• Sonuç bulunamadı

Dünya ile İletişim Kurmak

4.3. İletişim Kurmak

4.3.1. Dünya ile İletişim Kurmak

Modern fiziğin yani Newton evreninin, gözlemciyi yeniden işin içine sokması ile dünyaya dünya anlamını veren, onu kendine kaynaştıran insan ön plana çıkmış, ancak

varoluşçu filozoflar tarafından da dünyanın insansal karakterini görmezden geldiği için maddecilik eleştirilmiştir. Çünkü onlar için nesne, insan için nesnedir. Sözgelimi Husserl’in düşündüğü gibi, dünyanın yansız bir izleyicisi olamaz. Her türlü nesne önce, insanın önüne atılmış bir nesnedir. Dünya ancak insan önünde yani bir bilinç önünde ve bir bilinç için dünyadır (Mounier, 2007: 118). Heidegger bunu dünya-için-varlık kavra- mıyla vurgular. Çevremizdeki dünya, şeylerin nesnel ilişkilerinden çok, bizim tasarı- mızla oluşmaktadır. Şeyler insan için birer şey olmaktan çok birer araçtır ve bunların varlığı bir kendinde-varlık değil, insan-elinin-altındaki-varlık’tır. Çünkü doğanın bile ancak insan varoluşuna göre bir tarihi vardır. Ve ancak tarih içinde bir insan varoluşu olabilir.“Sahih olmayan varoluş cereyan etmez: Hiçbir zaman bir varoluş oluşturamayan donuk, karanlık, birbirinizi izleyen bir şimdiler dizisi içinde takılır kalır” (a.g.e., 116).

Varoluş kavramının kullanılmasıyla birlikte insanın dünya ile olan ilişkisi yani gerek kendini çevreleyen dış dünya, gerek diğer insanlarla sahip olduğu ortak dünya ile olan ilişkisi hakkında bir hüküm verilmiş olmaktadır. Varoluş’u kişinin kendisine ve başkasına karşı vaziyet alması olarak nitelendirdiğimizde mecburen bir dünyayı da o varoluşun dayanak ve zemini olarak farz etmek zorundayız (Bollnow, 2004: 39). Zaten varoluş felsefesi, varoluş hareketinin meydana geldiği bir dünyayı varsaymak suretiyle idealist felsefeye karşı olmuştur. Varoluş tecrübesi, yani varoluş hareketinin meydana gelmesi ancak ona karşı koyan bir dış gerçekliğin varolması ile meydana gelmektedir. Bu anlamda varoluşun ilk tecrübesinde dahi inkâr edilemez bir düalite yatmaktadır. Dolayısıyla insan ile dünya ortak kökene sahiptir ve biri diğerinin türevi değildir.

Çünkü varoluş ile birlikte mutlaka bir dünyanın bulunması gerekir. Bu dünya olmaksızın varoluşun anlaşılması mümkün değildir. Varoluşun bizzat özünde yatan ve onun temelini oluşturan dünya ile ‘bağı’ Heidegger ‘dünya-içinde-olmak’ terimi ile kavramlaştırmaktadır. Heiddgger’in ‘dünya-içinde-varolan’ olarak ele aldığı Dasein, hep dünya içinde varolma suretiyle var olan varolandır. Burada Heidegger’in ‘içinde- var-olmak’ derken kastettiği ‘…’nın-içinde-var-olmak’tır, yani bir şeyin içinde varolmak anlamındadır ki, bu da ‘dünya’ içinde var olmak demektir. Çünkü ‘içinde’ ifadesiyle bir mekan ‘içinde’ ve ‘belirli bir uzanıma sahip olmak’ anlaşılmaktadır (Heidegger, 2011: 55-56). Dolayısıyla ‘içinde-olmak’ kavramının varolmanın gerçekle- şebilmesi için bir dünyanın gerekliliğini ifade ettiğini söyleyebiliriz.

Bununla birlikte dünya kavramı sadece insanın etrafını çevreleyen ve insanın kendini içinde bulduğu dış gerçeklik olarak kavranılmamalıdır. Dünya, insan hayatının gerçekliği manasına da gelmektedir. Bilindiği gibi varoluş kavramı insanı bir bütün olarak ifade etmemekte, insanın sadece içindeki öze işaret etmektedir. Bu sebeple varo- luşun ilişki içinde olduğu dünya, sadece dış dünyadan ibaret değildir. Dünya, insanın kendisinde eylemsel bir gerçeklik olarak tayin ettiği ve kendisine nesne kılabildiği her şeyin adıdır. Dünya Jaspers'in ifadesiyle hem objektif gerçekliği hem de sübjektif varlı- ğı birlikte kapsamaktadır. Kierkegaard, düşüncenin varoluş içinde yabancı bir ortamda bulunduğunu söylerken bu yöne işaret etmekte yani hem dış dünyayı hem sübjektif varlığı kastetmektedir (Bollnow, 2004: 40).

Kierkegaard’ın, dünyada varolan insanın, varoluşunu gerçekleştirirken dünya ile olan ilişkisi ve dünyanın insan için anlamı ile ilgili düşüncelerini, Kierkegaard’ın fesle- fesinden çok etkilenmiş olan, Kierkegaard’ın kavramlarını ve fikirlerini felsefesinde ge- liştirerek kullanan Sartre’ın düşünceleri ile ifade edecek olursak; somut insan, ‘dünya içindeki insan’dır ve dünya ile ilişki halindedir. ‘Bilinç-nesne’ açısından değerlendirdi- ğimizde bizimle etkileşim halinde olan dünya, ‘benim için dünya’ olur. Başka bir ifa- deyle bilinç yani insan, kendi dışındaki nesneye yönelerek yani dünyaya, kendisi için anlamlandırmaya çalışır. Böylece dünya ‘bilinç için varlık’, yani ‘benim için varlık’ ha- line gelir. Çünkü dünya ‘insan (benim) için’ olduğu zaman bir ‘anlam’a sahiptir. Simone de Beauvoır'ın deyişiyle ‘uyuyan bir dünyayı, karşısında bulunmamızla uyandı- ran’ biz insanlarızdır. Dolayısıyla diyebiliriz ki, dünya ancak benim için, bana bağımlı olarak varolabilmektedir (Koç, 1999: 333-336). Zira dünyasız özne olmadığı kadar öz- nesiz dünya da yoktur. Dünya’ya dünya anlamını veren insandır. İnsanlar için birer araç olan nesne, sadece insan için nesnedir. Dünya ancak insanın önünde (bir bilincin önün- de ve bir bilinç için) dünyadır. Heidegger bunu ‘dünya-için-varlık’ kavramıyla vurgular.

Bu dünyanın varolmasına yol açan ise bilinçtir. Çünkü çevremizdeki dünya, şey- lerin nesnel ilişkilerinden çok, bizim tasarımızla oluşmaktadır. Kişi dünyayı kendi gö- rüşlerine göre tasarladığı için de, herkesin kendi beklentilerine, ilgilerine ve amaçlarına göre oluşturduğu farklı bir dünya algısı vardır. Aynı zamanda tasarlanan bu dünyalar, kendi varoluşumuzun ve kendi ‘benlik’imizin özelliklerini de yansıtır (a.g.e., 336). Zira insan sadece dünyanın bir izleyicisi değildir, dünyaya seçiş gücüyle ağırlığını koyan da

bir varlıktır aynı zamanda. Dünyanın içinde bulunan varlık olarak insan, hem kendisini hem de dünyayı özgürce yapmış olduğu seçimlerle aydınlığa çıkarmak zorundadır.

Ancak bazen insanlar kendini seçerken dünyadan uzaklaşabilmektedirler. Oysa “gerçek somut seçiş, kendini dünya dışında seçtiğim anda kendimi dünyaya yeniden giren olarak da seçtiğim seçiştir”. Kendimi “belirli bir ortamda, belirli bir ürün olarak” seçerim ve bunu yaparken de tüm varlığımın bilincine varırım, onun sorumluluğunu yüklenirim (aktaran Mounier, 2007: 111). Bu nedenle insan, ilk önce içinde bulunduğu dünyayı anlaması gerekmektedir. Zira biz insanlar dünyada yer, tarih, aile, ortam, ka- rakter içinde başka hiç kimseye benzemeyen bir durumla doğarız. Bu durum benimki- dir, benim durumumdur. Durumumun beni içine soktuğu dünya, yalnızca dünya değil, benim dünyamdır: aynı anda hem algılanan hem eylenen dünyadır. Heidegger’in ifade- siyle kişinin ‘durum-içinde-varlık’ı dünyada olan varlıktır.

Kierkegaard kendi varoluş sorununa yönelerek ‘Tanrı’nın bizi kusurlu bir halde içine yerleştirdiği’ dünyasal varoluş’tan söz eder. Dünyasal varoluş sonlu ve dünyevi bir varlık konumudur. İsa hem dünyasal varoluşu hem de bireysel varoluşu simgeler. İsa var olandır ve en yetkin bireydir. İnsan, insandan başka dünyasal varlıkların ortak özel- liği olarak fiili genel varoluş halinde bulunurken, varolan bir birey olma olasılığına ve bilincine de sahiptir (Cauly, 2006: 56). Başka bir deyişle insan, hem dünyada varolan bir varlık olarak hem de yerine getirmesi gereken bir görev olarak bireysel varoluşu simgeler. Demek ki insan dünya içindeki genel varoluşundan yola çıkarak birey ola- bilecektir.

Kierkegaard için birey olmak ancak Tanrı ile kurulan ilişki ile mümkün olduğu için, Kierkegaard açısından dünya’yla ilişki, kişinin dünyaya niçin ve nasıl geldiğinin sorgulanması açısından önemlidir. Başka bir ifadeyle aslında Tanrı’yı keşfetmek için yapılan ve Kierkegaard’ın ‘nesnel kaygı’ olarak adlandırdığı dünya üzerine yapılan te- fekkür için gereklidir.“İnsan bakmasının bilirse, hayat yeterince zengindir. Görmekten aciz birinin Paris’e ya da Londra’ya gitmesi hiçbir işe yaramayacaktır” (Kierkegaard, 2006: 69). Aynı zamanda da dünya inançlı biri için, imanın yaşaması için önünde bir engeldir. “Eğer dindarlaşırsanız dünya kendisini size karşı korumak ve sizi yoldan çı- karmaya yardım etmek için her türlü hile ve aldatamaya başvuracaktır” (Kierkegaard,

2005c: 392). Bunun içinde yani dünyanın biz insanları aldatmaması, dünyanın büyüsüne kapılarak yaşam amacımızı, dünyada bulunmamızın gerçek sebebini unutturmaması, yaşamımızın boşa harcanmaması için mutlaka Tanrı ile ilişki kurmamız gerekmektedir. “Birey Tanrı’yla ilişki kurar, böylece yeryüzünde işleri iyi gider. Bir başka deyişle Tan- rı’yla ilişkinin dünyevi anlamda doğrudan yararını görür” (a.g.e., 540).

Ancak insan, kendi üzerine düşünmeden ve kendi yüreğine yani içine yönelme- den önce sadece dünyayla yani nesnelerle ilgileniyorsa, kendini eyleme ve tasaya kaptı- rıyorsa o zaman nesneler içinde yok olur ve nesneleşmeye doğru gider. Zira Kierke- gaard’ın da ifade ettiği gibi “sonlu olmak ve her kişinin kendine bir yer bulduğu sonlu ilişkiler, küçük, günlük, tarihsel de olsalar, ancak sonlu bir biçimde insanı eğite- ceklerdir” (Kierkegaard, 2006: 157).