• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: NEO-LİBERAL SÜREÇTE AKADEMİSYENİN ÇALIŞMA

2.3. Akademik Çalışma/İş Pratiğinde Değişim

2.3.3. Akademik Bilgi Üretimi ya da Yayın Baskısı

Araştırma/inceleme, insan varoluşuna ve yaşamsal sürecine ilişkin temel nitelikli problemleri çözmeyi hedeflediğinden, geleneksel olarak “elit bir faaliyet” olarak görülmüştür (Brew, 2009: 480). Ancak problem çözen bu sınıfın, modernleşme ile çözülüşünün ardından, toplumsal ihtiyaçların yönetilmesinde akademi elemanlarından başka uzmanların da görev alması (Dent ve Whitehead, 2002), araştırmayı daha “demokratik” (Brew, 2009) hale getirmiştir. Bununla birlikte, bir başka önemli sorun, araştırma kalitesi ve verimliliğinin “en iyi” nasıl olması gerektiğidir. Üniversitede üretilen bilgi biçiminin yoluna ve türüne dair şüpheler açığa çıkmış ve üniversite, araştırma üzerindeki güvenilirliğini yitirmiştir. Akademisyenlerin artık fildişi kulelerine dönemeyecekleri kesindir; ancak artık kesin olmayan şey, araştırmaların odağının politik ve destekçilerin etkisinden ne kadar uzakta kalabileceğidir.

110

Bu noktada, araştırma değerlendirme sistemleri ve uluslararası geçerlilik indeksleri aracılığıyla araştırmaların niteliği ve kalitesinin ölçülmesi söz konusu olmuş, bu durum akademik bilgi üretimini de kaçınılmaz olarak etkilemiştir. Öncelikle kriterlerin uluslararası bağlama taşınması, ulusların birbirine karşı konumlarını, gelişmişlik seviyelerini belirlerken, kullanacakları bir kriter olarak, yayın performansları da dahil olmuştur.

İndekslenen bir çalışmanın anlamı, söz konusu yayının ne kadar takip edildiği ile ilgilidir. Bu, aynı zamanda ulusal düzeyde üretilen bilginin yaygınlığını da göstermektedir. Dünya ülkeleri arasındaki sıralamada yukarılara çıkmak isteyen ülke, kendi topraklarından yayılan bilginin köken ülkesi olarak bilimi koyduğu kıymetli yeri ve dolaylı olarak araştırma-geliştirme harcadığı yatırımı göstermek için, üniversitelerini yayın performanslarını arttırmaları için zorlamaktadır.

Ancak bu yayılımın hangi kaynaklardan gerçekleştiği sorusu, yayıncılık ile ilişkili olduğu için, gündem, ulusal başarılardan farklı konulara taşınmaktadır. Yayın kurullarının oluşumu, prosedürlerin belirlenmesi ve indeks listesine girebilmek, sadece akademik bilgi üretmeye odaklanmak ile açıklanamamaktadır. Nitekim her disiplin alanı içinde farklı öncüler bulunmaktadır. Bu öncüler hangi dergilerde yer aldığı ve sistemin hangi yazarları boşalan öncülerin yerine koyduğu, güç ilişkilerine bağlı olarak belirlenebilmektedir.

Yayın kapasitesinin sınırlı olduğu ve bu anlamda yoğun bir rekabetin yaşandığı bu süreçte, ne tür üretilmiş akademik bilginin ön plana çıkacağına karar veren sistem, ana akım sistemidir. Ana akım, araştırmaları değerlendiren farklı eğilimleri kenara itmekte ve tekli bir epistemolojik seviyeyi sistematik olarak teşvik etmektedir (Jacob, 2009: 505). Bu nedenle, yayının girmek zorunda olduğu hakem süreci, araştırmacıların özgünlüğünü sınırlandırmakta, dahası yazma konusunda ürkek hale getirmektedir. Nitekim araştırmacılar, alanda kabul edilebilir yayın yapmanın koşullarını belirleyen hakemlerin ileri sürdüğü gerekçelerin altında korkusuzca yazmaktansa, geleceklerini düşünerek (bu gelecek kadro alma ya da doçentlik jürisinin karşısına çıkma olabilir), genel eğilimin dışına çıkmamayı tercih edebilmektedirler.

“Bugünkü şartlar altında, herhangi bir yardımcı doçentin iyi bir kitap yazabilmesi için olağanüstü yetkinlikte olması gerekir. Bir yardımcı doçent, başına kadro

111

silahı dayanmışken ve üretkenliğiyle ilgili beklentiler bu denli yükselmişken, her

şey olabilir ama asla özgür olamaz”(Waters, 2009: 48).

Bu sistemi yeniden üreten yapısal kaynak ise alan bilgisinin gücünü elinde tutan kimselerin desteklediği yayın kurumları olmaktadır. Bu anlamda, Citation Index’te yer alan atıfların, her zaman bir ülkenin bilimsel potansiyelini ve ürününü gerçek boyutlarıyla yansıttığı söylenememektedir. Heper’e göre (1995: 29-30 akt. Korkut, 2002) pek çok kimse daha çok önemli yazarlara, tanıdıklarına atıfta bulundukları gibi bazen de tanıdıklarının hatırı için bazen de kongre düzenleyenlere ve araştırma desteği verenlere atıfta bulunabilmektedirler (Korkut, 2002: 153).

Bu şekilde birbirini besleyen bir yapı içinde marjinal kalma isteğinde bulunan kimseler için sınırlı bir eylem alanı kalmaktadır. Özellikle mali sıkıntıların oldukça geçerli nedenlerle kendini ortaya koyduğu yayıncılık alanında, ana akım bilgisini üretmeyenler kolayca dışlanabilmektedir. Bu bağlamda karşı karşıya olunan yarış, küresel bir gerçekliğe tekabül etmekte ve kimin en çok kaynağı ve global geçerliliğe sahip yayın araçları/ağları varsa, fikirlerini yaymada öne geçmektedir (Lynch, 2006: 9).

Ancak, yaygın eğiliminin ölçülebilir olandan (Ercan, 2010) yana olması nedeniyle, bilginin kıymetine dair ölçü de pratik bir amacı karşılayan, nicelikli bilgi üretimine hizmet etmektir. Bilimsel gelişmeye katkıda bulunmayan, akademiyi “mış gibi” bir dünya haline getiren bu türlü üretimin niteliği, yayın sayılarındaki artışta ortaya çıkan ve aslında hedeflendiği gibi, sayıca ilerlemedir.

Sistemin nicel ölçüm ağırlıklı oluşu ve bu anlamda puanlamayı ölçülebilir kriterlere bağlaması, ortaya garip ironiler de çıkarmaktadır. Örneğin, 10 ya da 20 kişiye yapılan ve yayın geleceği belli olmayan bir bildiri sunumu, akademik nitelikli bir faaliyet olarak değerlendirilmekte iken, birkaç yüz insana birden ders anlatan ya da anlattıklarını yayınlayan bir akademisyenin bu yaptıkları akademik faaliyet olarak sayılmamaktadır (Lynch, 2006: 9).

Neyin kıymetli olduğuna dair sayılara dayanarak yapılan pek çok varsayım, piyasanın işine yaramadığı, daha kolay ve pazarlanabilir bilgi sunmadığı gerekçeleriyle bilgiler arasında da bir ayrım oluşturmaktadır. Disipliner olarak birbirinden kesin çizgilerle ayrılan bilim dalları arasından, özellikle sistematik olarak dışlanan, beşeri bilimler yaşadığı krizle tahrip olmaktadır (Waters, 2009: 11). Bu durum, akademide üretilen

112

bilginin niteliğini etkilemekte ve bilimler arası iletişimin kopmasına neden olmakta ve bilgiye bütünsel yaklaşım mümkün olamamaktadır (Doğaner Gönel, Akçalı, 2007: 14). Yayın üretimini akademik faaliyetin içinde şeyleştiren hesapverebilirlik sistemi, sayılabilirlik ve ölçülebilirlik gibi performans kriterleri bağlamında, akademik çalışma yaşamı için birden fazla sorunlu alan yaratmaktadır.

Bunlardan ilki, söz konusu kriterlerin atanma ve yükseltme kriterleri olarak belirlenmesi ve özellikle akademik kariyerinin başında olanları makale üretim makinesine döndürmesidir. Öyle ki, üretkenlik talebinin yüksek olması, özellikle dergi editörlerini üretimin sürekliliğini sağlamaya çalışırken, değerlendirme süreçlerini ciddiyetle yürütmek için zaman bulamaz hale getirmektedir (Waters 2009: 26). Ayrıca SSCI indeksine giren dergilere olan ulus aşırı yayın talebi nedeniyle, dergiler, kendi dillerinde çalışma gönderen yerel akademisyenleri ikinci plana atmakta ve bu anlamda kendi dilinde, kendi ülkesinde yayın yapan akademisyenler adeta cezalandırılmaktadır (Lynch, 2006: 9).

İkinci olarak, SSCI indeksine giren dergilerde görülen yığılmaların kaynağında, puanlama ve kadro ilişkisi yatmaktadır. Bu dergiler, uluslararası kabule ne kadar yakın olduğuna, A sınıfında örneğin, bağlı olarak bir gelecek güvencesi vermektedir. Kadrolarını garantiye almak isteyen akademisyenler, söz konusu dergilere “uygun” bilgi ürettikçe sadece ana akıma hizmet etmekle kalmayıp, onu yeniden üretilmesine de farkında olmadan katkıda bulunmaktadırlar.

Üçüncü sorunlu konu, kriterlerin ve geleceklerini düşünmek zorunda kalan kesimin çoğunlukla akademiye girmiş genç adaylar olmasıdır. Bu durumu “akademik dünyadaki kuşaklar arası çatışma” olarak yorumlayan Waters (2009: 51), eski kuşakların/kıdemli öğretim üyelerinin, genç meslektaşlarını denetlemek için, kendilerinin karşılamadıkları ve karşılayamayacakları yayın standartları dayatmalarının adil olmadığını ifade etmektedir.

Bunun yanı sıra genç adayların yaşadığı bir diğer zorluğu da “akran baskısı” olarak tanımlayan Waters, eş kıdemde olanlar arasında, özellikle alanın kıdemlilerine karşı,

113

konulara girme, puan getirmeyen yayınlara emek harcama gibi tercihlerde bulunmakta zorlandıklarını dile getirmektedir.

Gençleri ve pratik alan bilgisini kutsayan kıdemli ve pragmatik üstatlar ise, toplumu dönüştürecek eleştirel bilginin ve beşeri kaynaklı, toplumsal formasyonlu nitel bilgiyi küçümserken, hızla akademiye nüfuz eden profesyonel bilim hayatına örnek olmaktadırlar. Amerikalı yayıncı Waters, pozitivizm temelinde başlayan ve yerleşen nicel yönelimin kurucuları olan Fish gibi diğer Amerikalı meslektaşlarını bu tutumlarından dolayı eleştirmektedir:

“Profesyonel hayatın baskısı, yürütülen çalışmaların çoğalmasının (araştırma projeleri, yayınlar vs.) önünü açar; çünkü bu çalışmaların, boş ve kendi kendine hizmet etmekten başka amacı olmayan bir kariyerizm’in suni talepleri dışında hiçbir gerekçeleri bulunmaz (Waters, 2009: 71)”

Nalbantoğlu (2003) ise, ersatz yuppi akademisyen prototipinin tohumlarını atan, “iyi bir

akademisyende en ayıplanacak şeyi, belirsiz yolları izleyen, hayaletlerin peşine düşen bir merak” olarak gören düşüncenin, akademisyenlik mesleğinin özünde yarattığı

çözülmeye dikkat çekmektedir.