• Sonuç bulunamadı

Ş E H İ R C İ L İ K TE A B I D E V 1 L İ K

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Ş E H İ R C İ L İ K TE A B I D E V 1 L İ K"

Copied!
6
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Ş E H İ R C İ L İ K T E A B I D E V 1 L İ K

Yazan : Senatör İ. R. Prof. Öelsner Çeviren : Halet ÇAMBEL

Önce şu suali cevaplandıralım. Abidevî ne-dir? Abidevî, kalıba dökülmüş bir şeklin, ruhan yü-ce, sahaca asil ve büyük olanıdır. İlkinden vaz ge_ çilem,ez. Ruhan k çük adam, teferruat adamı, ufak tefek tezyini hileler adamı, aslâ âbidevî olamaz! ra-kat âbidevîlik, acaba büyüklük şartına da bağlı mı-dır? Hayır! Sahavî büyüklük, gerçi belirli bir âbi-devîliğe ulaşmanın en basit vasıtasıdır. Boş arazide kesme taş'arla örülmüş koca bir dıvar, sırf büyüklü-ğü için, yüksek bir âbidevîlik ifadesi taşıyabilir. Fa-kat Romalılar devrinden kalma, üst üste dizili alçak bir kaç taş sırası da öyledir. Tek başına ihtiyar a-ğacı ile kücv k bir meydan, doğup büyüdüğümüz şu veya bu kasabada bir çeşme de böyledir; ve bu, ara sıra hevesıkâr «şehirciler'ce planlaştırılan, mikyas-sız, koskocaman taş meydanlardan çok daha (abi-devîdir) Hayır, büyüklük, âbidevî olmanın bir şar-tı değil, ancak bir vasıtasıdır.

Şu halde, o belki de, malzemenin hastalığı ve-ya uve-yandırdığı tesirdir. Buna da önce, başka bir sa-nat sahasından misal bulalım: Vatikan «stanza» !a. rı arasında, Raffael'in elinden çıkma odalar yanı sı-ra, bir de onun dirayetli talebesi Giulio Romano'-nunkiler vardır. Raffael, kaideyi boyayıp mermer-leştirdiği halde, Giulio Romanö, bu iş için, halis kıy-metli mermer kullanmıştır. Buna rağmen Raffael, en yüce bir âbidevîliğe ulaşmış ve hattâ seyirciler üzerinde, «evet, bu iş için, ancak işte böyle bir bo-yanmış mermer kullanılabilirdi» gibi bir emniyet duygusu uyandırmasını bilmiştir. Halbuki malzeme-nin kıymeti dikkatin başka bir yöne çelinmesine yol

açacaktı. Buna karşılık Giulio Romano'nun, o, tez-yini ve temsilî mânada muhteşem eseri, ahenkli hiç bir âbidevîlik duygusu vermediği gibi, insanı çekip kavryamıyor da.

Başka bir misal: Polonyalılarda - benzeri es-kiden her halde buralarda da olacak - garip bir â-det vardır. Büyüklerinden birine hürmet göstermek istedikleri zaman, mezarı üstüne topraktan muaz-zam bir tepe yığarlar. Krakovi yakınlarındaki Kos-ciusko tepesi, işte böyle bir tepedir ve yüksek bir âbidevîlik ifadesi taşır. Ondaki büyük kurtuluş fik-ri kendi şerefi içinde fani toprağa rağmen granit

Mısır ehramları kadar dimdik ayaktadır.

Padua'da Ga Hamelata heykeli

Anadolu dağlarının, o milyonlarca yıl boyun-ca, aşına aşına başkalaşmış şekilleri de, insanda â-bidevî intibalar uyandırırlar. Bergama çevresindeki dağ sırtlarında, ihtimal, Bergama sunağının usta yaratıcılarının da ya,pmış oldukları gibi, küçük bir hayal kuvvetiyle gigantomaniler vehmetmek kabil-dir.

(2)

Polonyada bir anıt-tepe

Tan'azur, ağır bir resmîlik havası yaratabilir. Fakat şehircilikte satıhlar ve ölçüler, çok zaman öy-le büyüktür ki, tanazur, kendi kendisini inkâr eder, tesiri küçüktür ve bir nevi zoraki düzen hali yara-tır. Bu, hakikî ihtiyaçları tanazur kalıbı içine zorla-mak olur. Bu yüzden her defasında, hangisinin da-ha yerinde olacağı iyiden iyiye incelenmelidir: ta. nazur mu, yoksa serbest düzen mi? Meselâ ayrı ay-rı bir çok yollaay-rın birleştiği bir meydanda olduğu gi-bi, şekil, hendssî mânada bir tanazuru icap etitri-yorsa, o takdirde tabiî o, artık bediî bir zarurettir. Şehircilikte, tutulan mikyasın büyiiklrğü veya kul-lanılan malzemenin halisliği, âıbidevîlik için bir e-sas değil, sadece bir yardımcıdır, ve bu arada da-ha başkaları da vardır: Şehrin kurulu bulunduğu ta-biî zemin! Fakat o, sakin, rahat bir zemin olmalıdır, yoksa yanı sıra insan emeğini kolaylıkla küçük ve tesirsiz bırakır.

Işık düzeni de bir yardımcıdır; kule ve kub-beleri, güneşin battığı yöne dönük şehirler, en raü-tevazi şekilli yerlerinde bile, âbidevî tesir çevresi-ne girerler. In'ikâsın da yardımı büyüktür; deniz, göl, nehir kıyılarındaki şehirler buna bir örnektir: Kolonya ve Cenova, İstanbul ve Nevyork. Ehlisalip şövalyelerinden Villehardouin' in, Istanbuİla daha ilk karşılaşmasında söylediği o güzel sözleri hatır-lıyalım: (İl n'y eut pas d'homme si hardı â qui le

coeur ne fremit..[*]

Mimaride _ şehircilikte âbidevîliğe başka bir misal verelim; âbidevî eser, bunlardan her ikisini de şart koşar: Bursa, Yıldırım c'amiinin heybetli ön avlusu, kurulu bulunduğu dağ düzlüğüne öyle bir oturtulmuştur ki, o çiçekli cennet bahçeleri, boylu kemerlerin ancak alt kenarlarından ince bir şerit halinde gözükürler; tâ yukarıda bütün genişliğin -ce çepeçevre kublbeleşen gökyüzü. V e böıyle bir gök kubibeti haklı çıkaracak kadarcık bir toprak! o gök-yüzü, o toprak ve o asîl Osmanlı mimarisiyle bir gün baçbaşa kalalım; âbidevîliğin ne demek oldu-ğu, bütün açıklığı ile işte o zaman belli olur.

Kendi kalıbı içine dökülmüş bir şehir gövdesi, planda ve görünüşte, şuurlu bir çizgiler uygunluğu şartına bağlı kalır. Yapıcı, olsa olsa silueti kavrıya-bilir, salhayı kavramak daha zordur.

İstanbul Akademisinin eski hocalarından ve

Binlerce yılın kayalar üzerine oyduğu heykeller en değerli fikir adamlarımızdan biri, Bruno Taut, şehir siluetleri için, çok şeyler yazmıştır. «Şehir ta-çı» tâbirini yaratan da odur. Abidevî bir eserle taç-lanmış bir şehir, öyle bir devleşir ki, bu, o şehri, â-dsta bir asillik payesine yükseltir. İ^te, harikûlâde bir misal: istanbul! Tek kalesiyle Ankara da ötyle; fakat en güzeli, Sinan'ın o yüce Selimiyesi ile Edir-nedir. Gelip geçen her yabancıya, memleketin bü-yük mimarî geleneği önünde, daha sınır toprağında dize gelmesini öğreten Selimiye!

Bu yüden, bir yüksekliği, heybetli bir yapı ö-devi için, boş ve serbest bırakmak, şehircinin ilk işi-dir. Burada, ancak, [gökün ve toprağın en yüce kud-retlerine timsallik edebilecek yapılara yer vardır, ister istemez yükseltilmeleri icap eden su depoları ve buna benzer başka faydalı yapılar için, bütün bir şehre hâıkim böyle bir yükseklikten daha başka yer-ler bulunabilse gerektir. Eğer bu, kaçınılmaz bir za-ruretse, o zaman, ön plânı kaplıyacakları yerde,

(3)

ce bir ustalıkla başka yapılara bağlamak hattâ giz-lenmelidirler. İşte, bir kere böyle olmuştur, ne ya-palım; bunlar, bir şehre taş olmaya elverişli değil-lerdir!

Konya'nın o şanlı Alâettin camii yanında da böyle depolar vardır; üstelik, ayak altı bir hava fı-rıldağı, manzarayı daha da güzelleştirmeye yarar. Oradakiler, bunun ne kadar çirkin durduğunun far. kındadır ve durum müsaade eder etmez, bir çare-sine bakacaklardır.

istanbul'da Süleymaniye'nin yanı başına bir mektep kurulmuştur; bu, o harikulade siluet içine, âdeta zorla sokuşturulmuş gilbidir. Bunu da değiş-tirmek kolaydır!

Böyle kazazede misaller yanı sıra, memlekette, üst-lerinde kaleler ve camiler yükselen sayısız bir şe-hirler kalabalığı yer alır; Şehir taçlarının âdeta kla-sik nümuneleri! Dünyadaki emsalleri arasında en güzellerinden bir tanesi, Niğde'nin siluetidir. Üste-lik o sarışın yapı taşları, akşam güneşi altında, halis, altınlar gibi yanarlar. Kale ve cami ölçülerinin nis-beten küçük oluşlarına, doğru ben de şaştım, kal.

dım. O halde, acaba azametli tesir nereden geliyor? cevap basitir. Kalenin kurulu bulunduğu tepe yük-sekliğince, sade, tek katlı evler sıralanmıştır; kale ve camiin mikyasını büyüten işte bunlardır. Arala-rına, modern, bir kaç katlı, meselâ yüksek damlı tek bir ev bile sokulmuş olsaydı, bu güzelliğin ge-niş ölç'i de ezilip bozulmasıyla yüz yüze gelmiş ola-caktık. Ben her zaman, Niğdelilerin, doğup büyü-dükleri şehrin, işte bu «şöhir tacı» bütünlüğünü kıs-kanç bir titizlikle koruyacaklarını düşünürüm,

Buna benzer, harikûlâde bir mücevher değe-rinde başka !bir «şehir tacı» örneği daha söyliyeyim: Seyitgazi! Heybetli bir yapı to-pluluğu, küçük şeh-rin tâ üstünde, bir Graol kasrı gibi, şaşaalı bir si-luet halesi içinde boy verir. Bizanslılar, Selçuklar ve

Osmanlıların, onda hep, âbidevî yaratıcılık payları vardır.

Dağlardan söz açmıştım. Onlar, öyle cüsseli-dirler ki, insan elinden çıkma yapılarla barıştırılıp, omuz omuza yürümelerini sağlamak pek güçtür. Fa-kat birer uçları açıklığa dökülen büyük yol boyla-rının, biter gibi göründükleri son duraklar olarak onlar, haşmetli birer güzellik ifadesi taşırlar. Gözü-müzü onlara ulaştıran ışık hüzmelerin plân üzerine geçirmek kâfidir. İşte o zaman onlar, hiç unutulmı-yacak, ve geçmişte sık sık görülegeldıiği gibi, görüş ufukları hep örtülüp kapatılmıyacaktır.

Yansen, bu düğümü Ankara'da, büyük bir ti-tizlikle çc'zrr esini bilmiştir. Burada dağlar, arka plânda, heybetli birer dekor gibi yükselmektedir.

Dağlar, yapı bütünlüğü içine sokulmak isten-dikleri zaman, âbidevî tesire en çok, sedler basa-mağı üzerinden geçilerek ulaşilalbilir. Her mimari, bir düz ve dik hatlar topluluğudur. Meyilli hattan, ençok merdiven ve rampa yapılabilir. Bütün bun-lar bir de, asırdide riyazi kanunbun-ların sanat sa-hasında da pek itibarda oldukları güneyde, kürre, ehram ve üstüvaneden gayrı, o kutsî kubbe şekli, kuzeyde ise kule katışır.

Sedler basamağı üzerinden geçirilerek nasıl bir âbidevîliğe varılabileceği, Almanya'da Mosel vadisi bağlarında görülür. Üst üste yığılı yüksek, kara m o -loz taş dıvarlarla, burada tabiat, insan eliyle yuğu-rulup, en heybetli bir âbidevîlik kalıbı içine dökül-müştür; tıpkı, ışıklı nehrin arka yamacı üstüne yas-lanmış azametli bir amfiteatr gibi.

Bir şehirde, âbidevî tesirin en çok yy.ze çıka-bildiği yerler, meydanlar ve bu arada bilhassa ana meydandır. Gök kubbe ile örtülü kapalı bir saha: işte en âbidevî meydan şekli! O halde, böyle bir meydanın, her yönde meydan dıvarları bulunmalı ve o, ahenkli bir bütün düzenliyen mimarî değerde yapılarla kuşatılmış olmalıdır. Tek tek ferdleıin, toplu şehir görünüşüne bağlı kalmaksızın, nıarazî bir kendini gösterme hırsına kapılagelıdıikleri bu za-manda, çoklukla buna ancak, yeni yapıların tek el-den çıkmalarıyla ulaşılabilir.

Genişlikler kâfi (gelmeyip te, yapıların mey-dan dıvarı olmıya yetmedikleri hallerde, gedikler,

(4)

meydan dıvarı yerine kemerli geçitlerle kapatılır. Aynı iş geniş tepeli ağaçlara da gördürüleibilir. Ge-çen gün, topografik bir plânda, 2 mm. uzunlukta, bir ağaç işareti gözüme çarptı. Yalvaç'ta da, tepe kutru 35 m. ve gövde çevresi 11 m. yi bulan, mem-leketin en güzel ağaçlarından birini, bir çınarı göz-lerimle gördüm. İşte böyle bir ağaç, önemli bir â-bide değerindedir. Bu değer, tabiî para ile ölçüle-mez, ama ne de olsa, yine de bir denemelidir! Eğer ona, küçük bir kasaba için 30,000, büyük bir şe-hirde ise, 100,000 türk lirası paha biçilseydi, ihti-mal körlerin bile gözünü açmak kabil olurdu! Böy-le bir ağaca el süren şehre yazıklar olsun!

Birçok cadelerin birleşip kavuştuğu bir «yıl-dız meydan» .hakikî bir meydan değil, olsa olsa ge-nişletilmiş bir yol kavşağıdır o, bütün 'bütüne başka bir kanunun h'ikmü altındadır: Görüş ufku, meydan dıvarlarıyla kesilmemeli, aksine uzaklara açılan is-tikametler boyunca, göz alabildiğine uzayıp gitme-li, öbür yönden ise, şehir gövdesinin :bu sana maf-salı» görülebilmelidıir. Böyle meydanlar için en iyi-si, tam ortada, âbidevî değerde bir sütundur: çok kollu bir tenvir direği, bir nevi ışık çenlberi, bir o-belisk veya asırdide bir dev ağaç. Böyle bir mey-danda âbide, yine meydan dıvarlarını gerektire-cektir. Paris'te (Place des Victoires).

Eski yapı eserlerine, çoklukla, meydanın de-ğerli bir süsü gözü ile bakılmalıdır. Fakat ölçüsüz bir restorasyon, böyle bir yapının âbidevîlik değe-rini hiçe indirir. O asîl pas, patin, o koyu taş rengi, eserin ağır başlılık berâtıdır; ona asalet veren odur. El sürülmemiş tek minare bile görmedim ki bir asa-let ifadesi taşımasın! Fakat, geçenlerde, bütün bü-tüne yenileştirilmiş bir minare önünde kalakaldım: zengin ve heybetli bir büyüklükte oluşuna rağmen, mutlak bir kayıtsızlık! Onu, olduğu gibi, bug:in de kurmak kabildi; halbuki eski haliyle ö, bizimde geç-miş nesilerin diliyle konuşuyordu ve şanlı bir gele-neğin habercisiydi. Bug, nse yaşlı, asîl bir insan yü-zünün sadece bir fotoğraifı gibidir ve onda, acemi fotoğrafçı, uzun bir ömrün bütün yüz kırışıklarını ve ıztırap izlerini bir rötuş darbesiyle silivermiştir; ar-ta kalan, kupkuru bir maskedir!

10 veya 20 yıl sonra, memleket bu işe daha geniş imkânlar ayırabildiği zaman, âbideleri koru-ma davası, bugünkünden daha da büyük bir önem kazanacaktır. O güne kadar, elden ne geliyorsa o -nu yapmak; çok sayıda bir âbideler kalabalığını, havaya, rutubete karşı emniyette tutmak ve kenetle-me yolu ile korumıya çalışmak ilk iştir. Bu bana, bilhassa son yılların o acı zelzele felâketlerinden sonra, belirli bir sayının yenileştirilmesinden çok daha önemli görünüyor. Bu yaplamazsa, bir sıra d e -ğerli âbide, biçimsiz birer harabe yığınına dönecek-tir. Bir harabeye, ezilip büzülmüş bir sanat eseri gözüyle bakanlar, ancak pek iptidaî ruhlardır.

Bi-zim içinse o, zamanın v£ iptidaî kuvvetlerin baskısı önünde, ayakta durabilmek için girişilmiş şanlı bir kavganın timsalidir. Gün (gelecek, hep birer moloz yığını olup gideceklerdir. Fakat, hen z, az çok bi-rer şekil ifadesi taşıdıkları müddetçe, elde tutulma-maları, basit yollarla, oldukları gibi birer harabe olarak korunmaları gerektir. Yüzlerinde, belki ide birer asalet çizgisi halinde bir kaç satırcık taşıyan, sarmaşıklarla örtülü (Antalya'da Bougaiııvillia!) üst üste bir kaç kesme taş sırası bile bir âbide de-ğerindedir.

Bir restorasyon mütehassısının, 'bilhassa harap ıbir sanat eseri üzerinde giriştiği gramatikal sanat, denemeleri, yaşın sanat çizgilerini silip süpürdüğü takdirde, bizi pek az ilgilendirir. Harabe, yaratıcı fikri bazan, bir yapıdan daha kolaylıkla açığa vu-rur. Bugünün adamı, Roma kemerli mimarisinin satvetini, eğer kabil olup ta yan yana konabilseler-di, Caracalla hamamlarının asıllarından çok, hara-belerinde daha yakından duyacaktı. Rodin'i, o, taş üzerine oyukı eserlerini, âdeta bitmemiş halde ya-rıda bırakıvermiye zorliyan acaba nedir? Mich"l Angelo'yu da öyle! küçük adam, bir taslaktaki iyi bir fikri, bitirip tüketinceye kadar, artık didikler durur. Dev adamsa, bir fikre şekil verme iradesinin taş ^'zerine boşanıp döküldüğünü hissettiği ânda

(5)

Bir bina aksma konulmuş bir anıtın tesirinin ıslahı durmasını bilir. Bazan da, yaratıcının, kendi eseri önünde kapıldığı ümitsizlik hissinin neticesidir. O vakit, «tamamlanamayan» eser, aynı zamanda, faz-la büyük tasarfaz-lanıp ta başarıfaz-lamıyanın ifadesi olur.

Abideleri koruma davasının başka bir cephesi de dört yanlarının açılmasıdır. 30 yıl önce yenmesi-ni bildikleri böyle bir meraka, bir zamanlar beyenmesi-nim meml: ketimde de kapılmışlardı. Bu, zaman zaman, tabii yerinde olmakla beraber, ana ölçü bozulacağı için, çoklukla, şehircilik mânasında ayırılmaz bir bütünü hiçe indirmenin en kestirme yoludur. Eski değerli bir yapıyı, modern bir sokak görünüşüne gö-bek taşlığı yaptırabilmek için, ayrı ayrı her seferin-de, uzun uzun düşünülmelidir. Meselâ, henüz yü-r yü-rlükte bulunan biyü-r şehiyü-r plânında, en güzel mem-leket türbelerinden birinin etrafına, modern, sikat bir meydan çevrilmiş ve işte öyle bir türbe, böyle bir meydana göbek taş yapılmıştır. Şehirci duymu-yor mu ki, kudsî bir eser, modern bir münakale devresine orta direkliği edemez. Şehircilikte ku la-nılan şu veya bu ölçüler bir gün unutulabilir; tabe-lâda yerleri vardır, aranınca bulunabilirler. Fakat bir evvelki cinsten hatalara aslâ düşülmemelidir! Şehirci, insanin yüksek bir değer ifadesi taşıyan bir çok mânevi servetlerinin vazifeli koruyucusudur.

Orta ve küçük boy şehirlerde, hakikaten bü-yük bir meydan, başarılması güç bir iştir. Çünkü buralarda, bir defa, meydanı çerçevelemeleri ge-rekli büy k âbidevî yapılar eksiktir. Ayrıca bir de, onu (döşemelik taş levhalarla!) münasip şekilde örtüp ve olduğu gibi devam etirerek kaplamak im-kânları yoktur. Bu sonuncu mahzur, daha çok tek-niktir ve zaman zaman, levha şeritleri kullanılarak, meydcnı kısımlara bölmekle az çok giderilebilir. Böylece bire çerçeve içine aıınmış bölümlerde, ar-tık, hafif dolgu takviyeleri ve bazı hallerde hattâ çimen bile maksada kâfidir. Fazla olarak bu yolla hadden aşırı ziya yaylımları da önlenmiş olur. Ley-ha şeritleri, aynı zamanda, bir âbide kaidesi için, bediî bir desteklik ödevini de başarabilirler.

Vefakâr bir ihtiram duygusu ile, yeni Türk devletinin büyük kurucularına âbideler dikebilmek memleket için yüksek manevî bir mazhariyettir. Bir âbideye, en bakımlı bir çevre ve en tesirli bir dü-zen sağlamak bize düşen vazifedir.

Abide, aşırı bir meydan genişliği üstünde kay-bolmamalı, yolları, geliş gidiş imkânlarını tıkayıp kapamamalıdır. Yani bir yapının ana mihver hattı üstünde, ancak pek seyrek hallerde 'bulunmalıdır. Hemen, bütün bir klasik âbideler kalabalığı, sırtla-rını, arka plânda, en titiz bir ihtimamla seçilmiş, mümkün mertebe gediksiz birer dıvar bütünlüğüne dayanmışlar, kuzey ülkelerde de, hep ayak altı yol uğraklarında değil de, aksine, kışın yağan karın, o lekesiz saffeti içinde, olduğu gibi koruyabildiği sa-pa yönlerde kurulmuşlardır.

Eğer bir âbideyi bir yapının ana mihver hattı üstüne dikmek bir zaruretse, şehircilik bakımından, çok zaman vaziyet yine de kurtarılabilir. Böyle hallerde, ana giriş kapısına, iki taraflı merdivenler y o -lundan geçilerek varılmalıdır. O zaman âbide, gi-riş kapısı topluluğunda, kendisine iyi bir arka plân bulmuş ve böylelikle de ayak atılırken kurtulmuş o -lur.

Bilhassa atlı âbideler, dikilişlerinde bir sanat-kâr inceliği gerektiririn r. Böylelerinin en uy?un gö-rünüş yönleri, hep yanlarıdır. Kendilerine, ancak vanladan yaklaşılabilecek şekilde, büyük bir usta-lıkla kurulmuş üç meşhur atlı âbide tanıyoruz: Pa-dua'da Gattamelsta, Venedik'te Colleoni, Berlin'-de Bü>ük elektör! sonuncusu, Paris'teki Henıi IV âbidesi gibi, kurulu bulunduğu köprü üstüne yan o -tultulmuştur. ilk ikisinde ise, arka plân, masmavi bir gökyüzüdür. Bir heykeltraş sön dür: «Bıonz ha-va ister.»

Bir âbideyi âbidevî kılmak hüneri, ilk ağızda, kaidede ve mimarî çevrede tezyinî hilelerden kaçın-mayı şart koşar. Kendi gününde ünlü bir heykeltraş

(6)

anlayışımız için, ancak aşırı (bir süs gösterişi ifade edebilir. Kendi çevre ölçüleri içinde pek cüce kal-mış bir heykeltraşlık eserini, mimarı bir ekle büyült-menin en elverişli yolu, saçaklı bir revaktır. (Balda-hin) Abide fikrinin, bir çeşme bütünlüğ'i, bir hol, bir sed dıvarı veya âbidevî yapı divarının durgun yüzü ile nasıl bir güzellik içinde başarılabileceğini tekrar tekrar hatırlayalım.

Memleket, şehir uzviyetinde, şehircilik bakı-mından ıhiselerine düşen rolü oynamaktan henüz pek uzaklarda duran paha biçilmez bir âbidevî meydanlar definesine sahiptir: göz göz dıvarlarla çevrili cami avluları! Bunlar, geleceğin en değerli servetleridir. İçlerinden bazıları, meydanların ka-lıba dıökülmeleri seyrinde, aşılamaz şahikalardı (Sü-leymaniye!). Aynı tarzda, iç avlu-dış avlu gibi bir bölüm, bir çok hallerde gayetle güzel ve yerinde o -lurdu. Cami avlularında, yüksek mimarî tesiri ko-laylıkla bozabilen yeşil sahalar seyrektir. Fakat tek tük dev ağaçlar, Allaha ibadette, insan emeği şe-killerle iyi uyuşurlar.

Yüksek bir âbidevîliğe ulaştırmak isteniyorsa, yeşil sahalardan kaçınılmalıdır. Halbuki sanat ka-nuniyelerini açıklayabilmesi bakımından sıkıca el altında bulundurulmaları gereken çarelerin en ba-şında levha döşemeler gelir. Fakat seçerken fazla büyük olmamalarına dikkat edilmelidir. Yoksa,

An-kara'da olduğu gibi, bi'.iyük hararet değişikliklerine dayanamazlar. Aşırı büyüklük, mimarî mikyası alt üst edeceği ıgibi, aksine aşırı küçüklükte, âdi döşe-me taşları intibaını uyandırır. Döşeli bulundukları satıh, yanlara doğru bir teviye yükselmeli, orta sa-ha kambur olmamalıdır.

Sokak görünüşleri de, birer âbidevîlik kalıbı içine, çok zamr-n kolaylıkla dökülebilirler. Kaldı-rım taşı, asfalt fatihi ve yaya kaldıKaldı-rımı, kendi açık sınırları içinde, şehircilik düzenlerinde saklı iç mâ-nayı kuvvetle kavrayıp yüze çıkarabilecek vasıtala-rın en başında gelirler. Abidevî ile Ihep yan yana gözükegelen o kötü misalerden, onları ancak, bu gibi şe'hirci inceliklerinden edinilmiş toıplu tecrübe-lerin ışığı altında, sıkı bir göz hapsine almakla ka_ çınılabilir.

Yazımı bitirmeden önce, memleketin, bilhas-sa yüksek birer âbidevî kıymet ifadesi taşıyan mer-kezlerini sıraya dizmek istedim: Meselâ, akşamla-rı, maviye çalan bir sis perdesi altında boy atin Uludağı ve karanlık bir arka plân önünde, efsan.:-lerdeki büyülü saraylar gibi yükselen Ulucamii ile Bursa! Fakat 'onlar bitip tükenmezdir. Ancak, baş-ları üstünde mukaddes birer âbidevilik çelengi ta-şıyan bir kaçını saymayı yeter bulacağım: İstanbul, Bursa, Konya, Edirne;, Antalya, Erzurum, Sivas, Kayseri!.

— Başı sayfa, 264 de —

bekleme salonu arasındaki duvar küçük hastaların ebeveyinleri tarafından gözden kaçırılmamaİarı için kalın cam penceredir.

Koğuş katlarında, odalar koridorun, hastaneye giriş avlusunun aksi tarafına sıralanmıştır. Bu şe-kil gürültüyü azaltır ve iki taraftan ışık temin eder. Esas bina ile yeni kısım arasındaki yerde nekahat devrinde bulunan hastalar için iki kapalı solarium vardır. Kanadın diğer tarafında, klinik katının da-mı,, büyük bir açık hava solariumu teşkil eder. Bi-nanın çeı-çevesi beton armedir ve ki'reç harçlı tuğla duvar ile doldurulmuştur; döşemelerde beton armedir.

Referanslar

Benzer Belgeler

mış ve dekore edilmiş olan bu lokantada, dışarıyı seyrederek kahvemizi içtik ve pas- talarımızı yedik. Kendimizi sanki bir sayfiye otelinin restoranında imiş gibi rahat ve

ve katlama makinelerine gelmektedir. Ma- kinelerin tertibinde kirli saha ile temiz saha ayrılmışsa da, yıkama makineleri temiz sa- hada olduğu için kirli iş az bir mesafe ile de

bölgelerde meydana getirilmiş olup da ruh- satsız ve gayrisıhhî olan veya belediye hizmetleri bakımından büyük müşkülât ve malî külfetleri icabettiren veya şehrin

[r]

[r]

Özel anıtlarımızı ve bize tarih- ten mal olan mimarlık ve diğer sa- nat eserlerini daha bilimli ve daha esaslı koruyabilmek için; bir çok kollarda çalışan ayrı ayrı

[r]

Dede Korkut kitabında Kadın