• Sonuç bulunamadı

Kierkegaard'ta umutsuzluk, iman ve umut

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Kierkegaard'ta umutsuzluk, iman ve umut"

Copied!
215
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

EĞİTİM BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ ORTAÖĞRETİM SOSYAL ALANLAR EĞİTİMİ ANA BİLİM DALI FELSEFE GRUBU EĞİTİMİ BİLİM DALI

KİERKEGAARD’TA UMUTSUZLUK, İMAN VE UMUT

DOKTORA TEZİ Hazırlayan Nevin GÜLTEN Ankara Şubat, 2014

(2)

i

Nevin GÜLTEN’in “Kierkegaard’ta Umutsuzluk, İman ve Umut” başlıklı tezi 13.02.2014 tarihinde jürimiz tarafından Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Ana Bilim Dalı/ Felsefe Grubu Eğitimi Bilim Dalında Doktora Tezi olarak kabul edilmiştir.

Adı Soyadı İmza

Başkan: Prof. Dr. İbrahim ARSLANOĞLU………. ………

Üye (Tez Danışmanı): Prof. Dr. Emel KOÇ………. ………

Üye: Prof. Dr. Veli URHAN ……...……….. ………

Üye: Prof. Dr. İsmail KÖZ ………. ………

(3)

ii ÖN SÖZ

Modern Varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilen, Danimarkalı filozof Sören Aabye Kierkegaard’ın amacı her zaman Hıristiyanlığı düzeltmek yani iyileştir-mek için radikal çözümler üretiyileştir-mek olmuştur. Bu nedenle Ölümcül Hastalık

Umutsuz-luk eseri ‘Hıristiyanlığı yeniden inşa etmek ve Hıristiyanları yeniden uyandırmak için

yazılmış psikolojik bir açıklama’ niteliğindedir. Dolayısıyla bu kitap, ‘hasta birinin kullanması için yatağının başucunda durması gereken’ bir psikolog tarafından yazılmış ve evrensel bir okuyucu kitlesine sahip olduğunu iddia eder.

Kitabın amacı aslında umutsuzluğu teşhis etmek, gerçek sebeplerini ortaya çı-karmak ve çaresinin nerede olduğunu gösterebilmektir. Zira Kierkegaard’a göre dünya-da umutsuzluğa düşmemiş ya dünya-da düşmeyecek olan tek bir insan bile yoktur. İşte

Ölüm-cül Hastalık Umutsuzluk eseri, böyle insanlara umut vaat eden bir ilaç sunuyor,

affe-dilme ve mutluluk imkânı, ayrıca hiç hasta olmadığını düşünenleri de uyandırmayı amaçlıyor.

Kierkegaard’a göre sonlu ile sonsuzun, tinle maddenin, özgürlükle zorunluluğun bir sentezi olan insan bu çatışmaların varlığını görmezden gelip, sonlu varlığının içine kapanırsa umutsuzluğa düşer. Varoluşu eserin pek çok yerinde ‘Kendi (benlik) olmaya cesaret etmek’ biçiminde tanımlayan Kierkegaard, bu cesaretin ortaya çıkmamasını ya da göz ardı edilmesini umutsuzluk olarak tanımlamaktadır. Ancak Kierkegaard için en önemlisi inançsızlığın yarattığı umutsuzluktur. Ona göre ölümü bir son olarak gören insan umutsuzluğa düşmeye mahkûmdur, çünkü umutsuzluğun özü yaşamın hiçbir şey olmadığı inancıdır. Ölümü bir son olarak görmeyen ve dirilişe inanan Hıristiyanlığın içindeyse bu umutsuzluğa yer yoktur. Son umudun eksikliği olarak ortaya çıkan umut-suzluk, Kierkegaard’da ‘ölümü ölmek’ ile eşanlamlıdır. Dolayısıyla varlığın varoluş alanına inanç ile sıçrayabileceğini savunan Kierkegaard’ta asıl umutsuzluk, ‘Kendinden umutsuzluğa düşmek’ olarak karşımıza çıkmaktadır. Kierkegaard’ın aynı zamanda en büyük günah olarak da tanımladığı bu durumda insan, kendi olmak için Tanrı’ya bağlanmalıdır. Kendi yani bir benlik haline gelemeyen ise hep umutsuz olacaktır.

(4)

iii

Umutsuzluk ve onun çözümü üzerine odaklanmış olan bu çalışmanın başlığının ‘Kierkegaard’ta umutsuzluk, İman ve Umut’ olmasının nedeni, umutsuzluk konusunu Kierkegaard’ın umutsuzluk nasıl ve neden ortaya çıkar, kimlerde ve ne şekilde görülür, çaresi nedir şeklinde ele almasından; özellikle iman ve umut’u ‘umutsuzluğun çözü-mü’nde yer alan en önemli etkenler olarak görmesinden dolayı her ikisini de bu başlık altında ele almayı daha uygun bulduk. Bunun sebebini de Kierkegaard’ın, insanların umutsuzluğa sürüklenmesinde en önemli etken olan günah kavramını ele aldığı Kaygı

Kavramı; umutsuzluğun ne olduğunu, nasıl meydana geldiğini ve nasıl

kurtulabileceği-mizi anlattığı Ölümcül Hastalık Umutsuzluk ve iman konusunu irdelediği Korku ve

Titreme adlı eserlerinde de çok açık bir şekilde görebiliriz.

Bu çalışmamın ortaya çıkmasında gerçekten çok fazla emek sarf eden, hiçbir şekilde yardımlarını, zamanını, anlayışını, hoşgörüsünü, ilgisini ve güler yüzlülüğünü esirgemeyen çok değerli danışman hocam Prof.Dr. Emel KOÇ’a sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Ayrıca bu çalışmayı gerçekleştirmem için her konuda bana yardımcı olan biricik annem Nezaket GÜLTEN’e ve babam Alaettin GÜLTEN’e çok teşekkür ederim.

Nevin GÜLTEN Ankara,2014

(5)

iv ÖZET

KİERKEGAARD’TA UMUTSUZLUK, İMAN VE UMUT

GÜLTEN, Nevin

Doktora, Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Bölümü Tez Danışmanı: Prof. Dr. Emel KOÇ

Şubat –2014, 206 sayfa

Araştırmanın temel amacı, Danimarkalı bir Hıristiyan filozof olan Sören Kierkegaard’ın (1813-1855) umutsuzluk ile ilgili görüşlerinden yola çıkarak, iman ve umut ile ilgili görüşlerini incelemektir. Sören Aabye Kierkegaard’ın felsefi düşünce-sindeki temel kavramların kapsamlı açıklamasını içeren ‘Ölümcül Hastalık Umutsuz-luk’ adlı eseri aynı zamanda da tezimizin ana konusu olan ‘umutsuzUmutsuz-luk’a kaynaklık edecek olan kitaptır.

Dünyada Sören Kierkegaard ile ilgili çok sayıda akademik çalışma olmasına rağmen, Yüksek Öğretim Kurulu kayıtlarına göre, ülkemizde Sören Kierkegaard ile ilgili yapılan çalışmalar çok azdır. Dolayısıyla bu tezin bir amacı da bu boşluğu doldur-maktır. Ancak tezimizdeki asıl amaç ‘umutsuzluk’ kavramı üzerine bir inceleme yap-maktır. Bunun nedeni de insanların mutluluğu geçici ve sonlu olan şeylerin içinde araması, elde edemediği ya da gerçekleştiremediği şeyler için umutsuzluğa kapılma-sıdır. Yapılacak çalışmada duygusal ve maddi koşullarımız ne olursa olsun, hepimizi kuşatan umutsuzluğu bugünün bilgileri ve bilimsel paradigması içerisinde açıklayama-yacağımızı göstermek ve bu konuda Kierkegaard’ın görüşlerinden ve imandan faydala-narak umutsuzluğun gerçekte ne olduğunu anlamaya çalışmak, umutsuzluğu yok edebil-menin yollarını öğrenmek ve umudu keşfetmektir.

Anahtar Kelimeler: Kierkegaard, umutsuzluk, varoluş, benlik, birey, iman, umut, sevgi

(6)

v ABSTRACT

KIERKERGAARD’S DESPAIR, FAITH AND HOPE

GÜLTEN, Nevin

Ph.D., Department of Philosophy and Related Fields Teaching Programme Thesis Advisor: Ass. Prof. Dr. Emel KOC

February - 2014, 206 pages

The purpose of the research was to investigate the views of Sören Kierkegaard, a Danish Christian philosopher (1813-1855), with regard to faith and hope, depending on his ideas over despair. The work named “Sickness unto Death” giving the basic concepts of Sören Aabve Kierkegaard in detail is the book that would also be the source of “despair” which was the main issue of the thesis.

Even though there have been a great many academic studies regarding Sören Kierkegaard, there are rather few studies related to him in Turkey in the registry of Board of Higher Education. For that reason, the purpose of this study was to fill the gap in this field. However, the actual aim of the current study was to make an investigation in to the concept of “despair”. The reason for this was that human being seeks for happiness within temporal and finite things and give away to despair when they cannot get it or realize it. Our aim in the current study was to show that we cannot explain despair surrounding all of us within today’s knowledge and scientific paradigm, trying to get what despair is benefiting from Kierkegaard’s views and faith, regardless of emotional and economic conditions, then learning the ways to eliminate despair by discovering hope.

(7)

vi İÇİNDEKİLER JÜRİ ONAY SAYFASI ... i ÖN SÖZ ... ii ÖZET ... iv ABSTRACT ... v BÖLÜM I GİRİŞ 1.1. Hayatı………..…1 1.2. Regine Olsen ……….….…4 1.3. Felsefesi ……….…….8 1.4. Eserleri ………..…18

1.5. Kierkegaard Bir Filozof ya da Bir Felsefeci midir?...19

1.6. Yaşadığı Dönemde Anlaşılamadı …..………..……..21

BÖLÜM II UMUTSUZLUK’A YOL AÇAN KAVRAMLAR 2.1. Günah ... 23

2.2. Kaygı ... 31

2.2.1. Kaygı ve Özgürlük Arasındaki İlişki ... 35

2.2.2. Ruhsuzluk ile İlişkisi Bakımından Kaygı ve Umutsuzluk ... 37

2.2.3. Kayıtsızlık Açısından Kaygı ve Umutsuzluk ... 38

2.2.4. Kaygı ve Umutsuzluk Arasındaki İlişki ... 39

2.2.5. Umutsuzluğu Yenmede Kaygının Rolü ... 41

2.2.6. İnanç Yolu ile Gelen Bir Kurtarıcı Olarak Kaygı ... 42

2.3. Ölüm ... 43

BÖLÜM III KİERKEGAARD’TA UMUTSUZLUK 3.1. Umutsuzluk Kavramının Etimolojisi ... 47

3.2. Ölümle Sonuçlanacak Hastalık, Umutsuzluk ... 48

(8)

vii

3.4. Umutsuzluğun Olanağı ve Gerçekliği ... 59

3.5. Umutsuzluğun Evrenselliği ... 61

3.6. Umutsuzluk Melankoliyi Doğurur ... 64

3.7. Kişi ve Umutsuzluk ... 68

3.7.1. Benlik ... 68

3.7.1.1. Kişinin Benliği Olduğunun Farkında Olmadığı umutsuzluk ... 71

3.7.1.2. Kişinin, Bir Benlik Olmak İstemediği Umutsuzluk ... 77

3.7.1.3. Kişinin Benlik Olmak İstediği Umutsuzluk ... 82

BÖLÜM IV UMUTSUZLUĞUN ÇÖZÜMÜ 4.1. Varolmak ... 84 4.1.1. Varoluş Nedir? ... 84 4.1.2. Bireyin Varoluşu ... 87 4.1.3. Varoluş Seçimi ... 91 4.1.4. Varoluş Alanları ... 96 4.1.4.1. Estetik Alan ... 101 4.1.4.2. Etik Alan ... 103 4.1.4.3. Dinsel Alan ... 105

4.2. Benliğe Sahip Olmak ... 115

4.2.1. Benlik Olmada Umutsuzluğun Rolü ... 122

4.3. İletişim Kurmak ... 124

4.3.1. Dünya ile İletişim Kurmak ... 126

4.3.2. Başkaları ile İletişim Kurmak ... 130

4.3.3. İsa ile İletişim Kurmak ... 134

4.3.4. Tanrı ile İletişim Kurmak ... 136

4.4. İman Etmek ... 139

4.4.1. İnanç ve İman Ayrımı ... 139

4.4.2. İman ... 143

4.4.3. İman Sıçraması ... 150

4.4.4. İman Hakikattir ... 152

4.4.5. İmanın Özellikleri ... 154

(9)

viii

4.4.5.2. İman Tutkuyu İçerir ... 156

4.4.5.3. İman Paradoksaldır ... 158

4.4.5.4. İmanın Objesi Saçma ... 160

4.4.5.5. İmanın Sırrı ... 162

4.4.5.6. İman ve Ebedi Teslimiyet ... 164

4.5. Gerçek Bir Hıristiyan Gibi Yaşamak ... 166

4.5.1. Kierkegaard’ın Amacı ... 166

4.5.2. Hıristiyanlığı Dair Eleştirileri ... 168

4.5.3. Hıristiyanlık ve Umutsuzluk ... 170

4.5.4. Hıristiyanlık Varoluşa Dökülmelidir ... 170

4.5.5. Tanrı’nın Önünde Olmak ... 172

4.5.6. Umutsuzluğun Çözümü ... 173

4.6. Umut Etmek ... 175

4.6.1. Umut Nedir? ... 175

4.6.2. Umutsuzluğu Yenmede Umudun Rolü ... 177

4.7. Sevgi ... 182

SONUÇ ... 192

(10)

BÖLÜM I

GİRİŞ

1.1. Hayatı

Sören Aabye Kierkegaard 5 Mayıs 1813’te Danimarka’nın Kopenhag şehrinde doğdu. Yedi çocuklu bir ailenin son çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Michael Pedersen Kierkegaard, köylü bir aileden gelen, çocukluğu yoksulluk içinde geçen, sü-rekli aç kaldığı ve üşüdüğü için Tanrı’ya sövüp sayan, Jutland fundalıklarında çobanlık yapan biriydi. Baba Kierkegaard, mütevazı çobanlık yaşamını terk ederek Kopenhag’a gitti. Kopenhag’ta tuhafiyeci ve tüccar olarak bir iş kurdu. 1813’teki borsanın çöküşün-de çoğunluk iflas eçöküşün-derken o, büyük bir servet yaptı.

Michael Pedersen Kierkegaard, ilk karısı K. Ryen 1796 yılında öldükten birkaç ay sonra, biraz da aceleyle, ikinci evliliğini eski hizmetçisi -yedi çocuğunun da annesi olan- Ane Lund’la yaptı. Bunun sebebi de ilk eşi ölmeden önce, hizmetçisiyle ilişki kurması ve ondan da evlilik dışı ilk çocuğunun dünyaya gelmiş olmasıdır.

M. Pedersen Kierkegaard belirli bir maddi refahlığa sahip olduktan sonra hem kendini hem de çocuklarını dinsel bakımdan bilgilendirmek amacıyla işini bıraktı. An-cak zamanla bu boş vakit, bir tefekkür zamanı olmaktan çok günahın ağırlığının kendini giderek gösterdiği bir vicdan azabının hissedilmesine yol açmıştır. Bunun nedeni de çocukluğunda çobanlık yaparken fundalıkta Tanrı’ya küfür etmesi ve Tanrı’yı lanetle-mesi; aynı zamanda da evlilik dışı bir ilişki yaşaması ve ilk çocuğunun da bu yolla dün-yaya gelmesi; karısı ölür ölmez hemen evlenmesinden dolayı, hem kendinin hem de bütün ailenin günah içinde olduğunu düşünmesidir. Hatta servetini bile dinsizliğinin ve günahlarının bedeli olarak görmüştür. Kendisini servete boğmuş olan Tanrı’nın bir gün çocukları aracılığıyla kendisinden intikam alacağını ve kendisini cezalandıracağına

(11)

inanmıştır. İleriki yıllarda M. Pedersen Kierkegaard, böyle düşünmekle yanılmadığını anlar. Çünkü 1832 yılında kızı Nicoline Chistine otuz üç yaşındayken doğumda, 1833’te oğlu Niels Andreas yirmi dört yaşında, 1834’te de ikinci karısı ve bütün çocuklarının annesi Ane Lund, altı ay sonra da kızı Petrea Severine’de ablası gibi otuz üç yaşında doğum yaparken ölmüştür. Bu iki felaket yılının ardından geriye sadece iki çocuk kal-mıştır; Peter Christian ve Sören.

Ancak baba Kierkegaard, elinde kalan bu iki çocuktan en çok Sören Aabye Kierkegaard ile ilgilenmiş ve özellikle de ona dini bir eğitim vermek için uğraşmıştır. Babasının Sören ile bu kadar çok ilgilenmesinin birçok sebebi olabilir; belki Sören, eğitilebilir olma açısından ağabeyinden daha küçük olduğu için (ağaç yaşken eğilir atasözünü gerçekleştirmek için) ya da Sören’in ağabeyinden daha zeki, daha yaratıcı ve farklı olduğunu sezdiği için ya da Sören’in “zayıf, narin, ağaçtan düşme sonucu oluşan omurga eğriliğine ve genel sağlık bozukluğuna” (İbanez, 1998: 362) yani hastalıklı bir bedene sahip olmasından dolayı olmuş olabilir. Ancak tahmin edilen en önemli sebep, “…son evladın yaşamı, böylece, geçmiş hataların işareti ve tanığı olacaktır…. Tıpkı vaktiyle İbrahim’in*

yaptığı gibi, bu oğlu gözünün yaşına bakmadan Tanrı’ya kurban vermek gerekir” (Cauly, 2006: 9) diyen baba Kierkegaard’ın yaptıklarının kefaretini ödemek için tıpkı İbrahim peygamberin yaptığı gibi oğlunu Tanrı’ya kurban etmektir.

Tanrı’nın bu oğlunu (Sören’i) geri almak için verdiği fikrini bir türlü kafasından atamayan Michael Pedersen Kierkegaard, özellikle Sören’in bedensel dayanıksızlığı karşısında kaybedecek zamanı olmadığını düşünerek, oğlunu Tanrı’ya hiç beklemeden sunmak için ona katı ve uzlaşmaz bir Hıristiyanlık aşılamaya başlamıştır. Böylece ço-cuk olma hakkını yitirmiş olan bu çoço-cuk, günahla damgalanmış yaşamın simgesi olmuş-tur. Oyuncak yoktur, yalnızca eğitsel amaçlı oyunlar vardır. Sören Kierkegaard, dışarıya çok nadir çıkabildiği için babası ona evin içinde hayali gezintiler yaptırırdı. Odada bir aşağı bir yukarı gidip gelen baba ile oğul, dünya ile gerçek bir ilişkinin bile vereme-yeceği izlenimleri yeniden yaratırlardı. Ayrıca babası Kierkegaard’ı şehrin önde gelen kişilerinin katıldığı toplantılara götürürdü. Bu yılları Kierkegaard şöyle ifade eder; “…insani açıdan bakılırsa, yaşamadığım da söylenebilir. Yaşım ilerledikçe tefekkürü

İslâm dinine göre bir peygamber, Musevilik ve Hıristiyanlığa göre ise din büyüğüdür. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta İbrahim’in İshak’ı, İslâm’da ise İsmail’i kurban ettiğine inanılır.

(12)

öğrenmiş değilim. İşin aslı şu ki, ben baştan sona düşünceyim” (aktaran a.g.e., 2006: 10).

Dini bir eğitimle büyüyen Kierkegaard, 1830 yılında İlahiyat Fakültesine kaydo-lur. Ancak, 1830-1835 yılları arasında üniversiteye çok fazla gitmez, bunun yerine kafe-lere, tiyatrolara gider. Bunun sebebi de dünyaya gelişinin bir suç yoluyla olduğunu, babasının evlilik dışı bir ilişkide bulunduğunu ve ilk çocuklarının da bu yolla dünyaya geldiğini öğrenmesidir. Bu durum Kierkegaard‘ın, “Tanrıya masum bir çocuğa bu ıstıra-bı çektirdiği için küfretmesine neden olur” (Kierkegaard, 2005c: 20). Bu da babaya karşı aşırı bir disiplinsizliğe, kayıp çocukluğunu telafi etmek içinde öğrencilik yaşamını eğlencelere yöneltmesine ve derslerini ikinci plana atmasına yol açar. Bu dönem Kierke-gaard için belirsizlik zamanıdır. Bu başıbozukluk dönemi Kierkegaard’ı zihinsel çöküşün eşiğine getirir. Kierkegaard’ın kendi üzerindeki babasının ve dinin etkilerini azaltmak için yaptığı bu eylemler onu Hıristiyanlığı tamamen reddetme yerine, Hıristi-yanlığı bozulmamış saf haline döndürme çabasına, yaşamını adamaya değer bir hedef olarak seçmeye itmiştir. Çünkü Kierkegaard’a göre, sürdürdüğü için kendini suçladığı bu din dışı yaşam ancak içine atlamak gereken dinsellikte selamete kavuşabilecektir: “Hıristiyanlığın radikal bir tedavi olduğu kesindir… Çoğunluğun bu ümitsiz sıçramayı gerçekleştirecek güçten yoksun olduğu da kesindir” (a.g.e., 63).

Bu kriz 1838 yılında babanın ölümüyle çözüme kavuşur. Bu uzun kararsızlık dö-neminin ardından onu coşkuyla çalışmaya iten şey muhtemeldir ki, ölmüş olan babasına yeterince merhamet beslemiyor olduğunu hissetmesidir. Kierkegaard babasının ölümü dolayısıyla kendinde eksik olan Arkhimedes noktasını bulmuş gibidir. Günlüğüne şunu yazar, “baba sevgisinin ne olduğunu ondan öğrendim ve bu yaşamda tek sarsılmaz sev-gi, gerçek Arkhimedes noktası olan Tanrısal baba sevgisi kavramını da buradan çıkar-dım” (a.g.e., 170). İşte bu aşamada, Kierkegaard’ın bütün düşünceleri için yönlendirici bir çerçeve oluşturan temel alternatifleri görürüz: ya zevk ve eğlencede bilinçli teselli arama -ki farkında olsun ya da olmasın bu bir umutsuzluktur- ya da evrenseli gerçekleş-tirme olan Hıristiyanlıkla gerçek bir ilişki kurma.

(13)

1.2. Regine Olsen

Kierkegaard’ın babası ile olan ilişkisi dışında hayatındaki bir diğer önemli olay, ilk kez 1837’de karşılaşmış olduğu Regine Olsen’le nişanlanmasıdır. Regine’ye 1840 yılının Eylül ayında evlilik teklif eden Kierkegaard ertesi gün günlüğüne şunları yazar: “Bir hata yaptığımı hemen anlamıştım. Benim gibi tövbe eden birine… benim melanko-lim yeterliydi. O ise hiçbir şeyi fark etmemişti sanki” (aktaran Cauly, 2006: 19). Çünkü melankolik yapısının onun iyi bir koca olmasına fırsat vermeyeceğini düşünüyordu. Ev-lenme teklifinin hemen arkasından, yaptığından pişman olarak nişanı bozan Kierke-gaard, Regine’e olan duygularını ve nişanı bozma nedenini günlüklerinde şöyle ifade eder:

Gerçekten son derece ıstıraplı bir dönemdi: Bir yandan öylesine kaba ve kırıcı olmak zorunda olmak ve öte yandan benim gibi âşık olmak. O bir kaplan gibi savaştı. Eğer Tanrı’nın bunu veto ettiğine inanmamış olsay-dım Regine kazanırdı… Bağ koptuğunda duygularım ya delice bir sefa-hat âlemine dalmak ya da kendimi mutlak dine vermekti (Kierkegaard, 2005c: 499).… her şeyi onun için yapmayı çok isterdim. Ama sorumlulu-ğunu almaya cesaret edemiyorum; bunu mutlaka onun istemesi gerek … Geçen yıllar boyunca da aramızda hiçbir şey olmadı. Eğer olsaydı, onu ünlü yapmak için dünyevi başarı ve zafer kazanmak uğruna bir şeyleri riske atmak için beni ayartabilirdi. Bu nedenledir ki; bugün olayların böyle yumuşak biçimde sona ermesi benim için büyük anlam taşıyor. Ya-şamımda ilk ve tek öncelik o değildi, Tanrı’ydı. Benim, Regine ile nişan-lanmam ve nişanı bozmam gerçekten de Tanrı’yla ilişkim demek… Tan-rı’yla nişanlanmam demektir… Tıpatıp Havari Pavlus gibi benim de eti-me kıymık battı. Sıradan insan kategorilerine gireeti-meyeceğim sonucuna bu nedenle varmıştım. Regine’yle ilişkilerimin engeli buydu (aktaran Cauly, 2006: 20). Ben onu ( Regine) terk ettiğimde ölümü seçtim. Bu nedenle bu kadar yoğun bir şekilde çalışabildim… Beni ondan ayrılmaya ikna eden, benim için doğal olarak oldukça farklı bir önem taşıyan en derin mutsuzluğumdu. Çünkü benim mutsuzluğum onu mutsuz etmekten kaynaklanıyordu (Kierkegaard, 2005c: 317). Onun varlığı benim üzerime en yüksek derecede sorumluluk yüklediğinden doğal olarak melankolim geri döndü… Benim kanaatim ve fikrim bunun bana Tanrı’nın bir cezası olduğu yönündeydi… Eğer tövbekâr olmasaydım… Onunla evlenmek beni hayallerimi aşacak derecede mutlu edebilirdi. Ama talihsiz bir adam olarak ben, onsuz, bu mutsuzluğumda onunla olmaktan çok daha mutlu olacağımı söylemek zorundayım. Beni o kadar derinden etkiledi ki, her şeyi ama her şeyi yapabilirdim.… Benimle birlikte olmanın nasıl bir şey olduğuna dair ipuçları gördüm. Zira sıklıkla şu sözleri söylüyordu… Zaten hiçbir zaman mutlu olamayacaksın, benimle kalıp kalmaman hiçbir şeyi değiştirmeyecek (a.g.e., 496).

(14)

Kierkegaard, nişanı bozduktan sonra 1841 Ekim’inde Berlin’e kaçar. Aslında yaşamın artık kendisi için dayanılmaz bir hal aldığı Kopenhag’la arasına belli bir mesa-fe koymak ister. Berlin’de Ya/Ya da (Either/Or) diye bilinen eserini yazar. Bu eser bir anlamda onun kendisi ve ilişkisiyle bir hesaplaşmasıdır. Çünkü Kierkegaard, Regine’yi sevmekten hiç vazgeçmemiş ve eserlerinin çoğunu onun için yazmıştır. Özellikle Regine’ye yönelik çeşitli mesajlar içeren Ya/Ya da eseri, “onun uğruna, onu geri püs-kürtmeye yardımcı olması için yazılmış”tır (Kierkegaard, 2005c: 500).

Kierkegaard’ın bu eseri yazma sebebi, öncelikle Regine’ye her şeyi açıklamak, ikincisi evlilik gibi medeni bağlarla engellenmeyip kendi başına bırakıldığında nasıl yaratıcı eserler üretme yeteneğine sahip olduğunu göstermek, üçüncüsü ise evlilik dışın-da ‘adışın-danmış’ bir yaşam sürmek. Zaten sonraları Kierkegaard, bu eseri yazarken inzivadışın-da olduğunu ve uzun süredir evlilik düşüncesini terk ettiğini söylemektedir. Bu eser aslında kayda geçen en uzun aşk mektubu olarak da görülebilir. Fakat Regine bunu anlamaz ve başka biriyle nişanlanır. Aşk ilişkisindeki bu iki yıkıcı şoktan sonra Kierkegaard, Kopenhag sokaklarında yürüyen bir gizem olur. Çünkü Berlin’den Kopenhag’a döndük-ten sonra eski içki arkadaşlarını terk etmiş ve toplumla ilişkisini büyük ölçüde kesmiştir. Babasıyla ilişkisi bir yana, hiçbir olay onun duyarlılığını bu kadar derinden etkileme-miştir.

Aslında Kierkegaard nişanını bozarak, sonlu dünyayla tüm bağlarını koparmak için Regine’i feda etmiştir. Kim bilir belki de bu olay ve Kierkegaard’ın Regine’e duy-duğu aşk, Mevlâna’nın Mesnevide, “âşıklık ister nefsanî ister ruhani olsun, sonunda bizi ötelere (Allah’a) götürecek bir rehber, bir kılavuzdur” (Mevlâna, 2001: c.I, s.17) dediği gibi, Kierkegaard’ın Tanrı’ya ulaşmasına ve O’nu tanımasına vesile olmuştur. Çünkü Mevlâna’nın Mesnevi eserini tercüme eden Şefik Can’a göre arifler, nefsâni yani mecâ-zi aşka hakikat köprüsü derler. Onlara göre hakikat tarafına ancak o köprüden geçilir. Çünkü Hak yoluna düşen bir kişiye ayak bağı olacak bir ilişkinin bulunmaması gerekir. Ayrıca gönlünde her hangi bir şahsa sevgisi olmayan kişi, her gördüğüne bağlanabilir. Bu suretle onun dünyaya olan bağlılığı arttıkça artar. Fakat candan gönülden birini seven kişi, sevdiğine bağlanmakla, diğer bağlardan kurtulur. Çeşitli bağlantıları bire in-dirmiş olur. Zira bir bağdan kurtulmak, birçok bağdan kurtulmaktan kolaydır. Fakat şurasını unutmamalı ki; mecâzi olan ve sahibini tek bağlı haline getiren bu aşk, nefsânî

(15)

ve şehvanî olmamalıdır. Çok güzel yapılmış bir insan resmini seyreden bir kimsenin, ona karşı şehvet değil, hayranlık duyduğu gibi, canlı bir güzele bağlanmış olanda, onda, sevdiğinde Allah'ın yaratma gücünü, sanatını görüp; “Allah’ım, sen ne güzel yaratıyor-sun!” diye Hak'a hayranlık duymalıdır. Hatırına şehvanî duygular gelmemelidir. Gele-cek olursa, o aşka mecâzî aşk değil, hayvani aşk denir. Böyle bağlılık hakikate köprü olamaz. O köprüden Hak tarafına geçilemez (Mevlana, 2001: 381-dipnot). Belki Kierkegaard’ta Tanrı’ya yönelebilmek için böyle düşünüyordu. Bu nedenle nefsanî aşktan vazgeçip ruhani aşka yöneldi.

Ancak Kierkegaard, Regine Olsen’i hiçbir zaman unutamamıştır, onu anılarında yaşattıkça kendisi de sonsuz bir melankolinin kurbanı olmuş, hayatının büyük bir kısmını depresyonda geçirmiştir. Bunu günlüklerinde de açıkça ifade eder:

Zihnim bir duraklama noktasında. Yorgun ve bitkinim, kayıtsızlıktan ölü gibiyim, gazabımı üzerine yönelteceğim birilerini arıyorum… Kimseyle konuşmuyorum, bir şey söylesem ne yararı olurdu ki, beni anlayabilecek kimse olmazdı. Çektiğim acının ve ıstırabın adı yok (Kierkegaard, 2005b: 203,206). Eğer melankolim ve mutsuzluğum bir inayetten başka bir şey olsaydı, benim için onsuz yaşamak imkânsız olacaktı. Yalnızca birkaç gün mutlu oldum ve daima tarif edilemez derecede onu arzuladım. Çünkü onu gerçekten çok sevdim ve onun yalvarışları beni derinden yaraladı. Ama ruhumdaki melankolim ve ıstırabım insani bağlamda beni sürekli mutsuz etti -böylece onunla paylaşabileceğim hiçbir mutluluğa sahip olamadım... (Kierkegaard, 2005c: 375-376)

Kierkegaard çektiği acılardan dolayı çok kızgındır, Eyüp’e seslenir, “Eyüp, Eyüp, Eyüp! Sana ihtiyacım var, yüksek sesle nasıl şikâyet edeceğini bilen bir adama.” Onu sadece “Eyüp” karakteri, teselli edebiliyordu. Çünkü onun ıstırabı da tarif edilir gibi değildi ve Eyüp de çevresindeki herkes tarafından yanlış anlaşılmıştı.“Dünya benim olmadı, yedi oğlum ve üç kızım olmadı, fakat çok az şeye sahip olan da her şeyini

Hz. Eyyûb, -çok zengin, sayısız malı-mülkü, birçok oğlu kızı bulunan- İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Sabah-akşam ümmeti ve Allah’a ibadetle meşgul olan Hz. Eyyûb, Rabbinin bir imtihanına maruz kalmış, bunun sonucunda bütün servetini, çocuklarını kaybettiği gibi şeytanın kendisine musallat olması neticesinde kalbi ve dili hariç bütün vücudunda çıbanlar çıkmış, iltihaplı yaralar açılmış, yaralarına kurtlar dolmuş ve vücudu bozulup kokmaya başlamış. Farklı rivayetlere göre 3, 7, 13 veya 18 sene gibi epey uzun süren bu sıkıntılı dönemden sonra sabrını ve Allah’a bağlılığını kaybetmeyerek imtihanı kazanan Eyyûb, Allah’n lütfu ve emriyle ayağını yere vurmuş, fışkıran su kaynağından yıkanıp içerek eski sıhhati ve güzelliğine kavuşmuştur. Ayrıca kendisine yeniden birçok servet ve çocuk da ihsan edilmiştir.

(16)

kaybedebilir, sevdiğini kaybeden de adeta oğullarını ve kızlarını kaybetmiştir. Onurunu, gururunu ve yanı sıra yaşama arzusunu ve hayatın anlamını yitiren insanda adeta urlarla vurulmuştur” (Kierkegaard, 2005b: 208).

Kierkegaard`ın Regine Olsen ile olan nişanı ve dramatik ayrılışı, eserlerinin çıkış sebebini de açıklar; “Kitaplar ona (Regine) ve ölmüş babama, yani öğretmenlerime ithaf edilecek…” (Kierkegaard, 2005c: 501). Zaman zaman bu ayrılış yüzünden umutsuzluğa kapılan Kierkegaard pek çok insanın sorduğu soruları sorarak bu noktada hepimize birden dokunur ve umutsuzluk tüm insanları birleştiren bir öğe oluverir:

Hayatım bir çıkmaza girdi, varoluştan iğreniyorum, tatsız tuzsuz, anlamsız bir şey... İnsan parmağını toprağa batırıp kokusundan hangi diyarlarda olduğunu anlar -bu hiçbir şey kokmuyor. Neredeyim ben? Dünya denen bu şey nedir? Bu kelimenin anlamı nedir? Beni bunun içine kim çekti de şimdi orada bırakıp gidiyor? Ben kimim? Dünyaya nasıl geldim? Bana neden sorulmadı?... Neden bir kenara itildim? Gerçekliğe ilgim nasıl doğdu? Eğer bu işte zorla yer alacaksam yönetici kim? Ona bir şey söylemek isterim. Yönetici yok mu? Şikâyetimi kime bildireceğim? Varoluş hiç kuşkusuz bir müzakere, görüşümün dikkate alınmasını rica edebilir miyim? Eğer insan dünyayı olduğu gibi kabul etmek zorundaysa, o zaman bunun ne olduğunu öğrenmemek daha iyi olmaz mıydı? … Herkesin sormasına izin vermiyorum ve herkese soruyorum, kendimi ve bir kızı mutsuz yapmakla ne kârım oldu? Suçluluk bu değilse ne demektir? (Kierkegaard, 2005b: 203)

Kierkegaard’ın nişanı bozma konusundaki gerekçesi aslında nişanlısına büyük bir iltifat niteliğindedir. “Bütün dünya karşıma çıksa, bütün skolâstikler benimle tartışsa, hayatım tehlikede olsa, yine de haklı olduğumu iddia ederim... Ben doğru hareket ettim. Benim aşkım kendini bir evlilikte ifade edemez” (a.g.e., 204). Kierkegaard, evliliğin ve aile babalığının sorumluluklarının kendisini çağıran felsefi görevle bağdaşmadığını düşünüyordu. Bu nedenle Kierkegaard’ın üst düzeyde bağlanmalar (dinsel) için, sıradan bağlanmalardan (evlilik) vazgeçmiş olduğunu söyleyebiliriz. Ona göre sadece budala kimseler, sürekli birilerine ihtiyaç duyarlar ve yalnızlığın lezzetinden habersizdirler.

Gözelerin aşırı ölçüde çoğalmasıyla dokularda oluşan ve sürekli büyüme eğilimi gösteren yumru. eş. tümör.

(17)

Böylece Kierkegaard günlüklerinde de “yaşamanın öncelikli anlamı ruhumun tüm gücünü edebi faaliyete adayarak yazı yoluyla kendini kurtarmaya çalışmaktır… Tıpkı Şehrazat’ın hikâyeler anlatarak hayatını kurtarması gibi, ben de yazının gücüyle kendi yaşamımı kurtardım ya da sürmesini sağladım” (aktaran Cauly, 2006: 21) şek-linde ifade ettiği gibi hayatındaki bütün sıkıntılardan, dertlerden, üzüntülerden kurtul-mak için -özelde Regine’i unutabilmek- kendini yazmaya verir.

Kierkegaard’ın düşüncelerinin hemen her yerinde yaşamında başından geçen olayların izlerini görmek mümkündür. Özellikle Kierkegaard‘ın babası ve nişanlısı Regine Olsen ile olan ilişkileri onun yaşamına, düşüncelerine, felsefesine şekil veren en önemli olaylardır. Bu anlamda babasıyla, uzatmalı nişanlısı Regine Olsen ile yaşadıkları Kierkegaard’ın felsefesinde hep başköşededir.

Kim bilir belki de bu yüzden, yani yaşadıklarından ve özellikle de hep yalnız olmasından dolayı, Kierkegaard varoluşa -özelde kendi varoluşuna- ve bireyselliğe önem vermiştir. Onun için tek anlamlı varlık ‘var olan birey’dir ve bütün yazılarında var olan bireyin anlamlı isteklerinin karşılandığı bir hayat sürmesine yardımcı olacak ipuçları vermeye çalışır. Ancak bireyin süreceği bu hayat, toplumla birlikte toplumsal bir hayat yaşayan şeklinde değil de kişinin yolunu kendisinin belirleyip seçtiği ve takip ettiği şekildedir.

1.3. Felsefesi

Max Scheler’in (1874-1928) “tarihin hiçbir döneminde insan, kendisi için günü-müzdeki kadar sorunlu olmamıştır” (Scheler, 1998: 36) sözünü önceler nitelikte bireye ve bireyselliğe çok önem veren Kierkegaard’ın felsefesi de elbette ki ‘birey’ üzerine temellenmiştir -personalist filozofların önem verdiği ‘kişi’ üzerine değil. İkiside bir anlamda aynı anlam ve içeriğe sahip olsa da Kierkegaard kişi kavramını değil birey kavramını kullanmıştır. Kanımca Kierkegaard’ın bireye ve bireyselliğe bu kadar çok

Danca: Enkelte, İndividuel – İnglizce: İndividual

(18)

önem vermesinin nedeni içinde yaşadığı toplumun onun yazdıklarıyla (ya anlamadıkları ya da işlerine gelmediği için) bedensel bozukluğunu da işin içine katarak sürekli alay etmeleri ve onu eleştirmeleridir. Kim bilir belki de bu yüzden Kierkegaard da tıpkı Nietzsche gibi bireyin kişiliğini kitle içinde ortadan kaldırmak isteyen demokrasiden de soysa-lizmden de nefret etmiştir. Çünkü Kierkegaard için ‘kamu’, öznesi belirsiz yapıp etme-ler alanıdır. Hem her şeydir hem de hiç bir şeydir. Soyut, ıssız bir boşluktur. Aynı za-manda da bütün güçlerin en tehlikelisi ve en önemsizidir. Ona göre kamu pişmanlık duymadığı ve öznesi olmadığı için, birey kendi varoluşundan ve sorumluluklarından kaçmak için kamuya sığınır. Böylece ortada ne birey, ne bireysel varoluş, ne de söyle-diklerinin sorumluluğunu üstlenen kalır.

Çağındaki insanların ‘anonim’, onlarla yaptığı konuşmaların da soyut ve kamuya özgü olduğunu düşünen ve toplumun bireyi yok etmek için elinden gelen her şeyi yapabileceğini bizzat yaşayarak gören Kierkegaard, bu nedenle bireyin ve bireysel farklılıkların göz önüne alınmadığı bütün toplulukları ve kurumları eleştiri yağmuruna tutmuştur -toplumu, devleti, kiliseyi, basını. Aslında felsefesinin ve felsefesinin ana temalarının da, yapmış olduğu bu eleştirilerle ortaya çıkmış olduğunu söyleyebiliriz.

Kierkegaard’a göre tutkusuz ama düşünen bir çağda kamu bir hayalettir. Ve kendini basının yardımıyla geliştirebilmektedir. Böylece kamu gibi basının kendisi de bir soyutlamaya dönüşür. Ona göre basın kimseye karşı sorumlu olmadan sadece satış ve kâr peşinde koşar. Hepsinden öte, kamuyu temsil eden basın gayri şahsidir. Ona göre basın kamuyu sürükleyen, oluşturan, yönlendirendir. Amacı kamuyu bilgilendirmek ve eğitmek değil, eğlendirmektir. Elbette ki Kierkegaard’ın kamu ve basın hakkında böyle düşünmesinin bir nedeni vardır: 1846 yılında Kierkegaard’ın felsefesi ve kişiliği,

“Corsaren” adlı bir mizah dergisinin hedefi olur. Yayımlanan karikatürler nedeniyle

yazar yazmayı bırakmayı bile düşünür. İşler, ayaktakımının, yazarı sokaklarda taciz etmesine kadar varır. Bu deneyimlerin ardından günlüğüne ‘nerede kalabalık varsa hakikatsizlik oradadır’ diye yazacaktır;

Nasıl konuşacağını bilen kimse yok artık, nesnel düşünce insanın konuş-masını lüzumsuz kılan bir atmosfer, soyut bir ses yaratıyor, tıpkı ma-kinenin insanı lüzumsuz kılması gibi (Kierkegaard, 2005b: 266). Önem-siz birey kamuoyu içinde mutlu biçimde yaşar; ama kamuoyu

(19)

soyutla-ması öne çıkmış bireyi seviyesizleştirir. Bu geleceğin mücadelesidir. Tek istisna, artık tekil birey tiranlığa değil, dindar bireyliğe eğilim göstere-cektir. Niyeti ise bireyi kurtarmaktır (Kierkegaard, 2005c: 558). Şimdi ise kişilik iptal edilmiştir. Tanrı kişilik dışı hale getirilmiş; bütün ilişkiler kişisellikten çıkarılmıştır. Burada kişilik dışılığın ardındaki gerçek itici güçler olan iki korkunç felaket; basın ve anonimliktir (a.g.e., 352).

İşte bu ve benzeri olaylardan dolayı Kierkegaard, hedef olarak seçtiği şeyin -dü-şünmekten yoksun olan- ‘kalabalık’ olduğunu; amacının bu kalabalık içindeki insanları bilinçlendirmek ve yaşamlarını boşa harcamalarını önlemek olduğunu ifade eder. Kala-balığın dikkatini kendi mahvoluşlarına çekmek ister. Çünkü ona göre insanlar kör ol-muşlardır ve ne yaptıklarını bilmemektedirler. Yine bu nedenden dolayı da kalabalık ile mücadele edilemeyeceğini şu sözlerle ifade eder; “…Bütün yozlaşmaların kaynağı olan ‘kalabalık’la mücadele etmeye kalkışırsa bir insan, kendi yenilgisini beklemelidir” (a.g.e., 311-312).

Kierkegaard siyaset dışı bir düşünür olarak bilinmesine karşın, yaşamı boyunca Danimarka Kilisesi, yaşadığı kültürün değerleri ve zamanının toplumsal durumu üstüne yazdığı siyasal içerikli yazılarla bunun tersini göstermiştir. Bu nedenle Kierkegaard'ın düşüncelerinin, başka filozoflarla karşılaştırdığımızda, daha ilk bakışta kendi yaşamıyla yakından ilintili olduğunu görürüz. Nitekim Hegelciliğe yönelttiği eleştirilerin kayna-ğında da Hegel'in geliştirdiği düşünce dizgesinin, bu dizgenin büyüsüne kapılan izleyi-cilerini yaşamın kendisinden bütünüyle uzaklaştırıyor olması vardır.

Bu sebepten dolayı Kierkegaard sürekli Hegel’i eleştirmiş ve Hegel felsefesinin Danimarka’da çok popüler olmasından her zaman rahatsızlık duymuştur, aslında Kierkegaard’ın felsefesinin alacağı yönü, şeklini ve içeriğini de bu eleştirileri belirle-miştir. Bunun sebebini de günlüklerinde şöyle ifade eder, “insanları bilinçlendirmek için her şeyin yapılması gerektiği aptalca düşüncesini taşıyorum.…” (a.g.e., 415). Kierke-gaard'a göre felsefe Aristoteles'ten bu yana hep özlerle, idealarla, her türden mantıksal kurgularla ilgilendiği için bireyi ve bireyin gerçek yaşamını gözden kaçırmıştır. İşte bu yüzden Kierkegaard, ilk eleştirilerini bu tutuma ve bu tutumun büyük temsilcisi Hegel'e karşı yapmıştır. Ona göre, Hegel’in her şeyle ilgili bir açıklama yapma girişiminde bulunması yanlıştır. Çünkü bazı şeyler açıklanası değil yaşanılası şeylerdir. Oysa Hegel ve diğer rasyonalist düşünürler, gerçekliğin tümünü bir düşünce sistemi içine yerleştirir,

(20)

sıkıştırır, her şeyi akla indirger, akıl dışındaki öğeleri ve her şeyden önemlisi varoluşu unutur. Oysa Kierkegaard’a göre soyut düşüncelere dalmakla ya da doğa bilimlerinde yapıldığı gibi ölçüp biçmekle somut ve öznel insanın yaşamı olan bireyin varoluşu anlaşılamaz. Bu açıdan Kierkegaard, Hegel’in soyut düşünceyi gerçeklikle özdeşleştiren sisteminin, insanlık durumunun gerçekliğini görmezden gelen bir aldatmaca olduğunu ileri sürer. Hegelci felsefenin ele aldığı tüm nesnel doğruların tek başına bir bireyin varoluşunda geçerliliği olmadığını vurgular. Çünkü nesnel düşüncede kişisel tutkuya, sevgiye, nefrete, ilgiye kısaca içtenliğe yer yoktur. Ona göre bu dünyada önemli olan, nesnel doğrulardan çok, insanların yaşamları için anlamı olan doğrulara ulaşmaktır. Bu nedenle soyutluğa dayanan felsefe yöntemlerini yetersiz bularak nesnelliğe karşı çıkan Kierkegaard, nesnel düşünmenin karşısına, öznel düşünmeyi koyar. Bunun nedenini de şöyle açıklar:

İstediğiniz her şeyi boşuna söyleyeceksiniz, ben, sizin sisteminizin man-tıkî bir safhası değilim. Ben varım, ben hürüm. Ben benim, bir bireyim ve bir kavram değilim. Hiçbir soyut fikir benim şahsiyetimi ifade ede-mez; geçmişimi, halimi, (şu andaki durumumu) bilhassa geleceğimi lirleyemez, bil-kuvve mevcudiyetimi tüketemez. Hiçbir akıl yürütme be-ni, hayatımı, yapmış olduğum seçimleri, doğumumu, ölümümü açıklaya-maz. O halde felsefe için yapılacak en iyi bir şey var, o da, evreni aklîleş-tirmekten (rationaliser) vazgeçmek, dikkatini insan üzerinde toplamak ve insanın varoluşunu olduğu gibi tasvir etmektir. Önemli olan tek şey budur, kalanı boştur (aktaran Verneaux, 1994: 2).

Kierkegaard’ın amacı, her insanın varoluşundan tümüyle kendisinin sorumlu olduğu bilincini kazandırmak, insanın kendini sorgulayarak, hem kendisinin hem de dünyanın efendisi ve sahibi olmasını sağlamaktır. Bu yüzden Kiekegaard’ın insanı uykudan ya da yaşamın hay-huy’undan çekip çıkarmaya çalışan bir kişiselciliği vardır (Mounier, 2007: 108). Ve o, felsefesiyle şu çağrıyı yapmak ister, ‘yaşamını boşuna har-cama, günlerini öldürme, uyku içinde geçirme, uyan ve insan ol!’. Kendisi “bütün yaşa-mını, doymuşluğu içinde uyuklayan insanları nasıl uyandırabileceğini düşünmekle geçirdiğini” söyler (aktaran Akarsu, 1994: 193).

Ona göre insanı yalnızca ‘özne’ ya da ‘nesne’ olarak görmek, yaşayan insanın kaybedilmesi anlamına gelmektedir. Varoluş yalnızca bilişsel yaşantının nesnesi değil-dir, o yaşanılır, yaşamın kendisidir. Dolayısıyla Kierkegaard kendi yaşamlarını

(21)

sorgula-yan, kendi içsel deneyimlerine dayanarak yaşamlarını şekillendiren bireyleri, kısacası gerçek anlamda, bilinçli olarak yaşayan insanı yeniden keşfetmenin davasını gütmüştür. Çünkü insan yalnızca dış gerçeklikleri gözleyen bir özne değil aynı zamanda da gerçek-liği inşa eden bir bilinçtir. Bu düşüncelerinden dolayı da diyebiliriz ki ‘varoluş’ terimini insan için kullanan Kierkegaard, ‘varoluş’ (existence) terimini bugünkü felsefi anlamda ilk kullanan kişidir. Kierkegaard’ın felsefesini ‘varoluşsal’ (existential) olarak niteleme-si, felsefesinin Hegel’den farklı olarak, bir felsefe sistemine adapte edilmiş bireyleri değil, kendi yaşamlarını sorgulayan, kendi içsel deneyimlerine dayanarak yaşamlarını şekillendiren bireyleri söz konusu etmesindendir.

Öznelci ve bireyci düşüncenin başlıca temsilcilerinden biri olan Kierkegaard için insan yaşamı, soyut düşünceye göre çok daha önemlidir. Çünkü insan yaşamının en önemli anları olan, bireyin bir özne olarak kendisinin bilincine vardığı kişisel anlarda genel felsefi problemlerin ve soyut düşüncelerin hiçbir yardımı olmaz. Ona göre kişisel ve öznel öğeler, düşünce tarafından açıklanamaz. Oysa her insanın, her kişinin biricik varoluşunu meydana getiren bu öznelliktir. İşte Kierkegaard’a göre asıl tanınması ve açıklanması gereken de bu öznellik kavramıdır.

Aslında Kierkegaard, Hegel’i eleştirerek Aydınlanmanın geliştirdiği doğa bilim-lerini örnek alan bilgi ve akılcılık anlayışına karşı çıkmıştır. Çünkü ona göre, Aydınlan-ma nesnelliği vurgularken, geleneksel din ve ahlâkın hakikatlerine karşı düşAydınlan-manca tavır almıştır. Bu nedenle Kierkegaard, Aydınlanmanın öne çıkardığı bilgiye, bilime, akla, nesnelliğe kısaca Aydınlanma’nın akıl anlayışına karşı inancı savunmuştur. Kierke-gaard’ın bu inanç savunusunu tüm eserlerinde hâkim olan bir tema olarak da görmek mümkündür. Çünkü Aydınlanma anlayışının ‘İnsan Akıldan İbarettir’ önermesine karşı-lık, Kierkegaard eserlerinde korku’dan, titreme’den ve iman’dan bahsetmiştir. Ona göre hayat, Hegel’in öngördüğü biçimde akılsallaştırılamaz. Tanrıya duyulan inanç da ku-ramsal bir sorunun çözümü değil, özgür bir inanma edimi olmalıdır. Din ve Tanrı’yı tamamen bireysel bir konu olarak değerlendiren Kierkegaard’ın varlık eleştirisi de bu noktada başlar. İçine varoluşu katmayan bir inancın olamayacağını savunan Kierke-gaard, sorunlarını dinsel bir çerçeve içinde inceler. Akıl yoluyla kanıtlanabilecek ahlâki bir sistem ya da din olamayacağını, ahlâk ya da din içinde, bize belli bir biçimde

(22)

yaşa-mamız gerektiğini gösterecek, hiçbir rasyonel kanıt olmadığını söyleyen Kierkegaard, dini ya da ahlâki doğrularla ilgili kesinliğin, özgürlüğü de yok edeceğini öne sürmüştür.

Dolayısıyla Kierkegaard, insanların Tanrı’ya akıl yoluyla, mantıksal tezlerle ulaşmaya çalışmalarının, inancın ve içtenliğin kaybolmasına neden olduğunu belirterek, din ile ilgili sorulara aklımızla değil, ancak inançla yaklaşmamız gerektiğini söyler. Bu-nu kanıtlamak için de İbrahim’i Danimarka’da yaşayan modern bir kahraman olarak tahayyül etmeye çalışır. Ona göre Tanrı’dan gelen emri delil göstererek oğlunu kurban edeceğini söyleyen biri, modern toplumda ‘deli’ olarak algılanırdı. Çünkü elinde ‘akıl’dan başka bir şeyi kalmayan, sonlu varlığının içine kapanarak kendisini yaratan güçle bağlantısını kesmiş olan modern bireyin, İbrahim’in ve oğlunun teslimiyetini akılla ölçüp tartarak anlaması imkânsızdı.

Kierkegaard herkesin, teorik kesinliğe ulaşamasa bile, hakikati arama gibi bir sorumluluğu olduğunu, insanın şu ya da bu biçimde yaşamak, seçiminin sonuçlarıyla birlikte yaşamak durumunda olduğu için seçimde bulunmaktan başka bir alternatifi bulunmadığını ve seçme özgürlüğümüzün doğal bir sonucu olan kesinsizlik ya da belir-sizliğin de öznelliğin özünü meydana getiren ve özgürlüğü içeren unsurlar olduğunu söyler. Ona göre yapısı bireysel, öznel, anlık, mutlak, özgür, geri alınamaz olgularla an-laşılabilen seçimin psikolojik tanımlaması yapılamaz. Çünkü onun öğrenilebilmesi için yapılacak tek şey denemektir. Ayrıca Kierkegaard, özgürlüğümüzün farkında olmadığı-mız zamanlarda bile sorumlu olduğumuzu; insandaki endişenin ve kaygının, korkunun ve yılgınlığın kaynağında da bu durumun, yani özgürlük ve sorumluluğun olduğunu, özellikle de insan varlığının en temel seçimi olan özgürlüğünü benimseyip hayata geçir-mek ya da özgürlükten kaçmak olduğunu düşünür. Ve bu söylemlerinin ışığında kendi çağının toplumlarını da özgürlükten kaçtıkları için eleştirir. Ona göre yaşadığı toplum-daki insanlar uzlaşımsal davranış tarzlarına uymakta, ortalama olana sığınmaktadırlar. Ölümün kaçınılmazlığı gerçeğiyle yüz yüze gelmek yerine, gelip geçici hazların sağla-dığı tatminle yetinip, unutmayı ve yılgınlığı seçmektedirler.

Hakikatin bireyden kopuk bir şekilde değerlendirilemeyeceğini, onunla birlikte ele alınması gerektiğini söyleyen Kierkegaard, aslında soyut düşünce ile varoluşçu düşüncenin karşıtlığını ortaya koymaya çalışır. Ona göre soyut düşünme, olanaklılık

(23)

bölgesini keşfeder ve yalnızca varsayımsal bilgilerle ilerler; varoluşçu düşünme ise gerçek, somut birey üzerine hakikat konusunda ilerler. Varoluşçu hakikat, nesnel ve kuramsal olarak belirsiz olan bir şeyin içsel bir önsezisidir ve var olan bir birey tarafından kazanılabilen en yüksek hakikattir.

Kierkegaard’ın varoluşçu hakikat olarak adlandırdığı ve sürekli arayıp durduğu hakikat ise gerçekte imandan başka bir şey değildir. Bir psikolog gibi ruhsal çözümle-meler yapmasının, özellikle kendini, duygularını, düşüncelerini gözlemlemesinin de ne-deni budur. Kendisini inceleyerek, kendi duygu ve düşüncelerinden yola çıkarak, insan-ların neden öyle düşünüp davrandıkinsan-larını, neden ve nasıl inandıkinsan-larını, neden inanmaya ve bir Tanrı’ya ihtiyaç duyduklarını keşfetmeye çalışır. Bunu da bazı kavramları irdele-yerek yapar. Örneğin Korku ve Titreme'de ‘korku’yu, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk’ta ‘umutsuzluk’u, Kaygı Kavramı'nda ‘kaygı’yı irdeler. Aslında Kierkegaard’ın yapmış ol-duğu bu kavram irdelemelerinin ve ruhsal çözümlemelerinin arkasında yatan neden; bir varoluş çözümlemesi yapmak, insanın kendisini açıklamak, imanın ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini ve imana nasıl ulaşılabileceğini göstermeye çalışmaktır.

Bunu da Kierkegaard, kutsal metinlerden aldığı kıssalar ile örneklendirerek yapmaya çalışır. Amacı kıssaları çözümleyip kavramlara (korku, titreme, kaygı, umut-suzluk vb.) ulaşmaktır. Korku ve Titreme'de İbrahim'in, Ölümcül Hastalık

Umutsuz-luk'ta Lazarus'un kıssasından, Kaygı Kavramı'nda ise ilk günahtan hareket eder. İleri

sürdüğü fikirler de kendisinin yapmış olduğu gözlem ve yaşamış olduğu deneyimler-den kaynaklanmaktadır ki, bu da onun felsefesini oluşturan en önemli ve özgün özelliklerdir. Çünkü onun bu tutumu ile felsefe, salt bir teori etkinliği olmaktan çıkıp, gündelik hayatın içine girmiştir. Böylece, felsefe değişmez özleri araştırma etkinliği olmaktan çıkarak varoluşa ilişkin bir etkinlik hâline gelmiştir. Çalışmalarında, dinsel metinlerden aldığı Âdem, İbrahim, İshak, İsa, Lazarus isimlerinin yanında, Faust, Mefisto, Agamemnon, Don Juan gibi düşüncesini örnekleyebileceği tarihsel-mitolojik kişiliklere de yer verir. Ama bütün bunlar onun için, yalnızca görüşlerini dile getirme-nin birer vesilesidir. Yaptığı şey, tarihten, mitolojiden, kutsal metinlerden ve gündelik yaşamdan çıkarsadığı kendi düşüncelerine uygun örnekleri, yorumlamaktır (Taşdelen, 2008: 147-149).

(24)

Yapmış olduğu ruhsal çözümlemelerinden dolayı ‘bütün zamanların en önemli ruhbilimcilerinden biri’ olarak adlandırılan ve kendisinden de en çok ruhbilim alanında söz edilen Kierkegaard’ın eserleri irdelendikçe, bütün ruhsal çözümlemelerinin arkasın-da yatan gerçek niyeti anlaşıldıkça, artık onarkasın-dan en çok Tanrıbilim alanınarkasın-da söz edilir olmuştur. Çünkü gerçekte Kierkegaard’ın dünyası Tanrı merkezlidir. Onun için esas olan Birey-Tanrı ilişkisidir. Ancak o, bir dinin çerçevesi içinde yapıtlar vermesine rağmen aynı zamanda insanoğlunun en temel sorunlarını ortaya koymuştur. Tanrı’dan yola çıkarak varoluşu, yaşamı, insanı açıklamaya çalışmıştır. Kierkegaard, dinsel düşün-celeri olan birisi olmakla birlikte Hegel ile olduğu kadar, yerleşik kilise dogmalarıyla, kurumlarıyla, düşünceleriyle ve din adamlarıyla da sürekli çatışma halinde olmuştur. Çünkü ona göre mevcut Hıristiyanlık yozlaşmıştır ve tamamen yenilenmesi gerekmek-tedir. Gerçek Hıristiyanlığın unutulduğu varsayımından hareketle inanç konusuna özgün yorumlar getirmiştir. Hıristiyanlığın kendi özünden, saf bir inanç alanı olmaktan çıkıp, tarihsel, siyasal ve felsefi bir konu haline dönüşmesini eleştirmiştir. Bu nedenle ömrü-nün son yıllarını çağdaşlarına dini yanlış algıladıklarını ve Hıristiyanlık inancına uygun davranmadıklarını göstermek için harcamıştır.

Çünkü Kierkegaard’a göre Hıristiyanlık sözcüler olmadan var olamaz. Ayrıca Hıristiyanlık sözlerle ifade edilmezse, günahkârların yanlış algılamalarında kaybolacak-tır. Üstelik Kierkegaard, umutsuzluğunun çaresi olarak gördüğü Hıristiyanlığın, aslında ona ihtiyaç duyduğunu keşfeder. Böylece kendini Hıristiyanlığın temsilcisi olarak adde-der (Anadde-derson, 1973: 253). Bundan dolayı eserlerinin çoğunda ele aldığı temel sorun ‘mevcut Hıristiyanlık durumu içerisinde nasıl Hıristiyan olunacağı’dır. Ona göre iyi eği-tim almış bir kimse için bu sorunun yanıtı çok daha güçtür; çünkü var olan eğieği-tim ve kültür kurumları bireylere kendilerine özgü kimliklerini keşfetme olanağı tanımaktan çok onları sürünün ‘tek tip’ kişileri olarak yeniden üretmektedir. Kierkegaard’ın gözün-de bu sorun Danimarka’nın feodal toplumdan kapitalist topluma çok hızlı bir biçimgözün-de geçmesinin doğal bir sonucudur. Kierkegaard’a göre böyle bir toplumsal bağlamda kişi-nin kim ise o olmasının önünde iki büyük engel vardır: Bunlardan ilki var olan toplum-sal kimlikler, ikincisi kişileri normalleştiren, düzmece bireyler üreten kurumlardır. Bu bağlamda Kierkegaard’ın eserlerinde çoğu zaman içinde yaşamış olduğu -özelde toplumunu- çağını şöyle eleştirdiğini görüyoruz:

(25)

Bu çağ kendine ne türden yüce bir duygu bulmuştur? Bulduğu acınası bir aç gözlülük, kurnazlık, yüreksizliktir. Yükseklerde oturur, insanları al-çakça en yüce şeyleri gerçekleştirdiklerine inandırır ve en cüzi şeyleri bi-le yapmalarına sinsice engel olur. Kapanma (kendi içine kapanma) hare-ketini yapmış bir kişinin yapacağı tek bir hareket kalmıştır; bu da saçma-lık hareketidir. Çağımızda kaç kişi saçmalığın ne olduğunu anlar? Çağ-daşlarımızdan kaç kişi her şeyden vazgeçerek ya da her şeyi kazanacak şekilde yaşıyor? Kaç kişi neyi yapabileceğini ve yapamayacağını kendine olsun dürüstçe söyleyebilir? Bu çağ gaip haberleriyle zayıf noktalarını açığa vuruyor, tıpkı bir mecnunun kendisini anlamadan açığa vurması gibi (Kierkegaard, 1990: 87). Bu çağın ruhun gücüne inancı yok. Çağın gülünecek bir şey bulması için dindar bir gayretkeş tarafından sunulacak gösteriye ihtiyacı var mıdır? Yoksa çağ, böyle bir dindar gayretkeşin unutulmuş olanı hatırlatmasına mı ihtiyaç duymaktadır… çağımızın en temel yoksunluğu kişiliğin yok edilmiş olmasıdır. Günümüzde hiç kimse bir kişilik olmaya cesaret edemez. Kilise de aynı görevi görüyor, onların ben olmaktan kaçınmasına yardım ediyor. Günümüz insanı ruhtan yok-sundur (Kierkegaard, 2005c: 771).

İnancın kurumsallaşmasına her zaman karşı çıkmış olan Kierkegaard, bu düşün-cesini sadece yazılarında dile getirmekle kalmamış, 1854 yılındaki yeni piskopos atama-sında ‘devlet kilisesi’ anlayışına itirazlarını kamusal alanda da dile getirmiş ama kimse onu dinlememiştir. Ona göre Danimarka’da işlerlikte olan halkın sözde kilisesi, dinin gerçek rolünü felakete yol açacak biçimde gasp etmektedir. Bu durumdan dolayı Kierkegaard, Hegel felsefesine ve bu felsefenin etkisi altındaki çağının geçerli Hıristi-yanlık yorumuna ve bu yorumun temsilcisi durumundaki kiliseye karşı tepki duymuş ve Hıristiyanlığı varoluşçu bir yaklaşımla yeniden anlamaya çalışmıştır.

Böyle bir toplumsal bağlamda yaşanan bu sorun karşısında Kierkegaard, tek tip kimlikler üretmeyecek bir iletişim biçimi oluşturmanın ne denli gerekli olduğu düşünce-sinden yola koyulmuştur. Bunun için kişilerin kendi öz kaynaklarına geri dönebilecek-leri, kendi varoluş seçimleri için sorumluluk üstlenebilecekdönebilecek-leri, kendilerine dayatılan toplumsal kimlikler dışında gerçekten kendileri olabilecekleri bir yol geliştirmiştir. Bu yolu geliştirirken de, kendi bilgisinin de tıpkı bir rüya gibi kuşkulu bir bilgi olduğunu söyleyen (Platon, 2013: 47), sorgulanmaksızın doğru kabul edilen ve geleneksel kültür yoluyla taşınan bilgilerle ironi yoluyla savaşan Sokrates’ten çok etkilenmiştir. Nitekim

Sokrates'e Aralıksız Göndermelerle İroni Kavramı Üzerine başlığını taşıyan 1841 tarihli

doktora tezinde Kierkegaard, akıl krallığının bir ‘bildiğini zannedenler’ okyanusu tarafından çevrili olduğunu söyleyen Sokrates’in aslında ironi ile gerçekleştirmek

(26)

istediğinin, kendini herhangi bir konuda bilgili sayanların hiçbir şey bilmediklerini kanıtlamak ve söylemlerinin içinde gizledikleri sisi yok etmek olduğunu ileri sürer. Ona göre Sokrates’in amacı cevap almak değil, içeriği tek bir soruyla boşaltıp geride yalnız-ca bir boşluk bırakmaktır ki, her yeni soruda daha derin ve anlamlı cevaplar bulunabil-sin (Kierkegaard, 2009c: 43,42). Kierkegaard, Sokrates'in ironiyi, söyleştiği kimselerin kendi öznelliklerini yine kendilerinin doğurmalarını kolaylaştırmak için kullandığını ile-ri sürer. Böylece Kierkegaard da Sokrates gibi yönelttiği ironi dolu sorularla konuştuğu kimseleri bildiklerini sandıkları kanıları bırakıp kendileri için düşünmeye başlamaya, kendi bilgi savlarının sorumluluğunu almaya özendirmiştir.

Bunun için de Kierkegaard, konuşmaları deli veya katil olduğu dışında bir şey akla getirmeyen, bu nedenle de paradoksal durumunu (oğlunu kurban etmek istemesi) anlatmak için konuşmak yerine sessiz kalmayı ve anlaşılamamayı tercih eden peygam-ber İbrahim’in tersine durmaksızın konuşmuştur. Çünkü o, İbrahim gibi anlaşmazlıklara teslim olamazdı. Kierkegaard, anlaşılmak için anlaşılmazlıkları kullanıma koymalıydı. Ona göre dindar yazarın görevi dini yanılsamalardan kurtarmak ve günahkârların dik-katini çekebilecek şekilde dini tutkuyu yazısıyla akla getirmekti (Ferreira, 2009: 248). “İbrahim’e arabuluculuk edilemezken,…” (Kierkegaard, 1990: 70). Kierkegaard’ın yazısı arabulucuk edecektir. Kierkegaard, İbrahim gibi Tanrı’nın sevgisine cevap veriyordu, ama kendi insani yaratıcılığıyla, yazarak, cevap veriyordu.

Aslında Kierkegaard için bir yazar olarak var olmak, dinin içtenliği için gerekli olan sessizlik görevini bozmaktı. Kierkegaard, Kopenhag Üniversitesi’nde aldığı teoloji öğreniminin doğal sonucu olarak papazlık yapma yetkisine sahipti; ancak hiçbir zaman papaz olarak çalışmadı. Bir taşra papazı olmak yerine, dindar bir yazar, din sözcüsü oldu. İnanç tutkusunu yazıyla ifade etti. Yazısını kendi bireysel inancının düşünceli bir üslubu yaptı. Tanrı’nın inançlı bir kulu (creature) olarak içinden gelen tutkuyla doğru-dan konuştu. Dindar bir yazar olmak, Kierkegaard’ın dindar bir insan olma biçimiydi ve dindar adam, dini bu dünyaya tekrar tanıtmayı istemekteydi. Bu nedenle Kierkegaard, inancının sözcüsü oldu. Yazar olarak amacını şöyle ifade etti: “Benim taktiklerim, Tanrı’nın yardımıyla, kimse girmeye ikna olmasa da ve ben bile Hıristiyan olmayı bıra-kacak olsam, Hıristiyanlığın gerçekten tüm gereklerinin ne olduğunu açıklamak için her şeyi kullanmaktı” (aktaran Anderson, 1973: 251). Ve böylece yazmak Kierkegaard’ın

(27)

Tanrı’nın kulu olma yöntemi, yazıları da -inanca temel referanslar içeren- Tanrı’yla ilişkiye sahip bir kul olarak, Tanrı’ya adanmış sessiz eserlerdi.

1.4. Eserleri

Kierkegaard oldukça verimli bir yazardı. Yaratıcılığının doruğunda olduğu 1830’larda, altı ay içinde çeşitli takma isimlerle yazdığı, kimileri bir diğerinin taşlaması niteliğinde olan on iki kitap yayımladığı olmuştur. Basılı kitaplarındaki -hatta günlükle-rindeki- hiçbir şey ironiden nasibini almadan okunamaz. İroni onun maskesi ve kılıcı olduğu için Sokrates’e yoğun göndermeler ömür boyu sürmüştür. Hayatında ironik bak-mayıp tersine son derece ciddi ele aldığı tek olay Regine Olsen’e duyduğu aşk ve onun-la oonun-lan nişanıdır. Kierkegaard’ın art arda yayımonun-ladığı kitaponun-ların hepsi Hegelci termino-lojiyle ve Sokrates mizahıyla yüklüydü ve hepsi takma adla yazılmıştı. Yıllar geçtikçe takma isimlerden bayağı bir ekip oluşmuştu. Ya/Ya da’nın resmi editörü Victor Eremi-ta’dan sonra Korku ve Titreme’yi Johannes Silentio yayımladı. 1843’te dini duyguları kuvvetlendirici üç nutuk kendi imzasıyla yayınlandı. Felsefe Parçaları Ya da Bir Parça

Felsefe 1844’te Johannes Climacus tarafından yayımlandı ve sadece dört gün sonra altta

kalmamak için Vigilius Haufniensis Kaygı Kavramı’nı çıkardı. Onun altında kalmamak için aynı gün Nicolas Notabene Önsözleri yayımladı. Nisan 1845’te Hilarius Book-binder Yaşam Yoluna Uğraklar’ı yayımlandı. Şubat 1846’da Johannes Climacus hepsini devasa, Kierkegaard’ın felsefi eseri olan ve öznellik felsefesinin yapılarının sergilen-diği, Felsefe Parçalarına Bilimsel Olmayan Nihai Ek altında ezerek susturdu. Kitap takma isimlerin kendi aralarında yaptıkları tartışmaları tatminkâr bir sonuca bağlıyordu ve Kierkegaard kitabın sonunda takma adla yazdığı bütün kitapların yazarlığını üstlendi. Daha sonra çeşitli tarzlarda başka eserler de yazmıştır; 1847’de Aşk Eserleri, 1849’da

Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, 1850’de Hıristiyanlık Eğitimi.

(28)

1.5. Kierkegaard Bir Filozof ya da Bir Felsefeci midir?

Kierkegaard'ın bir filozof ya da bir felsefeci olup olmadığı hep tartışılmıştır. Çünkü Kierkegaard'ın eserlerinde felsefe hariç her şey mevcuttur. Onun eserleri edebî, teolojik, ahlâki, psikolojik, estetik, metafizik ve mistik özellikler taşır. Ayrıca kavramları keyfince kullanması ve içlerini gönlünce doldurması, düşüncelerini hiçbir zaman bir bütünlük ya da tutarlı bir teori içinde sunmaya zahmet etmemesi, böyle bir noktaya vardığı anda bile kendi elleriyle kendi düşüncelerini çürütmesi, Hegelciliğe ve klasik batı felsefesi çizgisine olan ironik ve alaycı yaklaşımı, yazdıklarıyla özel hayatı arasın-daki keskin paralellikler, bu tartışmayı besleyen konular olmuştur.

Birçok düşünür onun gerçek bir felsefeci olduğundan kuşku duysa da Kierke-gaard korku, ironi, inanç ve özgürlük üzerine yazdığı yazılarla düşünce dünyasına önemli katkılarda bulunmuştur. Gençlik döneminin amacı kendini bulmaktı. Tek başına aramanın zorluklarından olacak, arayışını yazılarını imzalayan öteki-benlerinden oluşan bir ekiple sürdürmüştü.

Kimileri onu sadece iyi bir edebiyatçı ve keskin bir mizahçı, kimileri sıra dışı bir teolog, kimileri de varoluşçuluğun ilham kaynağı bir düşünür olarak görmüştür. Ancak bütün bunların ötesinde Kierkegaard'ı günümüzde bile bu kadar popüler kılan şey aslında kendisinin bir prototip olmasıdır. Sanılanın aksine bütün ironik ve umursamaz tavırlarına ve yazdıklarına karşın, Kierkagaard'ın ciddi biçimde felsefe yapma amacı güttüğü açıktır.

Kierkegaard aslında gerçek bir filozof bile değildi. En azından akademik anlam-da. Buna rağmen, birçok insanın felsefeden beklediği şeyi o yaptı. Dünya hakkında yazmadı, hayat hakkında yazdı; nasıl yaşadığımız, nasıl yaşamayı seçtiğimiz hakkında. Kierkegaard yaşıyor olmanın ne anlama geldiği hakkında felsefe yaptı. Konusu birey ve onun varoluşuydu: ‘Varolan varlık.’ Kierkegaard'ın görüşüne göre tamamen öznel var-lık, neden, mantık, felsefi sistemler, teoloji ve hatta ‘psikolojinin bahanelerinin’ menzili dışında yer alıyordu. Buna rağmen, bütün bu konuların kaynağıydı. Ancak bazı filozoflar, teologlar ve psikologlar tarafından Kierkegaard'ın yarattığı felsefe -ki pürististlerce felsefe olmayan- varoluşçuluk olarak adlandırıldı (Strathern, 1999: 3).

(29)

Bu-nun göstergesi de felsefe, teoloji, edebiyat, psikoloji alanında birçok kişiyi etkilemiş olması ve onun gündeme getirmiş olduğu kavramları kullanmış olmalarıdır. Varoluş kavramını ilk kullanan filozof olarak kendinden sonra bu alanda çalışan tüm filozofların düşünce-sini miras alması da bunu ispatlar niteliktedir. Örneğin edebiyat alanında Rilke’den Kafka’ya; Barth, Bultmann, Bruner, Wust vb. gibi teolojik düşünürlerden Modern felsefede başta Heidegger olmak üzere Jaspers, Sartre, Camus vb. gibi pek çok kişi onun düşüncesini felsefelerinin temeline yerleştirmiştir.

Çünkü Kierkegaard, yapmış olduğu felsefe ile felsefenin alanını genişletmiş ve felsefeye yeni alanlar kazandırmıştır. Genel felsefenin daha önce hiç ilgilenmediği alanları felsefenin içine taşımış hem de eski alanların yeni bir bakışla ele alınmasına yol açmıştır. Ayrıca felsefesiyle, felsefeye yaptığı içerik katkısı büyük çapta olmuştur (Bollnow, 2004: 129). Varoluşun bilinemezliği ve dünyanın olumsallığının getirdiği korku ve kaygı, bireyin varoluşu içerisinde diğerlerinden farklılığı ve biricikliği, toplum genelinden bağımsız kişisel ahlak anlayışı, özgürlüğe mahkûmiyeti, seçim yapabilme istenci ve sorumluluğu, fırlatılmışlık hali, varoluşsal bunaltı, iç daralması (angst), anlamsızlık duygusu, saçma (absürd), otantik yaşam, ölümün farkındalığı, şimdi ve burada olmak olarak sayabiliriz.

Varoluşunun tüm sorumluluğunu Ben’e (self) yüklerken insanoğlunun çektiği sı-kıntıyı, kaygıyı, korkuyu ve umutsuzluğu birey düzeyinde yorumlayan Kierkegaard’ın kavramlarının çoğu Varoluşçu felsefelerde görülür. Örneğin saçma tasarımı Sartre’dan Camus’ya, Heidegger’den Merleau-Ponty’e değin 20.yüzyılın pek çok varoluşçu düşü-nür ve yazarını derinden etkilemiştir (Güçlü, A., Uzun, E., Uzun, S., Yolsal, Ü.H., 2003: 825). Heidegger ve Sartre gibi sonraki dönem yazarları kurnazca Kierkegaard’ın felsefesinden çok şey süzmüşlerdir. O’nun, Ya/Ya da, Korku ve Titreme, Kaygı Kavramı adlı eserleri 20.yüzyılın temel metinleri olmuşlardır.

Sözgelimi Kierkegaard’ın yazılarının Almanca’ya çevrilmesiyle birlikte Heidegger Varlık ve Zaman adlı eserini yazarken Kierkegaard’tan çok fazla etkilendiği açıktır -her ne kadar Heidegger onun adını bu bağlamda anma gereği duymamış olsa da (a.g.e., 826). Kierkegaard’ın etkisi Sartre da görülür; örneğin varoluşçuluğun temeli

(30)

olan ‘insanın önceden belirlenmiş bir özü olmadığı; varoluşun özden önce geldiği’ fikrini ilk öne süren Sartre’dan önce Kierkegaard’tır.

1.6. Yaşadığı Dönemde Anlaşılamadı

Kierkegaard’ın 1842 yılında yayınlamış olduğu Ya/Ya da adlı eserinin I.Kıs-mının son bölümü olan “Baştan Çıkarıcının Günlüğü”nde bahsettiği Baştan Çıkarıcı Johannes için model oluşturduğu düşünülen P.L.Möller (bir gazetenin editörü), rencide edici bir şekilde Kierkegaard’ın kitabını eleştirince, Kierkegaard da karşı saldırıda bu-lundu. Bunun üzerine gazetelerde Kierkegaard’ın fiziksel görünüşüyle ilgili karikatürler yayımlanmaya başlayınca Kierkegaard, o çok sevdiği şehir yürüyüşlerini bırakmak zo-runda kaldı. Bu durum onun insanlarla kurduğu temasın kesilmesine ve daha da yalnız-laşmasına neden oldu. Hiç kimse Kierkegaard’ın sıkıntısını gidermek için adım atmadı ve böylece o, kendi felsefesinin ana kategorisi olan birey olmanın gerçekten neye mal olduğunu keşfetti.

Ve bütün bunların arkasından karanlık geldi. Suskun yıllar olarak adlandırılan 1850-1854 yılları. Yürüyüşler imkânsız kılınmıştı. Yalnızlık had safhadaydı. Sonra ba-basının yakın dostu piskopos Mynster 1854’te öldü. Kierkegaard baba-basının anısına olan saygıdan dolayı ihtiyar piskopos hakkındaki düşüncelerini hiç dile getirmemişti. Yani onun bencil, düzenbaz, devlet uşağı olduğunu. Oysa piskoposun ardından söylenenler bunun tam tersiydi. Kierkegaard, artık buna dayanamadı ve resmi ikiyüzlülük ve sahte-kârlığa karşı son bir saldırıda bulunmak; kurumları, varolan durumu, devlet kilisesini eleştirmek; hatta kendi kampanyasını sürdürmek için kendi gazetesini, ‘An’ı kurdu.

Kierkegaard ilerleyen yıllarda Hıristiyan inanışının özünde ‘otantik acı çekme’ olduğunu ileri sürerek, Protestan kilisesinin duruşundan uzaklaştı. Babasından kalan miras tükenmeye başladığında kendisinin editörü ve tek yazarı olduğu “The Present Age/Şimdiki devir” dergisini çıkarttı. Burada Danimarka kilisesini devasa bir makineye benzetip ve ünlü rahiplerinden birisine riyakâr diyerek saldırınca büyük bir skandal koptu. Kiliseyle arasında çıkan tartışmalar onun için hayli yıpratıcı oldu. Bunun üzerine ekonomik durumu ve sağlığı giderek bozulan Kierkegaard, 2 Ekim 1855’de bilinmeyen

(31)

bir sebeple sokakta yere yığılır. Hastaneye kaldırıldığında son parasını “An” dergisini basması için yayınevine verdiğinden masrafları karşılayacak hali kalmamış, yaşam isteğini ise çoktan kaybetmiştir. 11 Kasım 1855 yılında (42 yaşında) hastanede ölür.

Yaşadığı dönem olan 19. yüzyılda kendi insanları tarafından anlaşılamayan Kierkegaard’ın üzerine örtülen ölü toprağından sıyrılıp varlığını yeniden göstermesi için 20. yüzyılın başlarını beklemek gerekti: Yani ‘birey’ kavramının yavaş yavaş uç verdi-ği, özleri bir ‘sistem’ inşa etmeye dayalı felsefelerin çözülmeye başladığı bir zaman dili-mini. Kierkegaard`ın yazıları, kaygı ve acı çekme gibi olguların daha yoğun bir biçimde yaşandığı II. Dünya Savaşı sonrasında çözümlendi ve asıl değerine ulaştı. Ve bu süreç hâlâ tamamlanmış değildir.

(32)

BÖLÜM II

UMUTSUZLUK’A YOL AÇAN KAVRAMLAR

Kierkegaard’ın umutsuzluk kavramı ile neyi kastettiğini kavrayabilmek, umut-suzluğun gerçek sebebini anlayıp, nasıl yok edilebileceğini öğrenebilmek için tezimize umutsuzluğa yol açan sebeplerle başlayacağız. Bu sebeplerden ilki günahtır. Bu sebep-lerin ilkinin günah olmasının nedeni, Kierkegaard’ın umutsuzluğa yol açan her şeyin kaynağı olarak günah kavramını görmesidir. Başka bir ifadeyle inançlı bir Hıristiyan filozof olarak görülen Kierkegaard için umutsuzluk, inançtan kaynaklanmayan her şeyin günah olarak görülmesidir. Bu konuda varoluşçu ateist filozoflardan Albert Camus şu tespiti yapar: “Kierkegaard’ta umutsuzluk bir olgu değil bir durum, günahın bir duru-mudur. Çünkü günah Tanrı’dan uzaklaştıran şeydir” (Camus, 1998: 48).

2.1 Günah

Kierkegaard Kaygı Kavramı adlı kitabında günah kavramıyla ilgilenirken sor-duğu temel soru, günahın ne olsor-duğu, ne anlama geldiği değil, nasıl ortaya çıktığı ve dünyaya nasıl geldiği sorusudur (Taşdelen, 2008: 150). Bu soruya verdiği cevap ise Âdem’in yasak olan meyveyi yemesidir. Böylece Âdem’in ilk günahı ile günah ve günahkârlık yeryüzüne inmiştir.

Âdem’in ilk günahını Kierkegaard, irsi bir hastalık gibi kuşaklar boyunca insan-lığa bulaşan bir şey olarak düşünülen anlamında, mevrus günah olarak adlandırır.

Danca: Synd – İnglizce: Sin

Tanrı tarafından yaratılan ilk insan.

Danca: første Synd – İnglizce: The first sin

Referanslar

Benzer Belgeler

zeynep’in yanaklarında kiraz ağacı büyümüş umulmadık bir zaman zeynep’in dudaklarında bir yanık türküdür ıslıkla önüne kattığı zeynep’in gözlerinde bir mavi

Üniversite kütüphanesinin hizmetlerini pazarlamada yararlanacağı önemli bir araç olan kütüphanenin web sitesi, bilgi hizmetlerini internet aracılığıyla pa- zarlama

konu şmada şiir ve romanı bir çeşit aşağılama terimi olarak kullanmasını eleştirmiş, metalurji mühendisi olan Bakan'ın 'sodyum siyanürün zehirli olmad ığı'

1983 yılında Lefkoşada doğan Umut Akçıl, ilk ve ortaöğretimini Lefkoşa da tamamlayarak, Otomasyon Sistemleri bölümünde üniversite eğitiminine başlamak üzere

Türk yazınının değeri tartışılmaz adlan olan Oğuz Atay, Behçet Necatigil, Sevim Burak Aralıkta veda eden­ lerden üçü.. Oğuz Atay,

Alzheimer ve benzeri hasta- lıkların sağaltımında benzer yöntem- lerin kullanılmasının arkasında illa da normal insanların bilişsel işlevleri- nin arttırılması

Aslında yapmak istedikleri, tedavi için bir ilk adım olarak, Gottlieb’in fare embriyon kök hücrelerinden yetiştirdi- ği sinir hücrelerinin, sıçanların sinir sis-

Zhang, insanlar üzerinde de klinik deneylerin başlayabileceğini, ancak bunun için önce fareler üzerinde ye- ni deneylerle, hem mantar türevinin kandaki şeker