• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: NEO-LİBERAL SÜREÇTE AKADEMİSYENİN ÇALIŞMA

2.3. Akademik Çalışma/İş Pratiğinde Değişim

2.3.1. Araştırma Yapma ve/ya da Öğrenci Yetiştirme

Akademik araştırmalar keşiflerin olmasını, yeni bilgilerin üretilmesini ve yeni fikir ve kavramların gün yüzüne çıkmasını sağlar. Bu süreçte, araştırmanın verimliliğine etki eden birçok faktör bulunmaktadır: Bölüm elemanlarının yayın performansı, doktora sonrası araştırmaların yer alıp almaması gibi bölüm ile ilgili faktörler; sağlanan kaynakların türü ve miktarı ve laboratuarların büyüklüğü gibi kurumsal faktörler sayılmaktadır (Brew, 2009: 479). Bunun yanı sıra istihdam edilen personel sayısı, araştırma seviyesinde olanların kadrolu olup-olmama durumları, yaşları, cinsiyetleri ve personelin diğer başka sorumlulukları da verimliliği etkileyen faktörler arasındadır. Ayrıca bu süreçte araştırmacı bireylerin kendi etkinlik kapasiteleri ve yapacakları çalışmaya dair duydukları inanç/güven faktörüyle birlikte araştırma için ayıracağı zaman, araştırmaya engel olacak işyükü, eğer varsa kendine yardımcı olacak asistanlar ve işbirlikçileri de etkilidir. Ancak, araştırma sadece ürün ya da çıktı odaklı bir düzenleme olayı değil, aynı zamanda aktörler arası paylaşım zorunluluğunu da içeren bir etkileşim sürecidir. Bu süreçte araştırmacının, kurumun ya da toplumun zamana göre değişen rolleri bulunmaktadır. Bu değişime ivmesini veren etken ise hem kurumların hem de araştırmacının kendisinin “yaratıcı”lığa verdiği önem ve değeri yansıtan yaklaşım biçimidir. Anlaşılmaktadır ki, bilimsel bilgi üretme aktivitesi olan “araştırma”yı tanımlamak için çok daha geniş bir bağlamı, toplum, üniversite ve bireylerin bu iş için kurguladıkları/ hayal ettikleri karşılıkları bir arada hesaba katmak zorundayız.

101

Kurumlar, toplumunun akışkan hızına ayak uydurmak, toplumsal ihtiyaçlara uygun bilgi üretiminin gerçekleşmesini istiyorlarsa, kurumsal politikalarını ona göre düzenlemek zorundadırlar. Ancak bu zorunlulukların yapılabilirliği, toplumu iyi tanımak ve araştırmaların yürütüleceği zemine karşı araştırmanın saf amacını korumaya bağlıdır. Nitekim, araştırmayı talep eden kurumlar, bu kurum ister hükümet ajanı ister piyasa aktörü olsun, beklentileri doğrultusunda sonuçlar elde etmeyi ummaktadırlar52. Araştırma ve politika üretme ilişkisine bakıldığında, devlet kurumları tarafından yaptırılan araştırmalarda ulaşılan sonuçların ne kadarının paylaşılacağına, araştırmacılar ya da araştırmayı yöneten komisyon yetkilileri değil, politikayapıcıları karar vermektedir (Harris, 2002). Akademisyenlerin yaratıcılığına ciddi bir sınırlama getiren bu beklentiler, araştırma ile araştırmacı arasındaki muğlak ilişkinin yönlendirilmesine neden olmaktadır.

Marginson (1999), akademisyenlerin araştırma alanlarının birbirinden oldukça farklı üç yöne çekildiklerini belirtmektedir: Akademisyenler, pazar araştırmaları (pazar uzmanlığı) yapabilmekte; araştırmalarını şirket stratejileri etrafına odaklayabilmekte (şirket uzmanlığı) ve pazar-dışı olarak tanımlanan kamu fonlu araştırma ve eğitim gibi uygulamalarını takip edebilmektedirler. Pazar dışı kalan alanın, sponsorların çok da dikkatini çekmeyen ve ayıracak fonlarının olmadığı bir alanı ifade ettiğini belirten Marginson, bu tarz çalışmalar yapan akademisyenlerin de zamanlarını ve kaynaklarını görece marjinal kalan bir araştırma alanında harcamış olarak göründüklerini dile getirmektedir (Marginson, 2000: 27).

Araştırmayla ilgilenen tarafları belirleyeceksek eğer, önce ulus seviyesinden başlamak gerekir. Hükümetler, araştırma için ayırdıkları fonları, bir yatırım aracı olarak görürler ve hatta bu yatırımın büyüklüğü ve dağıldığı alanlar, ülkenin medeniyet seviyesini gösterir niteliktedir (Brew, 2009: 476). Araştırmaların kısa dönemli, yerel ve ulus yararını gözetmeleri beklenir.

Hükümetler araştırma gündemlerini araştırma kurulları aracılığıyla kontrol ederler. Böylelikle neyin ulusun ihtiyaçlarına yönelik olduğu, bir başka ifadeyle neyin

araştırılabilir olduğuna karar verilir. Yukarıdan belirlenen konu başlıkları çerçevesinde

52 Birinci bölümde, üniversitenin ticarileşmesi kısmında bu konudan daha detaylı olarak

102

araştırma grupları tarafından oluşturulan teklifler, hükümet birimlerince değerlendirilir. Bu tekliflerin sadece ilgili akademik alanda olanların değil, politikacıların da anlayabileceği bir biçimde yazılması önemlidir (Brew, 2009: 476). Proje sürecine giren araştırmalar yine hükümet kontrol merkezleri tarafından yakından takip edilir. Bu araştırma biçimi, sınırları tanımlı ve kapsamı net olan araştırmalardır. Dolayısıyla araştırmacının birey olarak sürece müdahil olması ve açığa çıkacak olan sonuçları kendi bilimsel görüşüne göre manipüle etmesi söz konusu olamaz. Araştırma fonunu sağlayan hükümetin amacı, değerli olduğuna inanılan herhangi bir araştırma üzerinde harcama yapılması değil, “zenginlik yaratan bilgi donanımı”- rekabet ve kâr mantığını- sağlamak üzere verildiğinden (Callinicos, 2006: 15), spekülatif bilginin bedeli, yatırımların boşa çıkma ihtimaline dayandığı için çok yüksek kalmaktadır.

Diğer bir ilgili merci endüstrilerdir. Üniversitenin fon sağladığı önemli kalemlerin arasında yer alan sanayi işbirliği odaklı çalışmalar, araştırmanın amacını bilimsel bilgi dışında belirleyen bir başka uygulama alanı olarak karşımıza çıkar. Araştırma yönelimli bilgiyi üretecek aktörlerin interdisipliner bir çalışma ortamında, akademi dışından gelen diğer aktörlerle işbirliğinin (Jacob, 2009: 503) esas alındığı yeni bilgi üretim anlayışında, araştırma grubu oluşturulurken çeşitlilik aranmaktadır. Akademisyenin araştırmacılardan sadece bir tanesi olduğu bu tür projelerde, hükümet temsilcileri, danışmanlar, avukatlar, sanayiciler, sivil toplumcular gibi toplumun farklı kesimlerinden akademi dışındaki uzmanlar yer alırlar (Nowotny vd., 2001’den akt. Brew, 2009: 477).

İlgisini hızla araştırmaların yönüne çeviren bir diğer kurum da medyadır. Ancak bu ilgi konusunda oldukça belirleyici olan medyanın önceliği, özellikle televizyon programlarında gösterildiğinde anlaşılabilir olan grafiklere dökülmüş sonuçlar ve dikkat çekici nitelikteki çalışmalar aracılığıyla olmaktadır (Brew, 2009: 477). Toplum, üniversite gerçekliğinden kopuk ya da onu yakalayamamış bir haldeyken, üniversitenin araştırma nosyonuna dair bir kurgu oluşturmakta ve bu kurgusal görüntü medya araçları ile beslenmektedir (Brew, 2009: 479).

Tüm bu kurumsal ilgilerin arasında akademisyenin kendi içsel ilgisi de yer almaktadır. “Araştırmacı olmak” bakış açısı ile araştırma ve çağdaş toplum ilişkisinin paradoksal doğasına vurgu yapan Brew (2009), akademisyenin araştırma yapma motivasyonun

103

büyük oranda içsel olduğunu belirtmektedir. Bu içsel motivasyon kaynakları arasında akademik gereklilikleri yerine getirme, disiplin içinde kendine bir yer edinme ve kişisel gelişim sağlama (Åkerlind, 2008a, 2008b) yer almaktadır. Bunlardan sadece tek bir neden, topluma yöneliktir. Araştırmacının ilgisinin akademik çıkarlarını korumaları yönünden sürekli törpülendiği bu sistem içinde, bireylerin kendilerinin ötesinde toplumu dikkate almasının imkanları sorgulanmalıdır. Sistemin araştırma mantığı, akademisyenleri, bir yandan fayda odaklı bilginin üretilmesine yönlendirirken, bir taraftan da içine hapsettiği gerekliliklerle bireyin toplumla ilişkiye girmesini sağlayacak refleksif düşünme yollarını körleştirmektedir. Araştırmacılar, düşünümsel seviyedeki farkındalıklarını miniminize ederek kendi öncelikli ilgilerine odaklanmada yaşadıkları sıkıntılar nedeniyle, kompleks ve karmaşık global dünyanın bir kopyası olma riskiyle karşı karşıyadırlar (Brew, 2009: 484).

Rekabete dayalı bu sistem içinde ayakta kalma mecburiyetinde olan akademisyenin beklentilerini kaçınılmaz olarak şekillendiren birçok bileşen bulunmaktadır. Öncelikle çalışmakta olduğu üniversitenin karşı çıkmayacağı bir alanda olması gereken araştırmanın, aynı zamanda taraflara kabul edilebilir bir biçimde sunulması, bir başka ifadeyle finansmanını kazanacak nitelikte yazılması gerekmektedir. Fonların oldukça kısıtlı olması nedeniyle araştırmacılar arasında yoğun bir rekabet yaşanmakta iken, araştırmacının beklentisinin gerilere düşmesi beklendik bir durumdur. Hele ki, araştırma çoklu çıkar gruplarının ortaklaşa girişimi ile hazırlanmakta ise, araştırma ile araştırmacı arasındaki doğal etkileşim sürecinin yaşanması ve araştırmacıların refleksif olmaları neredeyse imkansız hale gelmektedir. Piyasalaşmanın temel yürütücüsü olan “rekabet”, bireyleri de varlıklarını sürdürebilmek için pazar koşullarında üretmeye zorlamakta ve akademisyenleri piyasa temelli araştırmalar yapma ve kariyerini bu şekilde ilerletmelerini kaçınılmaz bir gerçeklik olarak sunmaktadır. Kamu beklentileri, üniversitenin iş-birlikçi öğesi, proje tipi çalışma nosyonu ile bireysel çabayla üretim arasındaki gerilim ve çelişki büyümektedir (Currie ve Vidovich, 2009: 446).

Diğer yandan proje kapma ve karlılık elde etme isteği, üniversite yönetimlerini, birtakım kurumlarca kabul gören konularda çalışan akademisyenlere ve bölümlere yöneltmekte ve bu durumda piyasacı olmayan akademisyenler tercih dışı

104

kalabilmektedir53. Aynı şekilde rekabet etmede nicelikli işler/çalışmalar yapmadıkları için beşeri bilimler geri planda kalmakta ya da ideolojik tercihlerin savunmasında kullanılmaktadır54, bu da üniversite içi huzursuzluğun artmasına ve güven/inanç kaybına neden olmaktadır.

Akademisyenlik mesleğinin temellerinden biri olan “meslektaşlık” ilişkisini öldüren ve onun da ötesinde bilimsel bilginin yaygınlaşarak toplumsala dönüşmesi gereken yarar, temeli rekabete dayanan bir anlayışla “bilimsel çalışma gizliliği” olarak engellenmektedir. Bilimsel ve teknik bilgi alanı iletişimsizliğin egemen olduğu bir alandır ve iletişimsizlik, rekabet açısından akılcı bir stratejidir (O’Neill, 2001’den akt. Ünal, 2010: 31). Araştırmacılar arasında entegrasyon olmadığı böyle bir ortamda, akademisyenler kamu yararı için nasıl ortak hareket edecekler; amaç birliğini nasıl sağlayacaklardır? (Currie, 2004: 54).

Bu noktada, kaçınılmaz bir yol ayrılığından söz etmek gerekmektedir. Nitekim, üniversitelerde yönetim ve değerlendirme işlevlerinin ayrılması sonucu ayrılan eğitim ve araştırma, akademik cemaatleri kendi perspektifleri doğrultusunda ayıracaktır. Pazarlanabilir nitelikte bilgi üretecek bilimsel faaliyeti empoze eden düzen, bu düzeni destekleyecek stratejik nitelikteki bilgileri üreten akademisyenler ile akademiden ziyade yükseköğretimi önemseyen ve kendilerini yenilikçi politikalardan uzakta tutmaya çalışarak izole eden bir kesim yaratacaktır. Diğer araştırmacı ekibin tutumları, içine kapananlar tarafından giderek ideolojik olarak değerlendirilecek ve aradaki köprüleri tutmak için çok az yapıtaşı kalacaktır (Brew, 2009: 507).

Bilgiye ilişkin tutumun değişmesiyle, araştırmanın doğasını ve neyin araştırmaya değer olduğunun belirlenmesinde, bir diğer ifadeyle mode 2 bilgi (mode 2 knowledge) söyleminin akademisyenler tarafından nasıl algılandığının belirlenmesinde etkili araç “güç” olacaktır.

Araştırma doğası gereği, kendi işleyişini derinlemesine kavramadan kendine ilişkin, amacını ve gerçekte ne keşfettiğini açıklayamadığı için, akıllıca bir değerlendirme

53 Öğretim görevinin kısa zamanlı ve kazanç amaçlı araştırmalarla yer değiştirmesi, partner ve sponsor fonlarının bağımsız araştırmaların yerini aldığına işarettir aslında (Currie ve Vidovich, 2009).

54

Fen bilimlerinin sermaye birikimine katkıda bulunması ürettikleri bilginin maddi amaçlar doğrultusunda, teknolojik ilerleme ve pratik yönelimli oluşları nedeniyle somut çıktılar üzerinden gözlemlenebilmektedir. Sosyal bilimlerin bu anlamda sermaye birikimine olan hizmeti, sistemin sürdürülebilirliği ile ilgilidir (Ünal, 2010: 30).

105

geliştiremez (Bok, 2007: 19). Bu durumu, kendi amaçları doğrultusunda, yüzeysel ve çoğunlukla ekonomik katkı sağlayıcı kapsamda kullanan güç, akademik bilgi üretimini çelişkili bir zemine taşır. Buna karşın akademisyenler, anlayışlarını sınırlamayacak bir araştırma süreci izlemek istiyorlarsa, “gerçekte ne yapmak istediklerini” sorguladıkları düşünümsel bir eleştiri perspektifi (Brew, 2009) ile hareket etmek durumundadırlar. Bilgiyi yönetme gücünü elinde tutan kesim, akademisyenin etrafını çevreleyen kurumlar olabileceği gibi, üniversitenin kendi içindeki hiyerarşik kalıpları da olabilir. Hükümetler, araştırma merkezleri ve bu bağlamda aktif olan politika belirleyici birimler, araştırma ile ilgili süreçleri kendi istedikleri gibi yönlendirebilmektedirler. Akademik bilgi üretimine dair ortaya çıkan bu görünümler, neo-liberal ideolojinin etkisi altında giderek derinleşen sorgulamalara neden olmaktadır. Öncelikle araştırma, oldukça gözle görülür bir şekilde profesyonel kimliğin tanımlanmasında ve “bir üniversite için ne gereklidir” sorusunun cevabında merkezi bir öneme yerleşmiştir. Bu, üniversitenin ve akademisyenlerin bilindik amacı/işi olan eğitim ile araştırma arasındaki hiyerarşinin araştırma lehine şekillenmesi anlamına gelmektedir. Araştırma, bilginin yaratılması ve yaygınlaşması hakkında iken eğitim daha önceden/zaten bilinen bilginin yorumlanmasından ibaret görülmektedir.

Yapılan çalışmalarda araştırmanın sağladığı etkililiğin, eğitimden daha fazla olduğu görülmüştür (Lehman ve Warning, 2002: 21-22). Araştırma faaliyetlerine ağırlık verilmesi araştırmadan elde edilen gelirlerin yükselmesini sağlamaktadır. Ancak bu durum, yeni ya da eğitim odaklı olan yükseköğretim kurumlarının geleneksel üniversitelere göre dezavantajlı konumda kalmasına neden olmaktadır. Ayrıca eğitim başarılarının araştırma başarıları kadar gözle görür olmaması, akademisyenleri araştırma-yoğun üniversitelere yönlendirmektedir.

Öğretim elemanlarının araştırma ve eğitime yönelmiş olmalarının sonuçları karşılaştırıldığında, eğitim deneyiminin önemsenmediği ve hem prestij hem de güç alanı olarak önceliğin araştırma yapan, yayın konusunda önde olanların tercih edildiği denk olmayan bir sistem içinde çalışmakta olduklarını görürüz. Bu, Humbolt eğitim anlayışındaki eğitim-araştırma birliğini ortadan kaldırıcı bir sonuç üretmenin yanı sıra, eğitim ve araştırmayı birbirinden net bir şekilde ayıran değerlendirme ölçütleriyle birlikte kurumsal olarak da meşrulaşmasını sağlamaktadır.

106

Brew (2009), üniversitelerdeki kitleselleşmenin, elit kurumsallaşma mantığını kırarak eğitim-öğretim sisteminin demokratikleştirmesine hizmet etmesini beklediğini belirtmekte; ancak, öğrenciye hitap eden bu sistemin paradoksal bir şekilde, özellikle araştırma alanını elitleştirdiğini iddia etmektedir. Üniversitenin demokratik bir ortama sahip olmasının, işbirlikçileri ve paylaşımcıların arasındaki engelleri kaldırdığını ifade eden yazar, ancak özellikle öğrencilerin bu araştırma süreçlerinde birer test aracı gibi araştırmaya katılabildiklerini ve bu anlamda o katı hiyerarşik yapının kırılmadığını belirtmektedir. Katı yapının yanı sıra Brew’e göre, üniversitelerde halen görülmeyen ama herkesçe bilinen ve aşılmayan kurallar vadır. Bourdieu’nun destekleyici ifadesiyle

patronaj sistemine dayalı bu akademi dünyasında, kimin yeterli/yetkin olduğuna karar

veren akademik güçler bulunmaktadır. Bu şartlar altında, bilginin üretilmesini meşrulaştıran girişimler sonucu uygulamaya konan araştırmaların kim tarafından, kimlerin katılımıyla gerçekleştiği konusunda sonuçların değerlendirildiği dışsal bir performans sisteminden ziyade, bilgiyi üretme nedenselliğini içeren soruların sorulduğu bir refleksif düşünme sürecinin üniversitelere kazandırılması gerekmektedir.