunamadı

DEMOKRASİ: HALK YÖNETİMİ, ÇOĞUNLUĞUN KARARININ MEŞRUİYETİ VE DİKTASI SORUNU

GIANFRANCO POGGI

2. BÖLÜM: DEMOKRASİ, YURTTAŞLIK KAVRAMI VE YAKIN TARİHİ ÜZERİNE: YURTTAŞ ULUS İLİŞKİSİ

2.2. DEMOKRASİ: HALK YÖNETİMİ, ÇOĞUNLUĞUN KARARININ MEŞRUİYETİ VE DİKTASI SORUNU

odundan dümdüz çıkacak bir şey yontulamaz. Doğa bizden sadece buna yaklaşmamızı ister. Bu görevin gerçekleşmesi için yazılacak anayasa doğru bir kavrayış, çalışmalarla sınanmış büyük bir deneyim ve bunları kabule hazır bir “iyi niyet” gerekir. Ama bu üç etken kolay kolay bulunmaz, bulunsa da pek çok başarısız deneyimden sonra bulunabilir. Kant için asıl önemli olan, bu türden bir anayasanın diğer topluluklarla beraber düşünülmesidir. Bu bir anlamda bir milletler topluluğu teorisidir ve St. Pierre ve Rousseau’nun zamanında ileri sürdükleri bu düşüncenin alaya alınmasına da bu anlamda karşıdır.

Böylece ona göre yurttaş kavramı ile birlikte sorumluluk da insanın kendisine yüklenmeye başlanmıştır denebilir. Kant burada yönetenin halk olması gerektiğinden çok, doğası gereği bir yöneticiye ihtiyaç duyan insanın ki, daha doğrusu ona göre “hayvanın”, mevcut düzen içerisinde nasıl davranması gerektiğinden dem vurur. Ancak kurulacak devletin nasıl bir devlet olması gerektiğinden ise bahsetmez.

2.2. DEMOKRASİ: HALK YÖNETİMİ, ÇOĞUNLUĞUN KARARININ

yönetim anlamına gelebilecek olan demokrasinin, yaygın anlamlarından biri olarak halk yönetimi ya da en azından halkın seçimle temsilciler tayin etmesi meselesinde bu iradenin ne kadar ortaya çıkabildiği sorunu ile ilgili bir konu olarak canlılığını sürdürmektedir. (Arblaster, 1999, s. 14-15). Bu durumu Fehmi Baykan

seçmenler siyaset konusunda cahildirler; onların reyine itimat etmek yanlıştır ve mili devlet demek mutlaka seçmenin reyine göre idare edilen rejim değildir (Baykan, 2009, s. 491)

diyerek şu şekilde formüle eder: ona göre devlet idaresi geniş bir bilgi birikimi, tahsil ve tecrübeyi gerektiren bir iştir. Nasıl ki hastayı kimin iyileştireceği kararını halk veremiyorsa ve bu iş için, bu işin tahsilini yapmış doktorlara ihtiyaç duyuluyorsa, devlet idaresi de böyle olmalıdır. Çünkü devlet idareciliği profesyonel bir meslektir ve ihtisas gerektirir. Aynı şekilde devlet adamlığı devlet bilgisi, hukuk, iktisat, siyaset, tarih, uluslararası konularda edinilmiş bilgi ve tecrübe, yöneticilik kabiliyeti ve şahsiyet özellikleri gerektirir. Ona göre bir seçmenin bu vasıfların kimde olduğunu bilmesinin pek olanağı yoktur ve ahali bu konuda cahildir. Nasıl ki doktorluk yapacak kimseyi ahali belirleyemiyorsa, bu anlamda yöneticilik yapanı da ahali belirlememelidir. Öte yandan halkın siyasi tercihini, içinde bulunduğu çevre ve basın yayın organları belirler. Seçmenlerin reyleri de “hür iradelerince” değil “kamuoyu oluşturucularınca”

ortaya konan propagandalarla belirlenir. Ahalinin doğası bu manipülasyona açıktır. Böylece ortaya çıkacak neticeler göz önüne alındığında aslında

halkın halk tarafından yönetilmesi halka iyilik değil çok büyük kötülüktür… Reayanın reyi ile mülk-ü millet idare olunmaz. Halk hakikatin hakemi değildir. (Baykan, 2009, s. 491-494).

Oysa bu durum bütün dünyada seçimden seçime tekrarlanmakta, bütün bu olanlar demokrasi adı altında övülmekte, ve üstüne üstlük meşrulaştırılmaktadır.

Joseph A. Schumpeter de demokrasi anlayışında, yurttaşların çoğunluğunun özgür iradesiyle karar alınmasın dayanan klasik düşünceye karşı çıkar çünkü ona göre bireyler ne ussaldırlar, ne sorunları bilirler, ne de ortak çıkarı göz önüne alma ve ussal çözümler arama iradeleri vardır.

Schumpeter, kişisel çıkarların uzağında, yani söz konusu olan siyasal konular olduğunda, halkın bu konuda rasyonalitesinin zayıfladığını ve buna bağlı olarak sorumluluk duygusunun azaldığını ileri sürer. Ona göre

siyasal kararları doğuran kurumsal sistemdir ve bireyler ancak halkın oyları konusunda rekabete dayalı bir savaşımın sonucuna göre bu kararlar üzerinde bir erk elde eder.

(Aktaran: Touraine, 2011, s. 125).

Bu da siyasal partilere temsilcilikten yoksun bir görünüm verir. Onun için

bir parti, üyeleri siyasal iktidarı ele geçirmek için verilen rekabete dayalı savaşımda el birliği ile hareket eden bir gruptur. (Aktaran: Touraine, 2011, s. 125).

Bunlarla bağlantılı olarak çoğu kez değinildiği üzere, Platon ya da Aristoteles’in demokrasiye karşı olmaları fikri, dönemin tiyatrolarında da işlenen genel bir konudur aslında. Yöneten yönetilen ekseninde çoğunluğun elbirliği ile iktidar olması ve bu iktidarı yönetmesi düşüncesinin imkansızlığı ve hatta anlamsızlığı düşüncesi oldukça esidir.

Örnekse, Euripides ilk kez M.Ö. 421’de oynanan Yalvaran Kadınlar oyununda, Thebesli Haberci ve Atina Kralı Theseus arasında geçen diyalogda, Haberci Kral Creon’un mesajını iletmek üzere Atina’ya vardığında sorar:

Mutlak kral kim burada?

Cevaplayan Theseus’tur:

Bu devlet tek bir kişinin isteğine bağımlı bir devlet değildir, özgür bir kenttir. Burada kral, bir yıl boyunca iktidarı elinde bulunduran halktır. Özel bir güç sağlamayız varlığa; eşit yetkiyi emreden, yoksul insanın sesidir burada

Thebesli haberci bunu neredeyse anlaşılmaz bulur:

Geldiğim şehrin emri altında bulunduğu tek bir insandır, halk yığını değil… Sıradan bir adam! Mantıklı düşünme yeteneğinden yoksun, nasıl yönetebilir sağlam bir devleti?

Deneyimler heves değil bilgi kazandırır bizlere. Sizin fakir köylüleriniz, olmasalar bile aptal nasıl yönlendirir aklını, sabanlardan politikaya? (Aktaran; Arblaster, 1999, s. 37).

Bütün bunlara bağlı olarak halkın iktidarına karşı pek çok kez olumsuz düşünceler dile gelmiştir. Nitekim S. Martin Lipset’e göre de

demokrasi, farklı grupların amaçlarına ulaşmalarında ya da iyi toplum arayışlarında kullanabilecekleri tek, hatta başlıca araç bile değildir: iyi toplumun kendisi işlemektedir.

(Aktaran; Finley, 2003, s. 51-52).

Ona göre bütün üyelerin ya da vatandaşların karar alma sistemine aktif katılım anlamında, demokrasi, iç mantığı gereği zaten mümkün değildir ve örgütsel elitler genel olarak uzun dönemler itibariyle mevkilerinde kalırlar. Siyasal ve örgütsel elitler temsil ettikleri kişilerin çıkarlarından sapan özel grup çıkarlarına sahiptirler. (Michels, 2008, s. 28). Bu anlamda

seçilmişlerin seçmenler, vekillerin vekalet verenler, delegelerin delege edenler üzerinde egemenlik kurmasına yol açan örgütün kendisidir. Örgütten bahseden gerçekte oligarşiden bahsediyor demektir. (Michels, 2008, s. 14).

Touraine de otoriter yönetim biçimlerini, ulusal kurtuluş mirasını ele geçirdiler diye demokratik saymanın kabul edilemez olduğunu dile getirerek böyle bir şeyi kabul etmenin, Stalin’i devrimci olduğu için ya da Hitler’i seçim kazandı diye demokrat saymayı kabul etmekle aynı şey olacağını vurgular. (Touraine, 2011, s. 32).

Bütün bu eleştirilerin temelini oluşturan düşünce, demokrasiye bir rejim bir yönetim biçimi olarak yaklaşma düşüncesidir. Demokrasinin bu anlamda eleştirilebilir eksiklikleri elbette yönetim biçimi olarak demokrasinin bu doğrultuda mükemmel bir sistem olmadığı ortadadır.

İoanna Kuçuradi de günümüzde demokrasinin sadece bir ögesine, özellikle de çok partili seçimlere ve çoğunluğun kararına indirgenmesini eleştirir. Ona göre sadece çok partili hayata indirgenen “demokrasi”, aslında organize olmuş kimi grupların iktidara gelmek için kullandıkları bir yol olmaktan öteye gidememektedir. Böylece devlet de yurttaşların yararını koruyan bir varlık olmaktan çıkıp iktidarın meşruiyet aracı haline gelir. Bu türden bir demokrasi düşüncesi, en başta insan haklarını dışarıda tutan, hatta ona zarar veren bir ortamın oluşmasına olanak sağlar. Kuçuradi, günümüzde demokrasinin, -Kant’ın da işaret ettiği üzere- bir devlet düzeni mi, yoksa kamusal olanı yönetme biçimi olarak mı ele alınması gerektiği sorusuna yanıt olarak, bugün demokrasinin her ikisinin bir bileşimi olarak kendisine yaşam alanı bulduğunu belirtir. Bu yüzdendir ki bugün demokratik bir biçimde yönetilen krallıklardan sözedilebilirken, seçimlerle başa gelen ama oligarşi ile yönetilen devletler de sözkonusu olabilmektedir. Bu da demokrasinin bu ikili yönünün bir arada kullanıldığına işaret eder.

(Kuçuradi, 1998, s. 23).

Kuçuradi’nin tavrı ise demokrasinin daha çok bir yönetim biçimi olarak ele alınması gerektiği yönündedir. Ancak ona göre böylesi bir devlette yurttaş, biçimsel anlamda bir yurttaş olarak düşünülmemeli, kamusal olanın oluşturucu birimi olarak, Aristotelesçi bakışla “sivil toplumun yönetimine düşünüp taşınarak ve eleştirel bir tutumla katılma gücüne sahip kişi" olarak düşünülmelidir. Ancak bu türden bir yurttaş kavramı günümüzdekinden farklı bir devlet kavramını gerektirmektedir. Günümüz devlet anlayışı ise ona göre ya kendi başına varolan bir varlık, ya marxistlerin iddia ettiği gibi ortadan kaldırılması gereken bir baskı aygıtı ya da serbest piyasa anlayışına göre küçülmesi gereken bir varlık olarak düşünülür. Oysaki bir yönetim biçimi olarak demokrasi, bu türden devlet anlayışlarının yönetim biçimi olamaz. (Kuçuradi, 1998, s.

24). En önemlisi de bu türden bir devlet anlayışı, olan biten üzerine derinlikli düşünebilen, kararlar alabilen ,“ergin” bir yurttaşa yaşam alanı vermez. Bu doğrultuda günümüz devlet anlayışının da kimi değişikliklere ihtiyacı vardır.

Ona göre “halkın halk tarafından halk için yönetimi” olarak demokrasinin gerçekleşmesi için kimi nesnel ve özel koşulların yerine getirilmesi gerekir. Bu da günümüzdekilere oranla farklı türden bir devlet anlayışını gerektirir. Bu devlet anlayışı, yurttaşları birbirlerine karşı koruyan ve kamuoyunu adaletin gereklerine göre yöneten, hukuksal bir insan kurumu olarak düşünülür.

Hukuksal insan kurumu olarak devlet demek, özellikle adalet idesini belirleyici kılmak demektir. Böylesi bir devlette hak, ödev ve rol ilişkileri adalete dayandırılmalı, yani insan

haklarını koruyacak şekilde kurulmalıdır. İkinci olarak bu devlet, kamusal olan mevcut tarihsel koşullarda, insan haklarının gerektirdiklerine uygun olarak yönetmek için oluşturulmalıdır.

Ancak bu şekilde ortaya konan bir devlet anlayışı insan haklarına dayanan bir devlet anlayışı olabilir. Bu bağlamda

Bir devlette demokrasinin işlemesinin ana koşulu, yurttaşların devletin (onu oluşturan organların) toplumsal ilişkilere adaleti getirmek, başka bir deyişle yurttaşların insan haklarını eşitçe korumak için varolduğunun bilincinde olmasıdır.    Böyle bir devletin iki ana işlevi olabilir: yurttaşları yurttaşlara karşı korumak, yani yurttaşlararası ilişkileri insan haklarının getirdiği talepleri hesaba katarak düzenlemek ve kamuyu, bütün yurttaşların temel haklarla ilgili ihtiyaçlarını eşitçe karşılama olanağını sağlayacak şekilde yönetmektir.(Kuçuradi, 1998, s. 24).

Kuçuradi böylece yönetim biçimi olarak demokrasiyi, bir devlette kamunun yönetilmesi ile olan ilgisinde ele alır. Bu da bir devlette demokrasiyi, kamunun yararına ilişkin kararların, ilgili tüm yurttaşların katılımı ile alındığı bir demokrasiye dönüştürür. Yurttaş da bu anlamda sadece kuru bir oluşturucu bir birim olmaktan çıkarılmıştır.

Demokrasinin tesisi için nesnel koşulları bu şekilde ortaya koyan Kuçuradi, demokrasinin işlemesi için öznel koşulları da Kantçı anlamda Aydınlanma ve felsefi değer bilgisi olarak belirler. İnsan haklarını koruyan bir demokraside öznel koşul demek, Kant’ın Aydınlanma Nedir adlı makalesi doğrultusunda, Aydınlanmanın bir dünya görüşü olarak değil de kişisel yetenek olarak ele alınması anlamına gelir. Yani bu bir anlamda kişisel bir yetenek olarak “ergin olmama durumunu aşmak” ve kendi adına yargıda bulunma yeteneğini ortaya koyabilmek demektir. İkinci olarak insan haklarını koruyan bir demokrasinin en önemli öznel koşulu felsefi değer bilgisidir. Bu da insan onurunun korunabilmesi için ne yapılması gerektiğini ve bu onurun nelerden oluştuğunu bilmekten geçer. (Kuçuradi, 1998, s. 26).

Bu da demokrasiyi sadece çok partili hayata indirgeyen, onu öznel ve nesnel koşulları üzerinde etraflıca düşünmeden belirleyen bir demokrasi anlayışı olmaktan kurtarma çabasıdır. Bu türden indirgemeci bir yaklaşım ona göre yurttaşın yerine, çeşitli biçimleri ile bir cemaati koymak demektir ki bu da demokrasi düşüncesine zarar veren bir yaklaşımdır. Ona göre

demokrasi, kendi adına doğru değerlendirmeler yapmaya çalışarak yargıda bulunabilen ve kamunun yönetimine düşünüp taşınarak ve eleştirel bir tutumla katılabilen, aynı zamanda da hukuksal bir insan kurumu olarak devletin varlık nedeninin bilincinde olan yurttaşı varsayar. (Kuçuradi, 1998, s. 26).

Böyle bir yurttaş da ancak felsefi bir eğitimle ortaya çıkabilir. Çünkü felsefi eğitim, kendi adına yargıda bulunabilen, olan bitenlerde mevcut bağlantıları kendi adına kavrayabilen ve herşeyden çok, her durumda insan onurunun tehlikede olduğu noktayı görebilmeye yardımcı olan yurttaşı, devletin oluşturucu birimi olarak ortaya koyar. (Kuçuradi, 1998, s. 26).

Benzer Belgeler